Mimarlık Nedir Allah Aşkına?

Hani bu dünya, mimarlar yüzünden mi batar diye düşünmekteyim ara sıra, kimse kusura bakmasın…

Kimse kusura bakmasın ne olur… Belki benim eleştirilerimden bıktınız ama inanın ben de bu aslan parçası mimarların “canım istedi!“den başka açıklaması olmayan, mekân ve malzeme israfından ibaret tasarımlarından bıktım… Ne kadar bol beton, çelik ve cam harcanırsa, ne kadar gereksiz alan; dev örtüler, anlamsız kirişler ve saçak bozması şeyler ile bezenirse, böylesi neye yaradığı kendinden menkul tasarım cambazlıkları ile ortaya çıkan ihtişamlı şey, “mimarlığın hası!” sanılmakta maalesef.

Güneş nereden doğar nereden batar belli değil. Alayını; trafo binası gibi, evir çevir arsaya yerleştir… Vallahi fark etmez! “Yola, meydana baksın, denize ya da dağa baksın”dan gayrı endişesi yoktur zaten mimar meslektaşlarımın. Bakmasın demiyoruz. Dört yönü de adam gibi kullanmayı bilsin diyoruz!

Yağmurdan zaten sana ne bana ne… Saçakları geniş tutarsın olur biter. Su akar güldür güldür. Tak saati dönsün dursun. Allah razı olsun kanalizasyonu icat edenden! Doğa bir gün atıklarımızı suratımıza çarpana, Kızılderili reisin dediği gibi kendi pisliğimizde boğulana ya da sular hiç akmayana kadar, yarabbi şükür!

Hakim rüzgara arkanı dönüverirsin olur biter. Sağır cephende essin dursun… Senin vantilatörlerin var! Fazla gelen güneşe de panjurları ve sekiz on sıra metal sıralanmış; saçak bozması, süs niyetine çıkmaları unutmazsan oldu bitti bu iş. Hatta kuzey cephesine de koy onlardan. Nasılsa hiç işe yaramıyorlar ama şık duruyorlar. Doğanın nimetlerinden faydalanmayı değil sadece korunmayı öğreten eğitim sisteminin ürünleri daha nasıl olabilirdi ki?

Böyle binaları ödüllendiren jürileri de kutlarım. Bugüne kadar beni hiç şaşırtmadılar! Ne de olsa onlar da bu mimarların arasından çıktılar. Gökten zembille inmediler ya!

Kim takar o kentin iklimsel değerlerini. O iş, makine mühendisinin işidir zaten. Mimara ne? Rüzgar var mı, varsa nereden eser? Dedim ya, hiç mühim değil. Doğal havalandırma düzeneği mi? Güldürme beni canım! Dizersin dev fanları bir yerlere, olur biter. Hem kafayı ütüler hem keseyi… Asrın icadı klima varken, buz gibi serinlersin Anadolu’nun yazında. Ayazında da; gelsin ölümcül kömür, gelsin kutsal doğal gaz. Sana, bunlar da yetmez diyenlerin, milli ihanet olan beton barajlarına da, nükleerine de razı olursun artık. Yani ; “ört ki ölem!

Ülken yanıyormuş cayır cayır, savaşlara sürükleniyormuş sana ne! Doğal ışık nerden gelir, nereye, nasıl gider, bana ne! Ampulün büyüklüğüne bakar… Hele hele kendi enerjisini üretmek de neymiş canım! Var mı böyle şey dünyada? Bağlanırsın şebekeye, ülke elden gidene kadar yaşarsın paşalar gibi. Ya da sonradan aklına gelirse, yakışıklı bir şapka takınca don giymek önemli değil dercesine, azıcık PV panel manel dizersin çatıya, günahlar şıp diye affolur. En yeşil sen oluverirsin. Hatta beton binanın dışına ahşap kaplayıverir, koruma ödülü bile alırsın icabında… Sevgili Mimarlar Odamızın, öyle bir ödül vermişliği vardır mesela. Dalga geçer gibi! Yani, günahını başarı ile örtene de ödül veriliyor bu ülkede.

Ekmek arası köfte gibi, birazcık da sahici çim ekiver betonların arasına, serpiştiriver oraya buraya. Çim bulamazsan, halı gibi olan sahtesi çoktan hazır. Tabii yersen ve yedirebilirsen… Ona karışmam! Üç beş de sarmaşık, mis… Malum; doktorlar hatalarını gömerler, mimarlar ise sarmaşık dikerler. Hatta yer yokmuş gibi beton duvarları da kapla. Zeka yoksunu belediyeler bayılır o işe… Hani kedi örter ya pisliğini, o düşey yeşil de, örter betonun ayıbını. Olur ortalık, bal gibi doğa parçası! Başkan da mimar filansa kazara, daha kolay kaynar…

Hele hele kazara; bir de paran kadar sertifika faslından “Leed Platin” alındı mıydı bilahare, değmesin çevreciliğin keyfine! O işin uzmanı firmalar mutlaka altın, gümüş bir şey takar onlara. Hiiç merak edilmesin…

Camdan sarayın aptal keyfi varken, kim takar lamda katsayılarını, izolasyon değerlerini… Silmek için de olmadı itfaiye çağırırsın, dayar merdiveni. Aynı ile vakidir. Ya da dağcılara görev düşer! Yani bu işten bir tek, cam siliciler mutlu olur… Ömür biter, temizlik bitmez… Olmadı, camı fazla kaçırınca, sararsın köpükleri kalan duvarlara. Avrupa’da yaşandığı ve itiraf edildiği gibi, en fazla nefes alamaz olur, önce astım olur sonra romatizma, yani erken ölmeye başlar insanlar… Bizdeki örneklerdeki gibi, yangın riski de cabası. Vallahi daha kötü bir şey olmaz!

Hani bu dünya, mimarlar yüzünden mi batar diye düşünmekteyim ara sıra, kimse kusura bakmasın… Özetle, al birini vur öbürüne… Sözüm kimseye değil. Çağdaş mimarlık örneklerimizin alayına bayılıyorum. Ama düşüp bayılıyorum sevgili dostlar.

Maşallah, sapına kadar anonim projeler art arda piyasaya çıkmakta. Yani kimlik de lazım değil mimarımıza. Çünkü her kılığa girer mübarek tasarımlar. Aynı proje, kültür merkezi desen de olur, bakanlık binası da… Defterdarlık da, üniversite kampüsü de… Hastane de olur, biraz zorlasan postane veya pastane… Ya da pastane irisi AVM… Sakın unutma tabelayı!

Ülkemizi bu kısır mimarlığa yönlendiren hoca efendi ve hanımefendilerin ve onlara maaş veren üniversitelerin uykusu kaçmalı artık. Ressamlıkla, az biraz da heykeltıraşlıkla mimarlığı karıştırmak ise, en büyük günahları. Yeter ki havalı olsun görseller. Dolaşıyormuş gibi dursun insanlar orada burada… Çok inandırıcı olur vallahi. Zaten pek yakında, en başarılı görseli hazırlayan ya da animasyonu yapan, en başarılı mimar sayılacak. Tabii aynı zamanda en çok iş kapan da olacak. Ben onlara “sosyetenin gülleri” diyorum hasetimden!

Elbette düşman değilim takdim gayretine.

El yapımı paftalarımız sandık dolusu! Üstelik bilgisayarla tanışalı 33 yıl oldu. 86’da Autocad’de çizip ruhsat aldığım proje de sanırım ilklerdendir. Bir günde almıştım ruhsatı. Çünkü İmar Müdürü “bilgisayarda çizdiğine göre doğrudur” demişti… Hayal bile edilemezken mimari programlar, tam 40 yıl önce yazmışlığım var “Bilgisayar Nedir Ne Değildir?” diye Yapı Dergisi’nde. Merak eden bulur, okur. Ayıptır söylemesi, duayen sayılırım bu mecrada. Sadece, cakcifonlu görsellerin arkasına sığınan “sahte mimarlara!” karşıyım.

Dünya nerede biz neredeyiz umurlarında değil bu aslanların. Nereden mi biliyorum? 400 e yaklaşan ders ve konferansımın en az elli tanesi, mimarlık bölümlerinde gerçekleşti de ondan. Peki deli mi bunlar, neden çağırıp duruyorlar hala? Gerçekleri eğip bükmeden bu kadar sert ifade edebilen pek az deli var ülkemizde de ondan. Bir de yetmişi bulunca insan, hatır için de olsa dinliyorlar galiba!

Karar yine sizlerin… “Delidir ne söylese yeridir” der, yine dalabilirsiniz derin uykuya! Ben de, çevreye verdiğim rahatsızlıktan dolayı özür dilerim… Hayat devam eder!

İLK EVLERİMİZ…

İlk insanlar “yani ilk mimarlar!” mağaradan çıkıp evlerini inşa etmeye giriştiklerinde, hayatta kalmaları sadece iki faktöre bağlıydı: Enerjiyi elde edebilmek ve ekolojik döngüyü akıllıca sürdürebilmek. Bunun adı “yaşam döngüsü“dür. Formülü de “E = MC²“dir. Yani bildiğimizi sandığımız “enerji“, sen, ben, toprak, su, çiçek, böcek, yani her türlü canlıyı ve yaşam alanını tanımlayan “madde“lerden oluşan “ekoloji“, birbirine dönüşebilen ve ancak birlikte var olabilen kavramlardır. Bir taraftaki yanlış uygulama, diğer tarafı kesinlikle etkileyecektir.

Bendenizin, yıllardır felsefi ve teknik alt yapısını “Enerji Mimarlığı” başlığı altında yüzlerce makalede tanımlayıp ve şimdilik 90 projede örneklemeye çalıştığım gibi, bu bir “hayatta ve ayakta kalma” yani “yaşamı sağlıkla sürdürülebilme” formülüdür. İnsanlar için de, ülkeler için de, giderek dünya için de!

Gerisi teferruattır, makyaj güzeli yaratmaktır… Başlarım mimarlığın salt estetik öncelikli parametrelerine! Sofranın sahte güzelliği, yemeğin zehrini yok etmez. Yersen
ölürsün! Yapısal anlamda da; yaşarsan ölürsün! Ya ilk depremde ya da sancılı bir sağlık süreci sonunda…

Yaşım yüzünden 50 yılı aşkındır, dünyada ve ülkemde mimarlık adına neler olmakta ise izlemekte, tartışmakta ve binlerce sayfadır yazmaktayım. Bir bu kadar yıldır da, nerede ise inşaatın her kaleminde, imalat çalışmalarım oldu. 40 yıldır da, ahşabı, metali, atölyelerimdeki ustalarla birlikte öğrendim ve mimarlara öğretmeye çalıştım. 99 depremi sonrasında, Ulusal Ahşap Birliği UAB’nin üç kurucusundan biri olarak, tüm geçmişimle, ahşabın bayraktarlığına soyundum. “Depremin değil, betonun altında kaldık!” diye haykırdık hep birlikte.

Atalarımızın bütün dünyaya öğrettiği, 9 kat yüksekliğindekini yapalı 120 yıl olan bu teknikle artık 40 katlı binalara sıra geldiğini, örnekleri ile gözüne soktum meslektaşlarımın. Ne yazık ki 200 sene önce 100 metrelik köprünün yapıldığını bilmeyen ve bana “15 metreyi ahşapla geçebilir miyim?” diye soran mühendisler var ülkemde. Yani anlaşılan, hocaları da bilmiyor hala…

Tesadüfen; rahmetli babam 1924’te, büyük ağabeyim de 1957’de inşaat mühendisi idi bu ülkede. Yani Cumhuriyetin inşaat tarihi, nerede ise ailemin yaşam serüveni oldu. Hiç olmazsa, sadece “Enerji ve Ekoloji” başlığında şimdilik bu yazı ile 130’u bulan makalelerimi lütfen bir ucundan okumaya başlayınız. Medya kayıtlarıma da kulak verebilirsiniz boş vaktinizde. Sonra bir daha düşünün bakalım, mimarlık “E = MC²“nin neresinde? Anlattım bunu bir ömür, sayfalar ve sabırlar boyu saatler!

Yüzyılın ilk yarısında “form ve fonksiyon” formülünde nitelenmeye çalışılan mimarlık, hemen ardından 60’larda; “tümden gelenler tüme varanlar” biçimsel tanımları ile sınırlı bir tartışma alanına çekilmiştir. Fonksiyonu yaşamsal döngüde değil boyutsal ilişkide bıraktıkça, çıkmaz yollara sapmış, insanlığın başına bela yapılar çoğalmıştır. Asıl kısırlaştırma budur.

Serbest sanılan formlar ve ergonomiyi bile umursamayan, yaşamsal gereksinimlere boş veren fonksiyon şemaları ve dört oda bir salon yan yana geldiğinde ev dediğin şey olur biter sanılan aymazlıklar sonucunda mimarlığı; “ay çok yoruldum gündelik hayatta, bu yarışmada kafama göre takılayım bari” rahatlığında tanımlamak değildir sizden beklenen sevgili mimarlar!

Bazı mimar geçinenler için anlattıklarımın önemsiz gelmesi ve onları kızdırması, onların ya da benim en gerçek mimar olduğumuz anlamına hiç gelmez. Sadece şunu diyeceğim; dertleri, duvara asılan bir tablo ya da meydanın birinde heykel yapmaksa, düşsünler insanlığın yakasından. Bir aralar Zaha Hadid için yazdıklarıma da bir göz atsınlar lütfen. Ne ülkemin ne de dünyanın ihtiyacı var böyle sosyetik hainlere. Prim yapmaları, zengin eğlencesi olmalarından!

Ne yazık ki çoğu üniversite, mimar mı toplumsal düşman mı yetiştirdiğinin farkında değildir. Çünkü dünyadan habersiz olan mimar, en az 200 kadar imalat sektörünü tetikleyen, tek başına dünyanın en büyük harcama kaleminden ve dolayısı ile ülkesinin bekasından ve çıkan savaşlardan sorumlu olduğunun hiç farkında değildir. Türkiye’de kamu ve özel sektör yatırımlarının % 52 si inşaat sektöründe toplanır. Devlet bütçesinin neredeyse dörtte biri… O mekanlarda ulaşım dahil harcanan enerji ise, tüm harcamanın bu kez dörtte üçü, yani 2014 itibari ile yaklaşık 75 Milyar dolardır… Uyanabildik mi?

Artık her ülke, kendine yetmeyi öğrenmek zorundadır. Bunun yolu da, her türlü kapalı ve açık alanı ve de kentsel kurguyu doğru planlamaktan geçer. Yoksa bağımsızlıktan da dünya barışından da söz edilemeyecektir. Her ne kadar bu söylediklerim, Polyanna olmayı tercih eden mimarlarımıza şaka gibi gelse de!

Bana en çok kızanlara tavsiyem, bir gün kalemi eline almaları ve mimarlığın parametrelerini, tasarımın bileşenlerini yani mesleğin ilkelerini yazmaya başlamalarıdır. Bakalım neler bulunacak ve ne kadarı hayata bağlanacak, ne kadarı son sıralara düşecektir… Yani işi lafa bırakmasın sevgili itiraz sahipleri! Sonra bir daha tartışalım bunları. Şimdiki önceliklerini, sonradan çöpe atma ihtimalleri yüksek olacaktır.

ESTETİK DENEN ŞEY…

Mimaride estetik, bir insanın “önce namuslu olması” gibi, zaten “olmazsa olmaz” koşuldur. Bunu tartışan yok gençler… O yüzden, kim demiş çirkin bir binaya, sadece “tıkır tıkır çalışıyor” diye razı olacağımızı? Üstelik bir tasarım harikası da olabilen onca makine örneği varken, biz yine de mimarlık adına, bir makine tasarlamaktan bahsetmiyoruz… Bütün sorun, bir estetik harikası yaratacağım derken, tüm yaşamsal beklentileri göz ardı etmekte yatıyor. İtirazım, sadece bu duruma!

Yaşamsal beklenti” dendiği anda da ilkin, “kendine yeten” olmak gelmekte. Parası kadar konuşan değil! Mağaradan ilk çıkanın dürtüsel olarak peşine düştüğü, enerji ve ekoloji adına çözümler yani… Bu konu da maalesef, üç beş kahraman hoca dışında, mimarlara hiç öğretilmeyen bir alandır. Esas sorun burada!

Yani bir dünya güzeli var evde, ama bir bardak su getirmeyi bile bilmiyor. Hatta dökmeden yemek yemeyi bile beceremiyor. Mesut olabilmek içini boş ver, evde derin bir nefes alabilmek için bile Allah yardım etsin yani! Önce bize akıl veren yaratıcının, böylesine aptallıklara aldırmayacağını hiç sanmıyorum. Çünkü bu durum, yaratılmış olan, yani var olan bilginin aptalca inkarıdır. Bilmem anlatabildim mi?

Benim temel itirazım; yapılarımızın büyük çoğunlukla bir makyaj güzeli olmasına, ve içinde yaşamaya kalktığınızda, tüm boyaların akmasına! Foyasının çıkmasına… Öyle bir hanımefendinin hayatını sürdürebilmesi ise, hayli zengin ve hayli aptal bir eş gerektirmekte. İşte ülke olarak içine düştüğümüz durum budur. Evet, hem güzel olunur hem de bal gibi akıllı… Bunda hiç bir çelişki yoktur, örnekleri de çoktur. Tanrının bir itirazı olacağını da hiç sanmıyorum!

Güzel hanımefendinin yerine, süper adaleli ve üstelik yakışıklı, fakat sap derken saman deyiveren, üç kuruş kazanmayı bile beceremeyen bir asalak ta koyabilirsiniz. Ona da itiraz ederiz… Konu, elbette cinsel ayrımcılık yapmak değildir. Benzetmede latife olsun dedik!

EY JÜRİLER!

Maksat kötünün iyisini seçmek olduğunda, sahaya beş sıfır mağlup çıkmışız demektir. Bir jüri, “hiçbiri bizim birincimiz değil!” diyebildiğinde, seçerek değil, seçmeyerek verir en büyük dersini. Yoksa bu aymazlık, umursamazlık sürer gider. Tam tersine bir utanmazlık örneği olarak da, birinciliğe layık eser bulamayıp, tarihsel bir rezalet olan ikinci projesi inşa edilmekte olan Çamlıca camii yarışmasını örnek gösterebiliriz. Bu da, jüri olmanın yüz karası bir durumdur… Üstelik bilimsel ömrü 60 yıl olan zavallı betonarmeye başvurulduğu için, yüz sene sonra bir Cuma vaktine denk gelecek depremdeki katliamı düşünemeyen jüri olmanın!

Bu işler, bir çelik çomak oyunu değil, mimarlık ve insanlık adına tarihsel bir sorumluluktur. “Hadi bu sefer de görmezden gelelim. Ne yapalım eldeki malzeme bu!” laubaliliği kimseye yakışmaz. “Nefes darlığı var ama forması yakışmış” diye, takıma oyuncu alınmaz… Yanlış olanı tümden reddetmeyi bilmedikçe, doğruya ulaşılmaz. Dünyada bir tane olmak, literatürün en seçkini olmak değil, yerel koşulların ve akıl yolunun çözümü olmalıdır mesleki hedef. Arkası kendiliğinden gelir…

İNSAN GİBİ OLMAK!

Mimarlık nedir sorusu üzerine farklı zamanlarda yüzlerce sayfa yazdım. Boş zamanlarınızda göz atabilirsiniz. 1998’de kaleme aldığım ve bu yazının öncesinde ya da sonrasında okumanızı şiddetle tavsiye ettiğim “Mimarlığı Meslek Olarak Seçmek!” başlıklı, gençlere yol göstermek amacı ile yazdığım ve birçok dergide yayınlanıp yüzlerce genç ile tanışmama vesile olan makaleme şöyle başlamıştım. “Mimar dediğin nedir ki, insan yoksa içinde?” Evet, en kısa özeti; “insan gibi!” olmak ve davranmaktır. Yani; “her türlü bedensel fonksiyonu” sağlıkla yerine getirirken, aynı zamanda iyi huylu, sempatik ve olabildiğince bakımlı olabilmek veya güzel ya da yakışıklı görünmeye çalışmaktır.

Örneğin; bağırsakların işlevi muhteşem olsa da, güzelliğinden söz edilemez kolayca. Ama içine gizlendiği göbeğin estetiği, dillere destan olabilir. Ne var ki, işlevini kaybetmiş ise iç organlar, onu hiçbir güzel kılıf tedavi edemez, ömrünü uzatamaz. Kalıcı ve değerli kılamaz!

Normal bir insan bedeni, davranışı ve yeteneklerinden bahsederken, “peki doğuştan engelli olmak nedir?” derseniz, o bambaşka bir şeydir. O engel sanılan şeylerin, aslında hangi kapıları açabildiğine dünya tarihi şahittir. Bir sözüm ona engelsizin, hayal bile edemeyeceği başarılara imza atmışlardır. Onları yakından tanıdığınız zaman ise, “acaba kim engelli?” sorusu takılır aklınıza.

Engelleri bizzat yaratmaktır yanlış olan… Ben mimarlara, ellerimizle zorlaştırdığımız yaşam koşullarından, dolayısı ile kaçırdığımız başarı ve mutluluk fırsatlarından bahsediyorum… Yani insanlara dayattığımız, mimarca yanlışlarımızdan!

Evet, bana sorarsanız, hem kendi adımıza “insan olabilmek” hem de mimarlık adına “insan gibi” olmaktır; mesleğimizin ve yaşam serüveninin özeti.

Etiketler

9 yorum

  • celik-erengezgin says:

    “Mimar dediğin nedir ki insan yoksa içinde !” demiştim yıllar önce.. Bu yazının, sadece iki gün içinde ulaştığı okunma ve paylaşım sayılarına baktığımda, “mimarların içinde de ne çok insan varmış; kendisini ve mesleğini tarafsızca gözlemleyebilen diyorum” ve çok seviniyorum.. İnanın, beni hiç yanıltmadınız !…

    Her hafta mı dediniz ?.. Benden göndermesi, sizden değerlendirilmesi !.. Kim demiş paylaşımı beceremeyiz diye ?.. Hele bir masaya yatıralım sorunları, hele bir açık yürekle koyabilelim teşhisi ve gözden geçirelim davranışlarımızı, bakın o zaman neler değişiyor ülkemizde.. Ve ardından dünyada !..

    Hiç şaşırmayın !.. Sanıldığı kadar büyük ve ulaşılmaz değil dünya.. Bir doğrunun, ilk kez sizin aklınıza gelmesi ya da uygulanması, gayet olağandır.. “Vallahi bundan bizde de yok !” dediklerine çok kez şahidim.. Bu muhteşem ülkenin evlatları olarak, öncülük yakışacaktır !…

  • celik-erengezgin says:

    Haklısın.. “Kim için ?” temel sorudur.. Ve bu sorunun tek yanıtı; “insanlar için !”dir.. Yani; bütünsel mi bireysel mi, zengin mi fakir mi süzgecine başvurmadan, “tüm insanlar ve insanlık için..” Ve elbette içinde yaşadığımız doğa ve onun taşıyıcısı olan dünya için..

    Karşı çıktığımız, bunun dışındaki her türlü hedeftir.. Yoksa olay, nabza göre şerbete döner ki, felaketimiz olur.. Bu durumdan bir tek, geleceğin kara listesine aday bezirgan mimarlar, yapımcılar ve siyasi ortakları kârlı çıkar.. O kârlılığın mı, yoksa insanlığın mı peşinde olacağımıza karar vermeliyiz sevgili Mert !.. Tıpkı, çok nadir de olsa; aslen adalet olmayan hukuku adaletli kılmaya çalışan hukukçular ve tıp sanayii için değil, insan sağlığı için savaş veren doktorlar gibi..

    Nasıl ki her insan bir omurga taşıyorsa, ama bedeni, yer ve zamana ve elindeki imkâna göre farklılıklar barındırıyorsa, mimarlık da mevcut koşullardan nasibini alacaktır elbet. Ama sağlam bir omurgadan; yani kurgusal namustan, işlevsel başarıdan ve evrensel kaygılardan vazgeçmeden !..

  • emre-ozkan says:

    Çelik Bey,

    LEED ve benzeri derecelendirme/standart sistemlerinin yazınızda bahsettiğiniz “insan için mimarlık” ana fikrine olumlu katkılar yaptığını düsünüyorum. Çünkü toplumda ve inşaat dünyasında çevre ve enerji konularına hassas bir mimari bir kültür oluşturmak istiyorsanız, konuyla ilgili herkesin üzerinde mutabık kaldığı ölçülebilir, belgelenebilir, test edilebilir ve gerektiğinde güncellenebilir bir “standartlar düzenini”ni oluşturmanız gerekir. Yoksa bu önemli konular bazı idealist mimar ve mühendislerin akıntıya karşı kürek cekme gayret ve söylemlerinden öteye gidemez.

  • celik-erengezgin says:

    Emre kardeşim,

    Standart sistem ya da düzen dediğimiz şey, ne mimarlığı ne de insanlığı tanımlar.. İşe buradan bakmak gerek.. Mimari kitapların ağababası Neufert, bir insan için 60 cm gerekir diye söze başlar.. Acaba hangi insan ? Yedisinde mi yetmişinde mi, şişman mı zayıf mı, yürüyen mi koşan mı ?.. Üzgün mü sevinçli mi ?.. Duvarlar ne renk, ışık nereden geliyor ve ölçüler neden “algılara bağımlı parametrelerle”, durmadan değişiyor ? Hiç sorgulamaz !.. ( Mimarlık Laboratuvarı 1997 ) Yaşamsal gereksinim ve durumlar adına değil de yazılı kurallar adına dayatılan benzer standartların, mutluluk ve başarı sağlayabileceğine inanmak mümkün değildir.. Mimar olmanın hem zorluğu hem de güzelliği işte buradadır.. Mimar, ölçüleri de hayatı da yorumlayandır..

    İnanmadığı ilacı yuttuğunda iyileşen hasta da, doktoruna güvenmeyen çocuğu tedavi edebilen doktor da görülmemiştir henüz.. Bu tespit tıbbın itirafıdır.. Önce sevgi, ardından; deneyim, idrak ve oluşan güvendir işin özeti.. Kısacası; hayatın içinden geçen bir eğitimdir önemli olan.. Dayatılan şartnameler değil..

    Konuya diğer taraftan bakarsak, yani ismi lazım değil, anlı şanlı bir firmanın, betonarme ve gökdelen olmakla ( Gökdelen Sendromu 2009 ) sahaya birkaç sıfır mağlup çıkan bir camdan sarayı, en taze tarafından platin sertifika alabiliyorsa ülkemde, daha da düşünmek gerek. En üst mertebe buysa çok çok iyi düşünmek gerek.. O projeyi hakkaniyetle masaya yatırdığımızda, benim koşullarını sıralamaya çalıştığım “enerji mimarlığı” adına hemen sınıfta kalacağı kolayca görülebilir.. Platini buysa, Allah bakırından saklasın !.. Dalga geçer gibi bir sıralama yapılıyor maalesef.. Firma reklamından başka bir işe yaramıyor ve yine maalesef bu yüzden olay, paran kadar sertifikaya dönüşüyor..

    Yine de bir; öğretici ve özendirici, halkı da bilinçlendirici basılı bilgi ihtiyacı var deniyorsa, ona ben de katılırım. Ama, mutlaka kere mutlaka yerli ve sağlık öncelikli bir çalışma yapmak zorundayız.. Elalemin merhemi ile çözülmez bu iş.. Çok iyi bilindiği gibi, yine elalemin dayattığı “öldüren köpük” bir aralar baş tacımızdı.. Hatta hala revaçta…. Bir TRT canlı yayınında fena tartıştık malum birliğin genel sekreteri ile.. Bir güzel kınadık birbirimizi.. O yüzden hala çok sevişiriz !.
    .
    Ülkemiz, bu ve benzeri, alıştıra alıştıra bünyemize zerk edilen ve sonunda “ticari markaları dayatmaya dönüşen” cazip tekliflerden çok çekti yakın tarihinde.. Bir kere yutmaya gör o zokayı.. Çırpındıkça derinlere gömülür.. Aman dikkat !..

  • cem-yildirim says:

    Şimdi! Söyleyecek çok söz var. Çelik Bey’in yazısına yapacağım eleştirilerim genel olarak Türkiye’de eğitilen insanlara karşı da bir eleştiri olarak algılanmalı.
    Arkitera reklam çalışmaları için güzel platform. Bizler üretmek, ilerlemek istediğimizi söyleyen, ancak bu ilerlemeden ziyade bunun reklamlaşmasından keyif alan, haz duyan insanlarız. Bunun altında yatan neden tembelliğimiz mi yoksa daha az yorularak daha fazla duyulmak mıdır bilemem. Şu tür bir ifadeyi Türkiye’de görmek beni artık hiç şaşırtmıyor. “El yapımı paftalarımız sandık dolusu! Üstelik bilgisayarla tanışalı 33 yıl oldu. 86’da Autocad’de çizip ruhsat aldığım proje de sanırım ilklerdendir. Bir günde almıştım ruhsatı. Çünkü İmar Müdürü “bilgisayarda çizdiğine göre doğrudur” demişti… Hayal bile edilemezken mimari programlar, tam 40 yıl önce yazmışlığım var “Bilgisayar Nedir Ne Değildir?” diye Yapı Dergisi’nde. Merak eden bulur, okur. Ayıptır söylemesi, duayen sayılırım bu mecrada. …Dünya nerede biz neredeyiz umurlarında değil bu aslanların. Nereden mi biliyorum? 400 e yaklaşan ders ve konferansımın en az elli tanesi, mimarlık bölümlerinde gerçekleşti de ondan.”
    Genel olarak araştırmacılardan beklenen tavır araştırmasını sunmasıdır, kendi reklamını bu yazının bir köşesine sıkıştırması değil. Zaten okuyucu fikirlerini beğendiği, ya da karşı olduğu -ama adam akıllı fikir sunan- yazarın neler yaptığını inceleyecektir, yazara katılmamız için onun geçmişindeki ‘başarılar’ı bilmemize çok da gerek olmamalı. Okuduğumuz her makale ve denemenin içinde yazarın kendi geçmişi ile duyduğu gururu okursak cidden zaman kaybetmiş oluruz. Bu konuyu burada yazıyorum çünkü ülkede genel olarak rahatsız olduğum bir tavır. Siyasetçisi , sanatçısı, doktoru vs… Herkes işinin uzmanı olduğunu bu tür bir tavırla anlatmak zorunda kalıyor. Restoratörler, akademisyenler… Ve ne yazık ki onların yetiştirdiği öğrenciler. Daha yakın olduğum için mimarlık dünyasından daha rahat bahsedebiliyorum. Üniversite yıllarımda birçok eğitmenimden buna benzer ‘biz bu işi biliriz’ yorumlarından bıktım, ve hatta nefret ettim. Daha da kötüsü, yaşıtım mimarlar da o eğitmenlerini taklit eder olmuşlar, bu çok üzücü. Amacım bireysel olarak bir kişiyi rencide etmek değil, genel bir yanlış tutumun bizdeki potansiyelin önüne geçtiğini vurgulamaktır. Jüri kararlarından belediye açıklamalarına her alana sızmış bir ego. Ben de bir süre bu iğrenç egonun ‘benden iyi mi bilecek’ savunmasını çokça savurdum sağa sola. Gerçekten çok iğrenç.
    ***
    İkinci bir eleştirim yazınızdaki montaj ile alakalı. Konak Belediyesi yarışma projelerinden birinin altına yaptığınız yorumunuza karşı yazdığım iki cümlelik eleştirimi alıp üç paragrafa yayarak yazınıza monte etmeniz hoş olmamış.
    Link: http://rktr.co/1PWQzcE
    Yorum: “İki tarafın da eksik yorumladığını düşünen kaç kişiyiz…)
    Estetik kurgular olmadan teknik düzenlemeleri beklemek, ev işlerinde başarılı ama dünya çirkini birine aşık olmaya benzer Çelik Bey. Olur olmasına da, tanrı neden hem güzel hem de eli iyi iş yapan insanlar yaratmasın? (Burada cinsel ayrımcılık yapmıyorum, erkeğin ev işini iyi yapanı mühendislik harikasıdır.)”
    Yazınızdan bir bölüm: “Yani bir dünya güzeli var evde, ama bir bardak su getirmeyi bile bilmiyor. Hatta dökmeden yemek yemeyi bile beceremiyor. Mesut olabilmek içini boş ver, evde derin bir nefes alabilmek için bile Allah yardım etsin yani! Önce bize akıl veren yaratıcının, böylesine aptallıklara aldırmayacağını hiç sanmıyorum. Çünkü bu durum, yaratılmış olan, yani var olan bilginin aptalca inkarıdır. Bilmem anlatabildim mi?
    Benim temel itirazım; yapılarımızın büyük çoğunlukla bir makyaj güzeli olmasına, ve içinde yaşamaya kalktığınızda, tüm boyaların akmasına! Foyasının çıkmasına… Öyle bir hanımefendinin hayatını sürdürebilmesi ise, hayli zengin ve hayli aptal bir eş gerektirmekte. İşte ülke olarak içine düştüğümüz durum budur. Evet, hem güzel olunur hem de bal gibi akıllı… Bunda hiç bir çelişki yoktur, örnekleri de çoktur. Tanrının bir itirazı olacağını da hiç sanmıyorum!
    Güzel hanımefendinin yerine, süper adaleli ve üstelik yakışıklı, fakat sap derken saman deyiveren, üç kuruş kazanmayı bile beceremeyen bir asalak ta koyabilirsiniz. Ona da itiraz ederiz… Konu, elbette cinsel ayrımcılık yapmak değildir. Benzetmede latife olsun dedik!”
    Yazınızın geri kalanında bu tür esinlenmeniz yoktur diye ümit ediyorum. Yoksa hakikaten uzun ancak çok da yeni birşey anlatmayan yazınızı okurken harcamış olduğum vaktime daha da üzüleceğim. Ne yazık ki defterlerimizde sakladığımız yüzlerce kısa deneme ve onlarca makaleyi bu tür platformlarda yayımlayamama nedenlerimizdensiniz. Lütfen okuyuculara biraz daha saygı duyun. Bu platformdakilerin kimisi gerçekten okur insanlar.
    Saygılarımla

  • celik-erengezgin says:

    İki satır yazınızı üç paragrafa yayınca nasıl bir intihal oluyor ve sizde hiddet doğuruyor hiç anlamadım beyefendi.. Patent sahibi olduğunuzu tahmin edemedim.. Bendeniz tüm öğrencilerime ve dostlarıma, “hayat boyu, bana ait olan her satırı ve projeyi dilediğiniz gibi alın kullanın hatta altına isminizi yazın.. Bu bana sadece mutluluk verir” derken, ( web sitemizin ana sayfasında yazdığı gibi.. ) iki satırınıza sadece gönderme yapmak ve yorumlamak sizi sevindireceğine, bu kadar üzdü ise vallahi özür dilerim.. Bencilliğiniz göklerde maşallah.. Hakikaten, okurken harcadığınız vakte şimdi ben de üzüldüm.. “Sen onu dedin ben bunu dedim” minvalinde, uzun uzun kopyala yapıştır yaparak bu forumu takip edenleri yormanın ne alemi vardı onu da anlamış değilim.. İki satır kanaatiniz herkese yeterdi be kardeşim.. İkili bir mektuplaşma yeri değil ki Arkitera..

    Mimarlık mikrobunu taşıyalı elli yılı aştı. Sanırım reklama ihtiyacım da hayli azaldı.. Sizin için mahzuru yoksa, hasbel kader dost zenginiyim çünkü.. İğrenç kelimesini içeren kanaatleriniz gerçekten çok acıtıcı.. Acıtıcı yerine sizin ifadeyi kullanmak çok yanlış geldi.. Başka kelime mi yoktu dağarcığınızda ?.. Maksadınızın sadece eleştirmek olduğu, ama meslek adına öneride bulunmak olmadığı anlaşılıyor.. Meslek odalarımıza benzer bir durum yani.. İtiraz kuşu olmak yetiyor onlara da..

    Sanırım içinizi döktünüz ve rahatladınız.. En azından öyle temenni ederim.. Kendi deneyim ve kazanımlarınızdan bahsedecekseniz, seve seve herkes dinler.. Harcadığımız vakte üzüldük demeyiz saygısızca.. Anlatın bakalım gençlere, neler geçti hayatınızdan meslek adına.. Neler biriktirdi, yazdı ve çizdiniz dünyaya.. Aman efendim biz mani olmayalım, paylaşmamanızın da günah keçisi olmayalım Allah aşkına !.. Bir ara soyadınızı da lütfedin mahzuru yoksa.. Yüzünüzü de görelim. Bizim için kazanım olur.. Beni merak edenden çok olur merak edenleriniz, eminim.. Hemen yazarlar internete, çıkar ahvalimiz emvalimiz..

    Herkese “gurur duyacakları geçmişler” dilerim Cem kardeş.. Bu bir günah değil, dostça temennidir… Ama ne olur, sadece kişisel eleştiri adına harcamayın zamanınızı da, bu satırları da.. Konu mimarlık. Bireysel takıntılarımız değil.. Ve buyurduğunuz gibi, size anlamsız gelse de , bunca okuyana ve paylaşana, birlikte saygı duyalım lütfen….

    http://www.erengezgin.net

  • celik-erengezgin says:

    Evet Mert, her şey paramparça..

    Zaten bizim görevimiz de, parçaları ustaca birleştirebilmek.. Söyleyecek sözün bittiği yerde eylem başlar.. Bırak 50’leri, 60’ları.. Bu bir sinüs eğrisidir malum.. İner çıkar, yükselir, göçer.. İşin o tarafı, insan zaafıdır.. Düzden sıkılan, detaya sarar, karmaşadan yorulan, sadeliği arar.. Görsel farklılaşmanın, temel gereksinimlerimizle pek ilgisi yoktur maalesef.. Ne var ki mimarlık tarihi, görevler üzerine değil, genellikle görseller üzerine inşa edilmiştir.. Her dönemin, göreceli olarak iyileri olmuştur elbet. Daima birileri, o davranışın piri ya da içine edeni olarak anılmıştır.. Davranışın doğruluğu ise pek sorgulanmamıştır, yine maalesef..

    Artık günümüzde, yerel faktörlerin etkisini de harmanlayarak fakat evrensel ve yaşamsal faktörleri katiyen unutmayarak çözümler üretmek zorundayız.. Akımlar, biçimsel etiketler, umurumuzda olmamalı.. Temel dürtümüz, var olmanın kuralları, bağımsız yaşamanın şartları olmalı.. Mekân, yaşama kılıftır sadece.. Onu kolaylaştıran, yaşanabilir kılan ve elbette mutluluğa da vesile olan.. Yani artık bireysel yol değil, toplumsal yol, ya da ülkemizin ve vatandaşlarımızın tüm beklenti ve gereksinimlerini karşılayacak formüller içeren çözümler olmalı tasarımlarımızın ana fikri.. Dedik ya bu işin özeti ; enerji ve ekoloji.. Güzellik göreceli olsa da, elbette arka planda değil.. Ama, yegane kurtarıcı hiç değil !.. Bence, göreceğiz bu değişimi.. Çünkü görevler alacağız hep birlikte..

    Haklısın, o devrimin eşiğindeyiz..

  • emre-ozkan says:

    Çelik Bey,

    Benim kastettiğim Neufert gibi ölçü standartları veya katı imar kuralları, yönetmelikleri değil. Yeşil mimari uygulamalarının inşaat sektörünün ilgili her kesimi tarafından anlaşılıp kolayca uygulanabilir hale getirecek referans standartlar. Bu referanslar belli bir marka dayatmazlar. Mesela verdiğiniz boya örneğinden yola çıkarsak, elbette mimar tecrübeleri ışığında mekan için en uygun boyayı seçer ama acaba seçilen boyanın içindeki kimyasallar insan sağlığına zararlı mı, mekanın en verimli şekilde aydınlatılması için hangi kriterleri dikkate almak gerekli gibi konularda tasarımcı, uygulayıcı, kullanıcı ve imalatçıları ortak bir zeminde buluşturmaya yardımcı olan ölçülebilir ve kontrol edilebilir referansların olması lazım. Rahmetli mimar Turgut Cansever de mahalli mimarimizden örnekler verip “standartlar düzeni” oluşturmamız lazım derken bunu kastediyordu bence.

    Bahsettiğiniz cam bina hangi bina bilmiyorum, ama söz konusu referanslara gerçekten uyulduysa en üst seviyeden sertifika almaya hak kazanmış olabilir. Şu zamana kadar bu standartların yerli olanının geliştirilmemiş olması çok üzücü bir durum.

  • celik-erengezgin says:

    Kireçten plastiğe giden yolda, çoğu boyanın yatacak yeri olmasa da, ben boya örneği vermedim sevgili meslektaşım.. Köpük dedim.. Düpedüz polistiren köpük dedim.. Yüksek yangın riskine ilaveten, hava da geçirmeyen bu malzeme, senin bahsettiğin “kendisini yeşil sanan” standartlarca en az elli yıldır fena halde desteklendi dünyada ve Türkiye’de.. Nereden mi biliyorum ?.. Tam 51 yıl önce Almanya’da çalıştığım mimarlık bürosunda iken sakladığım reklam sayfasında, çok ünlü bir köpük markası, fotoğrafladığı mürekkep geçirme testi sonucunda, aşağıya damlatanın yanında kendisini “hiç damlatmayan” marka olarak gösteriyor yani “hiç hava geçirmediği” ile övünüyordu..

    Ve bu ticari odaklı bilgisiz destek maalesef bu kez, “en iyi köpük vallahi benim köpük” söylemi ile bal gibi marka dayatmasına dönüştü.. Hollandalı bilim adamı Michael Braungard; “iyi halt ettik, mükemmel bir yanlış yaptık. Çünkü Avrupa’da çocuklarda astım oranı % 50 arttı” diyene kadar..

    Ülkemizde de bazı cahil bankalar ve kınadığım örgüt, “imalatçıları da üyeleri arasında olduğu için” ortalık yerde ve her defasında benle kavgayı göze aldı.. Canları sağ olsun !.. Doğru bir tanedir..

    Duvar yüzeyinde veya aralığında, yıllar içinde kendiliğinden ya da sadece ses titreşiminden çöken ve en küçük lif boyu 5 mikronun altında olduğunda, nefes yolu ile ciğerlerimize giren ve dolayısı ile kanserojen olan izolasyon şiltelerine hiç girmiyorum.. Bütün bunların doğru alternatifi yok mudur ?.. Elbette vardır.. Hatta daha ekonomik olanları bile.. Ama önemli olan, hangilerinin daha kârlı olduğudur maalesef..

    Sevgili Turgut Cansever hocamı ben de rahmetle anıyorum.. Kendisinin çok değerli katkısı ile, ülke planlamasına dair önemli hesaplamalarımız oldu.. Her konferansımda kullandığım, ülkeyi boydan boya geçen yaklaşık 10 km eninde bir alanda, 70 milyon insanın iki katlı bahçeli evlerde yaşayabileceği gerçeği çıktı ortaya.. Yani ülke alanının % 1.75’inde.. “06-03 Bir Ülke Nasıl Yenilenir 2002” başlıklı makalemdeki tablolar detaylı açıklama içerir..

    Mahalli özellikleri standartlara kavuşturmak değildi Turgut hocamın amacı.. O özellikler; yerel, coğrafi ve iklimsel koşullar olarak mimariyi ister istemez zaten etkiler.. Kurallara bağlanarak değil.. Yoksa, günümüzde marifet sanılan, içeriksiz; Osmanlı-Selçuk özentisi binalar çıkar ortaya..

    Farklı firma ve mimarlara ait birçok benzerleri gibi o dediğim bina da, Rönesans İnşaatın öğündüğü ve geçenlerde Leed Platin alan binasıdır. Evet, cam enerji üretir. Ama bu detaylara sahip, yani o enerjiyi bile kullanamayan, tersine, o fazlasından kurtulmak zorunda olan bir camdan sarayın, “yeşil binayım” deme şansı, eşyanın tabiatına aykırıdır.. Lütfen birkaç makaleme göz atınız.. Tek başına ısıtmak ve soğutmak derdi, dev bir sorun haline geliverir çünkü. Özetle ve tekraren; enerjisinin yarısını bile üretemeyen, tek şansı olarak, satın aldığı fosil ya da pek yakında alacağı nükleer enerjiden %38 tasarrufla övünebilen, bu kadarı da platine yeten bir binadan bahsetmekteyiz..

    Adeta her gün “bir büyük” deviren alkolik, “bir duble” eksik içmeye başladığında, “alkolden kurtuldu çok şükür !” diye sevinmemize benziyor bu durum..

    Evet mevcut standartlara uyduğu için almıştır o ödülü.. Benim temel itirazım da zaten o standartların yetersiz ve eksik olduğuna dairdir.. Elbette yerlisine, ama terazisi doğru olanına ihtiyacımız var.. Sanırım üç beş yüz sayfa yazdım sadece bu konuda ve yıllarca anlattım her platformda..

    Yine elbette mimarlık, laf üretme sanatı değildir.. Enerji Mimarlığı içerikli projelerim de 90’ı buldu çok şükür.. Lütfen bu sözleri marifet sergileme olarak almayınız.. Hepsi web sitemde, görselleri ve “03-77 Enerji Mimarlığı Serüveni 2014” başlığı altında, gerekçeleri ile kayıtlıdır.. Sanırım Arkitera’da bir sonraki paylaşımım “Enerji Mimarlığının Temel Gerekçesi 2015” başlıklı, sondan bir önceki yeni makalem olmalı.. Yıllar boyu anlattıklarımın özeti niyetine !..

    Bu açıklamalara vesile olduğunuz için teşekkür ederim..

Bir yanıt yazın