Mimarlığın pratiği ve mevcut iş modellerinin günümüz mimarlığını ne yönde etkilediği üzere bir inceleme yazısı.
Mimarların çalışma koşulları, düşük ücretler, olmayan yan haklar, proje bazlı iş yapmanın kendine özgü yapısal sorunları… Bu ve benzeri şikayetler pek çoğumuzun deneyimlediği ve yakın çevresinden duyduğu şeyler. Dikkat çekici olansa bu şikayetler sadece emekçi olarak nitelendirilen hiyerarşinin alt kısmındakilere özgü şikayetler değil bilakis zincirin en üstündekiler de benzer şikayetleri sıklıkla dile getiriyorlar. Söz gelimi genel proje maliyeti içerisindeki tasarım hizmetlerinin çok küçük bir yüzde tutması büyük mimarlarından sıklıkla şikayet ettiği konulardan… Peki bu sorun toplumun ya da hizmet verilen sektörlerin tasarıma değer vermemesinden mi ibaret? Rekabetin bol olduğu piyasada ofisler iş alabilmek adına fiyat kırarak, kar marjlarını düşürerek domino etkisine sebep oluyor ve bizleri bir kısır döngü içine mi sokuyor?
Sorunun toplumsal kısmına verilecek cevap günler geceler boyunca tartışılacak bir tartışmanın fitilini ateşleyebilir ama benim odaklanmak istediğim konu mimarlığın mevcut iş modelleri modern dünya ve ekonomiyle ne kadar uyumlu ve verimli. Söylem olarak son derece ilerici olan ve zengin bir külliyata sahip olan bu disiplinin uygulanışı ve mevcut iş modelleri üzerinden değerlendirilmesi çoğunlukla es geçilmiş bir konu. Şikayetler ve dertler çoğunlukla ortak ancak iş modeli nasıl olmalı konusu pek popüler bir konu başlığı hiç olmadı. Uzun zamandır bu konu hakkında düşünen biri olarak bu yazı benim için de kafamdaki dağınık düşüncelerin belli bir forma sokulması anlamında ilk olacak.
Öncelikle şunu belirtmekte fayda var; ben kendi adıma mimarlığın meslek olma niteliğini yitirdiğini düşünüyorum. Bugün geldiğimiz noktada mimarlık bir zanaat ve disiplin olma durumu arasında gri bir alanda konumlanıyor. Zira tekelleşmenin yoğun olduğu, kişi kültünün yüceltildiği pek çok sektör gibi son derece verimsiz bir ekonomik model üzerinden işleyişini sürdürmekte ve çağdaş üretim ilişkileri içinde kendine pratik olarak alan açamamakta tam tersine bunu söylem üzerinden sürdürmeye çabalamaktadır.
Ofislerin İşleyişi
İstanbul’daki mimarlık ofisleri arasında yapılacak kısa bir hop-on hop-off turunun neticesinde dikkat çekecek ilk unsur bu ofislerdeki 30–35 yaş üst çalışan sayısının azlığı olacaktır. Bu gösterge bakmasını bilene dolaylı yoldan pek çok şeyi ifade eder. Tecrübe ve bilgi birikiminin mimari bir ofisin işleyişinde rolü yoktur. Sözgelimi 2–3. senesine gelmiş çalışanların ileride almaları muhtemel büyük(!) kıdem tazminatları öngörülerek mobbinge uğramaları falan günlük hayatta yer edinen uygulamalardandır.
Sunulmaya çalışılan hijyenik, elegant kimi zaman avangard havaya rağmen bu ofisler, formaliteden İK barındıran bir patron şirketi modeli olarak organize olmuşlardır. Zira kişi kültünün temel oluşturduğu iş alma-yapabilme potansiyeli, kendi özgün dinamiklerini beraberinde getirir. Bunlar arasında takım çalışması, kolektif bilinç, profesyonellik gibi kavramlara pek yoktur, şanslıysa bazıları teslim paftasında kendine yer bulur.
İnsanların kendilerini markalar ve şirketler üzerinden konumlandırdığı bu çağda şirketlerin iyi çalışanları ellerinde tutabilmek adına dolgun maaşların yanı sıra pek çok yan hakkı da sunması yaygın bir uygulamadır. Bunlar arasında özel sağlık sigortaları, araç tahsisi, kıyafet çekleri, çalışanın kendini geliştirmek adına gideceği kursun ücretinin şirket tarafından karşılanması yaygın örneklerdir. Daha uç örnek olarak kira desteği, çocukların okul masrafının karşılanması gibi örnekler de yer alabilir ama bunları ele almaya gerek yok.
Toplumu dönüştürme ve geliştirme iddiasında olan, dahası bu konuda ön sıralarda olmak isteyen mimarların, çevrelerine ne sunabildiklerine bakmak yerinde olacaktır. Yukarıda sayılan yan haklara sahip kaç çalışan var, firmalar bu olanakları gerçekten çalışanlarına sağlayamayacak kadar düşük kar marjlarıyla mı çalışmaktadır? Bunlar akla gelen ilk sorular. Peki böylesine zor şartlar altında insanlığa hizmet etmeye çalışan mimarlar topluma gerçekten bir şey sunabilir mi? Zira Covid-19 sürecinde mikrobiyolog ve doktorlardan daha çok canlı yayına katılmış bir kitleden bahsediyoruz.
Mimarlığın hak ettiği saygıyı görememesi, verilen emeğin maddi karşılığını alamaması gerçekten sadece toplumun buna gereken ilgi ve değeri verememesiyle mi alakalı? Gerçekten işverenler mi vizyonsuz ve işten anlamazlar? Yukarıda yazdıklarımı düşününce bunun altında yatan sebep bana toplumdan ziyade yanlış bir örgütlenme şemasının ürünü gibi geliyor. Mimarlık günümüz itibariyle kişi kültünün ön plana çıktığı, profesyonelliğin geri planda kaldığı, 21. yy. şirketleri yerine butik işletmeler mantığıyla işletilen, tekelleşmenin yüksek, yaratıcı yıkımınsa neredeyse hiç olmadığı bir sektörün içine düştüğü çıkmazın karakteristik özelliklerini taşıyor.
Akademi
Peki ya mevcut üretim ilişkileri içerisinde mimarlığın akademisi nerede konumlanıyor? Akademi kendi içinde verimli ve üretken olmak konusunda sıkıntı yaşamasa ve her daim nitelikli ürünler ortaya koyabilse dahi sektörel anlamda etken değil edilgen bir pozisyondadır. Kendi çizdiği sınırlar içerisinde kendi metotlarıyla var olma çabası içerisindedir. Burada kritik olan gerçeklikse akademinin kendine çizdiği sınırlardır. Zira pseudo-marksist dünya görüşünün hakim olduğu bu oluşum iş dünyası ve sektörle bir arada olmaktan, birlikte anılmaktan hoşlanmamaktadır.
Buradaki örgütlenme biçimi ve varoluş motivasyonu Orta Çağ manastırlarına oldukça benzer. Günahkar dünyadan ve şehir hayatından kaçan bir grup keşiş dağın zirvesine sıradan insanların ulaşamayacakları bir tapınak inşa eder. Dünyaya kapalı ve kendi kendine yetebilen bu tapınaktaki öğrenim ilişkileri tamamen usta çırak metodolojisi üzerinden kurgulanır. Tabii buradaki usta-çırak ve cemaat ilişkilerini mimarlığın hijyenik ortamıyla birlikte düşünüldüğünde cemiyet olarak ele almak ve hayal etmek çok daha isabetli olacaktır. Tapınağın büyük gizemine ulaşmak için usta-çırak ilişkisi uyarınca senelerce günde bir tas pilava tapınağın temizliğini ve gündelik işlerini yapmakla yükümlü olan gençler her zaman fazlasıyla vardır.
Üniversitemdeki diğer fakültelere gittiğimde o alanda başarılı olan şirketlerin kariyer günleri altında fakültede yer aldığını öğrencilerle sürekli iletişim halinde olduğunu gözlemlemişimdir. Ne var ki mimarlık fakültesinde işler böyle yürümez, usta-çırak ilişkisinin dışına çıkmış ve kurumsallaşmış firmalar sevilmez oralarda çalışanlar hakir görülür. Öykünülen ve övgüye mazhar olansa girerken sigortam asgariden mi yatar hiç mi yatmaz acaba sorusuyla girdiğiniz tasarım ofislerinde çalışmaktır.
İnsanların geçimlerini sağlamak için yaptıkları işlerle manevi bağ kurması ve anlam yüklemesi başlı başına oldukça sıkıntılı bir durum. Eğitimin temel motivasyonu olarak bunu empoze ettiğinizde ise günümüzdeki sömürü düzeninin taşlarını döşemiş oluyorsunuz. Başta mimari tasarım olmak üzere yüksek lisans başvurularının rekor derecede artması, fakülteden sonra iş hayatına giren yeni mezunların hayal kırıklığının bir göstergesi olabilir mi acaba? Eğitimin merkezine salt tasarımın yerleştirildiği, öğrencilere iş insanı olma motivasyonunun yüklenmediği dahası bu motivasyonun müteahhitlikle eşdeğer olarak sunulduğu bir eğitim anlayışının neticesinde yeni mezunlar için akademide yer kapma yarışından başka seçenek kalmıyor. Bu, müzik sustuğunda herkesin koltuk kapmaya çalıştığı o oyuna ne kadar da benziyor.
Mimarlık eğitiminin iş dünyasını dışlayıcı ve merkezine tasarımı yerleştiren tutumunun elde ettiği somut bir başarı var mıdır acaba? Bu tutumun neticesinde öykünülen tasarım ofislerinin tartışmalı projeleri yapması ya da mimarlık dünyasında tartışmaya açılması sağlanabilmiş midir? Oyun kurucu ve asıl aktör olmak yerine her gün dış dünyayla arasındaki duvarın yüksekliğini arttıran bir anlayış daha revaçta gibi.
Ancak gelecek nesillerin şu an için trend olan profesyonellikten uzak, kişi kültleri ardında şekillenen bu iş yapma biçiminden uzak durması, starlara öykünmemesi, yapılı çevreyi değiştirirken kendini de değiştirmeyi ve geliştirmeyi başarabilmesi için tasarımı bir usta-çırak ilişkisi çizgisinin dışına çıkarması gerekiyor.
Sonuç
Özetle demek istediğim, derslerde eleştirilen ve ortaya konulan anti-kapitalist tutum bu mesleği kapitalizmden çok daha ilkel bir üretim ilişkisine hapsediyor. Orta Çağ usta-çırak ilişkisi… Mimarlık gibi tamamen sermaye ve şirketlerin himayesinde gelişen bir mesleğin akademisinin tutunduğu bu tavrın kendi içindeki çelişkisi başka bir yazının konusudur. Ama sebep olduğu sorunlar ve mimarlık ortamı ise bu yazının ele aldığı yegane konudur. Zira çalışma ortamımızı düzenlemeden nitelikli ürünler ortaya koymak bence pek mümkün görünmüyor.
Şunun altını da çizmek lazım, mimarlık sermaye olmaksızın kendi işini kurabilme anlamında diğer pek çok mesleğe nazaran ciddi potansiyeli olan nadir mesleklerdendir ve piyasanın kişiyi yönlendirdiği yegane durum da kendi işini kurma zorunluluğudur. Bu durumda bugün bu ofislerde çalışan herhangi biri yarın kendi işine sahip olabilir ama bu yazıda bahsedildiği üzere ya da tasvir edildiği şekliyle patron olmak birinin kötü adam olacağı anlamına da gelmemektedir. Dahası bu yazının amacı ofis sahiplerini ya da belli bir kişiyi kötüleme amacı da gütmemektedir. Onlar şekillendirmeyi hayal ettikleri toplum içerisinde makro-ekonomik gerçeklerin şekillendirdiği kimseler çoğunlukla.
Böylesine tarih geçmişi, birikimi olan bir mesleğin bugün içinde olduğu durum, alanda çalışan insanları sürüklediği ruh durumları, yeni mezunlara sunduğu yaşam standartları beni ciddi manada düşündürdüğü için bu yazıyı kaleme aldım. Zira parametrik tasarımların, kentsel teorilerin havada uçuştuğu, gelecekte keşfedilecek uzay kolonilerindeki yaşamı tasarlama iddiasında olan bir mesleğe bence bu şartların hiçbiri yakışmıyor.
3 yorum
Yankı Bey durumu o kadar güzel anlatmış ki…
“Günahkar dünyadan ve şehir hayatından kaçan bir grup keşiş dağın zirvesine sıradan insanların ulaşamayacakları bir tapınak inşa eder.”
Bayıldıum bu tabire. Bence doğru.
Yazı için teşekkürler. Ben çok beğendim.
Bu yazıyı bu kadar geç keşfetmek benim için üzücü. İçinde bulunduğumuz durum çok iyi anlatılmış bence.
Ben pek anlayamadım görüşlerinizi, akademi mi kötü, piyasa mı? Sanki piyasa iyiymiş de akademi kötüymüş gibi bir tablo çizmişsiniz: akademi piyasa gerçekliğine yabancı kalmış, geride kalmış, ayak uyduramıyor ve uydurmamakta da direniyor. Keşke böyle olsaydı derim ben de, ya da biizm büyük sorunumuz bu olsaydı,, akademi anti kapitalist, pseudo Marksist, orta çağ usta çırak ilişkisi VS. Bu yorumlar ilginç doğrusu. Ben akademide, mimarlık eğitimde büyük sorunlar görüyorum, ama bunları değil. Tartıştığınız tam olarak nedir? Üniversite tabi ki piyasadan farklı olacak, mimarlık eğitimlerinde bu konuda bahsettiğiniz gibi özgün bir namımız varsa, ben bunu ancak yetersizliğiyle, daha fazla, dha gerçek olmayışıyla eleştiririm. Elbette soyut, teorik, ilkeler düzeyinde tasarım eğitimdir Mimarlık. Bunlarla donanırsınız ve iş hayatına çıkarsınız, kendinize bu donanımlarınızı gerçekleştirebildiğiniz bir alan ya da kırıntısı buldunuz buldunuz, bulamadınız, “aşağılanmanın” ve/veya “onurlu” yaşamanın bin bir yolu var hayatta kalmak için, bu piyasa mimarlığı yapmak da olablir, akademide olmak da olabilir, fayans mutfak veya limon satmak da.