Sessizliğin olduğu yerde sesin, boşluğun olduğu yerde mekanın kıymeti bilinir.
Hep dinlemeye alışık olduğum bir şarkının; arkada çalınan ama bulunduğunun farkına varmadığım bir enstrümantal “solo” müziğini duyunca, şunları düşünmeye başladım: Her bir dinletinin -çalındığı zaman- egemen bir enstrümanı vardır. Biz de onu dinlerken kulağımıza en çok o enstrümanın sesi geliyor ve arka plandaki yardımda bulunan diğer enstrümanlar ise yok sayılıyor. Gel gelelim bu egemen çalgıyı alıp tek çalalım, ne oluyor? Bu sefer söz konusu çalgımızın sihirli etkisi kayba uğruyor. Bunun aynısı, mimarlık için de geçerlidir.
Soyut sanat biçimleri; ritim, oran ve harmoniye dayanır. Bundan hareketle; mimarlık ile müziğin de aynı sanatsal özellikleri paylaştığını görmemiz mümkündür.[1] Rönesans mimarı Leon Pasta’ya göre, göze hitap eden her değer (özellik) aynı zamanda kulağa hitap etmektedir. Müzikte ritim, bir bestede tekrar çalınan bir ses veya ezgi bütünüdür. Mimarlıkta ise, bir yapıdaki katılar arasında eleman, boşluk, aralık ve formların tekrarlanmasından bize aynı ritim açıkça görünebilmektedir. Müzikal örüntü de bize ses çeşitliği ve birçok enstrümanın çalınmasından kaynaklanan melodiyi göstermektedir. Mimarlıkta da bu melodi çeşit çeşit maddenin birbirine karışmasının ürünüdür.[2]
Müzikte harmoni, üretilen ses dengesi, dağıtımı ya da iç parçaların birbirine uyumlu gitmesinden ibarettir. Parçalar arasındaki ilişkiyi gösteren oran müzikte notalar veya dönemler arasındaki mesafeleri de gösterir. Müziğin hareketli özelliğini gösteren dinamiktir. O da bir binanın ya da kütlenin cephesinde görünen bölümdür.
Sessizliğin olduğu yerde sesin, boşluğun olduğu yerde mekanın kıymeti bilinir. Spor sahası veya ruh sağlığımızı besleyebilen açık hava alanı olmayan bir sürü kocaman bina ve sitelerde yaşamayı düşünmek bile zor. Müzikte de aynı durum geçerlidir. Çünkü müzik yaparken verdiğimiz birkaç saniyelik aralar bile dinleyiciye daha etkili ve bazen de müziğin kesintisiz devamından daha hoş geliyor.
Aslında, kulak ile boşluk arasındaki ilişki düşündüğümüzden fazla derindir. Steven Holl’un deyişiyle, her birimiz metruk bir harabenin kapkaranlığında su damlalarının yaptığı sesi duyunca; kulağın, karanlığın yarattığı boşluktan ses çıkaracak kadar son derece muktedir ve olağanüstü olduğuna şaşıracaktır. Kulak vasıtasıyla çizilen bu ses alanı, aklımızda belli bir şekil alarak kalıyor. Dolayısıyla; karanlıkta görebilen bir tek yarasa değildir.[2]
Antik Mısır tapınaklarında firavunların sessizliğini hayal edebildiğiniz gibi, kûtî katedrallerin sessizliği içinde bitmiş bir kûtî ilahinin sesini duyup Partenon duvarlarında da Roman bir ayağın yere vuruşuyla adım sesi işitebilirsiniz. Mimarlıkta sessizlik hassas bir konudur. Şöyle ki, sessizliği iyice algılayıp anımsamak tüm dış gürültüyü susturmaya sevk eden mimari bir deneyimdir ve güçlüdür. Çünkü o kendi varlığımıza dikkat çekiyor. Yani, sanatın her alanında olduğu gibi bize temel birliğimizi hissettiren sessizliktir. [2]
Mimarlık bir anlık olsun çıkıp giden eşzamanlı bir olgu değildir. O, utangaç bakire gibidir, her şeyini aynı anda doğrudan açığa çıkarmadığı kadar; yavaş yavaş açıklanacak, yaşanacak bir tecrübedir. Zaman ve boşluk alanları ortak bir takım sanat eserlerinden oluşur. Tıpkı müzikte olduğu gibi, o ki zaman içinde bir gösterme aracıdır. Mimarlığın da müzik gibi eğlendirici bir sürpriz yanı vardır. O an şarkı mırıldatacak kadar kendini sana beğendirebilir. Şöyle ki, dışardan bir yapının mimarisini beğenmekten ziyade o yapının içi daha cazip ve beğenilir hale gelebilir.
Ben şahsen ilk defa duyduğum ve bestesinde sonradan çalınacak müziği öngöremediğim şarkıları daha çok severim. Bu müzik ile mimarlık -sessizlikten sonra olanlar- nitelenmesi olmayan her şeyin nitelemesine daha yakın durmaktadır.
[1] Mutual Relation Role Between Music and Architecture in Design; Khaled Mohamed Dewidar, Amr Farouk El-Gohary, Maged Nabeel Aly, Hebatallah Aly Salama.
[2] Music, space and architectur; Maarten Kloos and Machiel Spaan