Danimarkalı yönetmen Jorgen Leth’in 1967 yapımı kült filmi “Mükemmel Adam/Det Perfekte Menneske” insanı tanıtan bir nevi kısa belgesel olarak nitelendirilebilir. Mekan ve zamandan soyutlanmış, sınırı olmayan beyaz bir fonun önünde “mükemmel adam” film boyunca yürür, zıplar, düşer, yemek yer, tırnak keser, tıraş olur, yani günlük rutinleri dışında olağanüstü hiçbir şey yapmaz. İyi giyimli, temiz traşlı, güzel yemekler yiyen, güzel bir kız arkadaşı olan mükemmel adamın belki de mükemmelliğini bozan tek şey vardır. O gün öğrendiği ama henüz anlamadığı ama ileride anlamayı ümit ettiği bir şeydir bu. Ne olduğunu ise filmde öğrenemeyiz.
*Mükemmel adam filminden bazı kareler. Mekan tanımlamayan sınırsız beyaz bir arka fon önünde mükemmel adam yemek yer, dans eder, kız arkadaşı ile vakit geçirir.
Ünlü yönetmen Lars von Trier, Jorgen Leth’i hocası olarak niteler. Filmi “mükemmel adam” ise ona göre bir baş yapıttır. Yaklaşık kırk sene sonra Jorgen Leth’ten emekliliğini bir kenara bırakıp “mükemmel adam”ı tekrar çekmesini ister. Ama bu sefer kendi koyacağı beş farklı kurala uyacak şekilde beş farklı versiyonda. İşte Lars Von Trier’in “5 engel” filmi aslında bu 5 kurala göre Jorgen Leth’in yeniden çektiği “mükemmel adam” filmidir. Filme daha detaylı devam etmeyeceğiz ama izlemeyenler için mesela Trier’in uyulmasını istediği ilk kural hiçbir sahnenin 12 kareden fazla sürmemesidir. Bir saniyede ortalama 24 kare olduğu düşünüldüğünde yaklaşık yarım saniyede bir sahnenin değişmesi gerekmektedir. Kulağa ilk başta çok zor gelen bu kuralı Leth, gerçekten müthiş bir ritimle zekice kurguladığı bir başka baş yapıta dönüştürür.
*Trier, ikinci engel olarak Leth’ten Bombay’ın en sefil mahallesine gidip bir duvarın önünde mükemmel adamın yemek yeme sahnesini çekip, bizzat kendisinin oynamasını ister. Leth, sahneyi çekerken duvar yerine mahalleli ile arasına yarı şeffaf bir örtü koyar. Bu, mükemmel adamın yemek masası ile, daha önce hayatlarında bırakın böyle bir yemeği, masada bile yemek yememiş insanların arasında tek taraflı bir iletişimi(mahallenin mükemmel insanı seyredebilmesi) ama aynı zamanda mükemmel adamın sterilliğini sağlaması ile orjinal filmdeki soyut beyaz fonun yerini alır.
Buraya kadar kusursuz ya da mükemmel adamın sinematografik hikayesini özetledik. Aslında mükemmel adam filmi ile modernizm ya da modern paradigmalar arasında önemli benzerlikler vardır. Hatta denebilir ki modernitenin kavramsallaştırma için başvurduğu tüm soyutlama/yalıtma teknikleri bu filmde görsel olarak kullanılmıştır. Zaten film bir mekanı değil, zihnimizde kavramlarla düşünürken kullandığımız soyut zemini fon olarak kullanır.
Ve tam da burada modernizmin düştüğü yanılgıya düşer. Kavramlaştırma bir çeşit yalıtma gerektirir. Kavramı, bulunduğu zeminden, dolayısıyla bağlı olduğu tüm ilişkilerden koparıp tekilleştirmek zorundadır. Burada yanılgıdan bahsederken düşünsel anlamda bir yanılgıdan bahsediyoruz. Pratikte ise bu yalıtma, tekilleştirme ya da indirgeme durumu çok hayati bir öneme sahiptir. Örneğin zehirli bir yılandan kaçmanız gerektiğini öğrendiyseniz bu tam olarak deneyim sırasındaki üç metre uzunluğunda, belirli bir kalınlıktaki siyah yeşil desenleri olan yılandan kaçmak gerektiği olarak kavramsallaştıramazsınız. Çünkü o zaman kırmızı renkli daha kısa bir yılandan kaçmadığınızda ısırılıp zehirlenme şansınız yüksektir. Yılan kavramını bulunduğu bağlamlardan koparıp asgari müşterek özellikleriyle bir kavram olarak yalıtırsanız tüm yılanlara karşı dikkatli olabilirsiniz. Bu da hayatta kalmanızı sağlayan beynin çalışma prensiplerinden biridir. Kant kendi felsefesinde bu kavramsallaştırmaları zihnin nasıl inşa ettiğini açıklamada çok başarılıdır. Aynı zamanda kavramsallaştırma işleminin özneler arasında nasıl nesnel ve evrensel olabileceğine açıklama getirmesiyle de devrimci bir görüş ortaya koyar (Bizzat kendisi bunun felsefedeki Kopernik devrimi olduğunu söyler)
Ancak modern paradigmaları oluşturan ilkelere bu yalıtılmışlıkları kullanarak başlarsak, gerçek dünyadan ziyade zihnimizde kendi yarattığımız dünyanın koşulsuz kabulüne varan hatalı bir yola sapma ihtimali yüksektir. Modernizm bu yola erken sapmıştır. Aynı mükemmel adamdaki gibi kusursuz bir felsefeyi kurmak isteyen Descartes, hem bu sapmanın hem de modernizmin başlangıcının müsebbibidir. Felsefeye öyle bir yerden başlamak istemiştir ki matematik kadar kesin şüphe edilemeyecek bir altlığa sahip olabilsin. Bir matematikçi de olması vesilesiyle bu onu yalıtmanın en uç noktasına kadar götürmüştür. Şüphe ettiği ve kesinliklerine güvenemeyeceği, duyu organları ile elde ettiği bilgilerin hepsini çöpe atar. Geriye elinde sadece şüphe edebilme edimine sahip bir “şey” kalır. Bu şüphe etme/düşünebilme yetisi düşünen bir şeyin varlığının yani var olduğumuzun kanıtıdır. Düşünüyordur, öyleyse vardır. Bu “düşünen şey”, bir çeşit ruh, zihin ya da tözdür. Yer kaplayan, mekansal, maddesel bir şey değildir. Ve modernizmin tüm ikilikleri buradan kök salmaya başlar.
Zihin, artık mekana/maddeye tabi olmayan “cogito”dur. Geri kalan madde ise “res extensa”dır. Yani uzayda “yayılan şey”/ “extended thing”. Bu, zihni ya da ruhu oluşturan tözden farklı bir tözdür. En önemli özelliği uzayda “yer kaplaması”dır. İşte burada zihin/beden ikiliğinden sonra modernizmin ikinci dualitesi oluşur. Boşluk ve doluluk. Nesne ya da madde boşluğun tezatı, onda yer kaplayanıdır. Bu fikir Antik Yunan’da Demokritos’tan miras atomcu modelle birleşir. Atom, bu yer kaplamanın olabilecek en küçük birimidir. Çünkü bir boşluk varsa, onu doldurabilen “şeyler”i oluşturan bir “şey” olması gerekir.
Şimdi boşlukta yer kaplayan tüm bu “şeyler”in eğer boşluktaki hareketlerini ve ilişkilerini de açıklayabilirsek karşımıza aynı mükemmel adamdaki gibi mükemmel bir evren anlatımı çıkar. Onu da Isaac Newton başarmıştır. Bize boşluktaki “şey”lerin birbiri ile nasıl etkileşip hareket ettiğini ve bunu nasıl hesaplayacağımızı gösteren formülleriyle birlikte modernizm artık tüm silahlarını kuşanmıştır. Ve tüm bu kavramsal silahlarla insanlık tarihi müthiş bir ilerleme kaydetmiştir. Bu müthiş pratik ve teknolojik ilerleyiş öyle göz kamaştırıcıdır ki kavramsal boyutu artık sorgulanma ihtiyacı duyulmayan, neredeyse aklın melekeleri haline gelmiştir. Ta ki bazı kavramların yeni bilimsel bulgulara ters düşmeye başlamasına kadar.
Şimdi sapağın en başına, mükemmel adama ve Descartes’in “düşünen adamına” tekrar bakalım. Bir çok benzerlik bulacağız. “Mükemmel adam” Jorgen Leth’in bir soyutlaması. Ve bize insan kavramını sunan bir belgesel. Ancak açıktır ki filmi seyrettiğinizde karşımızda tam olarak kavramsal bir insan değil, Kuzey Avrupalı olduğu anında söylenebilecek bir adam var. Ten rengi, saç rengi, smokini, yediği yemek, masa düzeni, içtiği şarap, kız arkadaşıyla ilişkisi, bırakın soyutlamayı; tam bir Avrupa arketipidir. Kopenhag’dan alınıp soyut bir insanat bahçesine konmuş gibi. Mükemmel adamın tüm hareketleri, giyimi, kuşamı, traş makinesi, ilişkileri ve hatta dili, bireysel olarak kendine ait değildir. Hepsi yaşadığı kültürün üretimleridir. Bu bağıntıları koparıp tek başına mükemmel adamı yalıtabileceğimizi sanmak film için çok sorun değildir. Ancak modern paradigmalar açısından sorunludur.
Descartes’in “düşünen adamı” da benzer bir kabule dayanır. Şüphe ettiği tüm şeylerden arınıp “düşünüyorum öyle ise varım” sonucuna ulaşan ve başka hiçbir fazlalığı olmayan yalın bir zihin. Edmund Husserl, Descrates’in yaptığının çok devrimci bir şey olduğunu ama devrimi tamamlamadığını söyler. Aslında Descartes’in tüm fazlalıklardan kurtularak ulaştığı kesin saflık noktasındaki “düşünüyorum öyle ise varım” cümlesi, saf ruhun kendi üzerine düşünmesinden ortaya çıkan kavramlar değil, toplumsal bir uzlaşının ürünleridir. “Ben”, “düşünmek”, “öyle olmak”, “var olmak” kavramları ancak Descartes zamanındaki tarih/toplum/dil tarafından halihazırda üretilmiş olduğu için düşünülebilirdir. Bu cümleyi hiçbir tarih öncesi mağara duvarında görmeyi ya da betimlenmiş olmasını beklemeyiz. Onun yerine hayvan ve av resimleri bekleriz çünkü o günkü toplumsal üretim yani kültürün seviyesi o kadardır. Dolayısıyla dilimizin sınırı dünyamızın sınırıdır(Wittgenstein).
Psikanalizin Freud’dan sonraki en büyük zirvesi Lacan, insanın iki doğumu olduğunu söyler. İlk doğum anne karnındaki biyolojik doğumdur. İkinci doğum ise kültürün/dilin içine doğmaktır. Lacan, ilk doğumda çocuğun kendi benliğinin farkında olmadığını, annesinin bedeninin bir devamı olarak algıladığını söyler. Ayna dönemi dediği dönemde çocuk aynada ilk kez kendi bedeninin farkına varıp ayrı bir benliği olduğunu fark eder. İkinci doğum bu devreden sonra dilin/kültürün/”erk”in kurallarıyla çocuğun yeniden şekillenmesidir. Dolayısıyla bir insanın varoluşuna etkiyen iç ve dış kuvvetler bulunur. İnsan tüm bu kuvvetlerin bağıntısı/bileşkesi/etkinliğidir. Bu kuvvetler her dönem değişkenlik gösterdiğinden sabit, yalıtılmış, önsel bir zihin/töz söz konusu değildir. Hatta “özne” de bir sabit bir ruh değil, değişken bir etkinliktir (Foucault). İç kuvvetler, amino asitlerin yan yana diziliş farklılıklarıyla etki etmeye başlar. Hücrelerin, nöronların bir aradalığı ve dizilimi size Kant’ın kategorilerini ve onları işleme kapasitesini yükler. Bu kapasitenin azlığı çokluğu size değil, amino asitlere ve dizilişlerine bağlıdır. Dolayısıyla iç kuvvetlere, anne babanızı seçme şansınız ya da DNA’nıza müdahale olmadığı sürece etki etmeniz mümkün değildir. Dış kuvvetler ise içine doğulan coğrafya ile birlikte, dil ve kültürdür. İbn-i Haldun’un “coğrafya kaderdir” sözü bu anlamda kuvvetlerden önemli bir tanesini betimler ama daha da genişletilmelidir.
Peki inşasında iç ve dış kuvvetlerin etkisi olan ve tüm bunların bir bileşkesi/etkinliği olduğunu söylediğimiz bir öznenin özgürlüğünden bahsedilebilir mi? Öznenin aldığı her kararı irdelesek onu almasını gerektiren koşulların izlerini bulabiliriz. Koşulların biri değiştiğinde karar da değişecektir. Burada felsefenin özgürlük kavramına geldik. Oraya giremeyiz. Çünkü çıkmak pek mümkün değil. Ama Spinoza’nın tanımıyla, üzerimize etkiyen, bileşkesi olduğumuz bu kuvvetlerin farkındalığına özgürlük diyebiliriz. Onların arasında hareket edebilme kabiliyetimize değil.
Mükemmel Mimar
Modern paradigmaların altlığını oluşturan tüm bu kavramların mimariyi şekillendirmemesi şaşırtıcı olurdu. Modern mimari, sanayi devrimiyle ortaya çıkmış görünse de miras aldığı kavramlar Descartes ile başlayıp Aydınlanma ile şekillenen modernitenin kavramlarıdır. Mekan, uzay boşluğunda sınır tanımlar. Bunun için öncelikle boşluk-doluluk ikiliğinin kabulü gerekir. Sınır belirince iç-dış ikiliği ortaya çıkar. Özne ile dış dünyanın ikiliği gibi mekanın da dış dünyayla ikiliği söz konusudur. Özne, beden ölçülerine indirgenmiş bir “cogito”dur. Zihni dışındaki bedeninin oranları mekanı belirlemeye yeter. Yaratılan mekanın fonu, aynı “mükemmel adam”ın dekoru gibi sabit ve değişmez soyut bir arka plandır. Bu arka planın soyut olması mekanın evrensel olduğu iddiasını aynı “mükemmel adam”daki gibi yansıtır. Çünkü “işlev”in mükemmel adamın tanımladığı şekilde evrensel olduğu iddiasındadır. Ama adam aslında Avrupalıdır. Mekan ya da form, fonksiyonu ya da işlevi takip eder ancak evrenselliği iddiasını yayabilmek için fonksiyonların nasıl olması gerektiğini de yaymalıdır. O yüzden mesela yerde sini üzerinde yememeli, 73cm yüksekliğinde dört ayaklı bir masada yemelisinizdir. Ya da mekanın çeperine yerleşen geleneksel Osmanlı, Türk evi yerine ortada yüzen ikili, üçlü koltuklarda oturmalısınızdır. Buradaki evrensellik, fonksiyon ve formdan ziyade her coğrafyada aynı ürünü satabilmek/kullanabilmek ile ilişkilidir. Dolayısıyla kullanıcı işleve uymak zorundadır. Bunu da mükemmel adamın yaşadığı şekilde yaparak gerçekleştirebilir.
“Mükemmel mimar” tasarlıyordur, öyleyse vardır. Tasarımı, aynı Descartes’in “cogito”su gibi salt kendine ait, yalıtılmış, halihazırda verili bir zihnin ürünüdür. Yarattığı zihinsel bir ürün olduğundan “cogito” gibi kaynağı da Tanrısaldır. Zihin ona verilmiştir ve aynı mükemmel adam gibi, modern paradigmaları içselleştirmiş, bulunduğu kabın çeperini sorgulamadan, dışını merak etmeden, kendine ve tasarımına etki eden kuvvetlerin farkında olmadan, tek başına kendi eserini yaratabildiğine inanır.
Mükemmel mimarın sahip olduğu boşluk-doluluk, özne-nesne, zihin-beden, iç-dış gibi kavramların; fon olarak sabit kabul ettiği uzay ve zamanın, tüm bunları kompoze ettiği Öklidyen geometrinin, ismini Descartes’tan alan Kartezyen koordinat sisteminin, ve bunlar gibi irili ufaklı modern paradigma ilkelerinin neredeyse tamamının tarihin geçmişinde kalmış birer fosil kalıntısı olduğunun farkında da değildir. Mükemmel mimar tasarımlarıyla meşgulken dünya çok değişmiştir. Artık evrendeki herhangi iki nokta arasındaki en kısa mesafe bir doğru değil eğridir. Hatta nokta, doğru, daire gibi kavramlar aynı “cogito” gibi mimarın ancak zihninde kabuller olarak var olabilir. Gerçekte karşılıkları yoktur. Descartes’in, Kant’ın, Newton’un mutlak ve Öklidyen kabul ettikleri evren artık görecelidir ve kanıtlandığı üzere Öklid dışı bir geometriye sahiptir. Dolayısıyla mükemmel mimar kafasını masasından kaldırmadığından, en kısa mesafenin bir doğru olmadığı gibi evrendeki herhangi bir üçgenin iç açılarının toplamının da artık 180 derece olmadığını kaçırmıştır. Hatta tasarladığı yüksek bir binanın en üst katında oturanlar için zaman alt katta oturanlara göre daha hızlı akmaktadır. Birbirlerine misafirliğe gittiklerinde alt kattakiler üst kattakileri biraz daha yaşlanmış bulacaklardır.
Artık “boşluk” kavramı da bulunmamaktadır. Çünkü yeni bilimsel kuramlar(belirsizlik prensibi gibi) evrenin kesin bir noktasında enerjinin de sıfır olmasına izin vermez. Dolayısıyla “nesne” ve madde tanımı da değişmiştir. Aynı, üzerine etkiyen kuvvetlerin bir bileşkesi olan özne gibi nesne/madde de enerjilerin bir bileşkesi, enerji ile dolu evrenin homojenliğinin bozulduğu etkinlik alanlarıdır(Kuantum Alan Kuramı) Yani parçalanamayan en küçük “şey” fikri de parçalanmıştır.
Ama mükemmel mimarın zihninde tüm bunlar hala eski yalıtılmış sabit halleriyle hüküm sürmektedir. Kendi zihinsel krallığında ancak bu şekilde hakimiyet kurabilir. Onu çok genişletmeden.
“Mükemmel Adam”, filmin sonunda, o gün öğrendiği ama henüz anlamadığı ama ileride anlamayı ümit ettiği bir şeyden bahseder. Ne olduğunu ise söylemez. Mükemmel mimar da öğrendiği ama ileride anlamayı ümit ettiği şeyler duymuştur (yukarıda bazılarını saydık). Ancak onlarla arasına Bombay’da Leth’in koyduğu gibi yarı şeffaf bir örtü koyar. Özneye ve nesneye ait yeni ne kadar yeni bilgi varsa örtünün arkasında durur. Çünkü bunların masasını kirletmesini göze alamaz. Onun ürünü, saf “cogito”suna yani kendine ait kalmalıdır.
Mükemmel adam ya da mimar, öğrenmeyi ümit ettiği şeyleri ileride anlasa bile yine de anlamayı ümit edeceği başka şeylerle karşılaşacaktır. Bu süreç hiç bitmez. Çünkü evren, onun tamamını anlayabileceğimiz bir yapıda olsaydı, onu anlama kapasitesine sahip bir bilinci ortaya çıkarmak için de fazla basit kalırdı (B. Russell).
O yüzden önemli olan örtüyü kaldırıp herkesi masaya davet edebilmektir.