Antakya Müze Otel ile ilgili Arkitera’da iki yazı yer almakta. Ömer Selçuk Baz’ın kaleme aldığı düşündürücü ve müzenin tasarım/yapım sürecini de oldukça iyi bir şekilde özetleyen ilk yazıda Baz, “Mimarlığı ne kadar iyi olursa olsun 2500 yıllık bir Roma dönemi arkeolojik kalıntısı üzerine otel yapılır mı?” sorusunu soruyor ve soruya net bir “Hayır” cevabını veriyor.[1] Ömer Selçuk Baz’ın yazısı üzerine Ahmet Turan Köksal, aynı soru üzerinde şekillenen başka bir yazı kaleme alıyor. Köksal, 2500 yıllık bir Roma dönemi arkeolojik kalıntısı üzerindeki otelin, işlevi otel olan bir korugan olarak tanımlıyor ve “Kalıntıyı kapatan örtünün bir işlevi olmasının sakıncası var mıdır?” sorusunu sorarak tartışmayı ileriye taşıyor.[2] Antakya Müze Oteli, bana göre günümüz koruma kuramı ve pratiği açısından önemli mesajlar veriyor ve yazının başlığında da ifade etmeye çalıştığım gibi müze-otel yapısı farklı müştereklerin/ortaklıkların (kamusal – özel ve koruma – değişim/dönüşüm) olabilirliğini somutlaştırıyor.
Müze Otel Antakya’nın yapım sürecini özetleyecek olursak, yatırımcı aile üzerine sahip olduğu taşınmaz üzerine yeni bir otel inşa etmek istiyor ancak kazılar sırasında çeşitli arkeolojik kalıntılara rastlanıyor. Arkeolojik kalıntılar nedeniyle proje değiştiriliyor ve revizyon sonucunda proje, inşası 2019 yılı sonunda tamamlanan ve arkeolojik kalıntılar üzerine yerleşen “müze otel” yapısına eviriliyor. Proje iki farklı ilişki biçimi öneriyor. Bunlardan ilki ve mimari olanı, arkeolojik bir katmanın üzerine bir yapının, arkeolojik katmana en az zarar verme niyetiyle yapılmış olması. İkinci ve sosyo-ekonomik olanı ise kamusal/kamuya ait arkeolojik kalıntılar ile özel/(sahibine) ekonomik fayda getiren otelin bir araya gelişi. Bu iki ilişki biçimi, müze-otel’in arkeolojik kalıntıların “parazit”i mi olduğunu ya da müze-otel ile arkeolojik kalıntılar arasında “mutualist – yani karşılıklı” bir ilişkinin mi var olduğunu açıklamaya yardımcı oluyor. Ben, müze-otel ve arkeolojik kalıntılar arasında “mutualist” bir ilişkinin söz konusu olduğunu düşünüyorum. Ancak bunu salt mimari anlamda kullanmıyorum; iki karşıt kutupta yer alan kamusal ve özelin bir araya geliş biçiminin de bu “mutualist” birlikteliği güçlendirdiğine inanıyorum.
Değerlerin Müşterekleşmesi: Kültürel Miras Neden ve Nasıl Korunur?
Korumanın altında yatan en temel motivasyon, kültürel mirasın “değerli” olmasıdır. Koruma kuramında değerler birbirinden tamamen farklı ancak birbirini tamamlayan iki temel gruba ayrılır: sosyo-kültürel ve ekonomik. Sosyo-kültürel değerler; kültürel mirasın tarihi, estetik ve mimari nitelikleri ile birlikte insanların anılarında yer etme biçimine atıf yapmaktadır. Öte yandan ekonomik değerler, kültürel mirasın ekonomik potansiyeli üzerine şekillenmektedir. Örneğin, miras yapısının üzerinde bulunduğu arsanın bedeli ekonomik değer göstergesidir.
Kültürel miras “değer”leri konusu son derece öznel bir konu olup, yorumlanması kişiden kişiye değişebilir. Örneğin, korumacı bakış açısı, kent merkezinde yer alan tarihi ve mimari değerlere sahip geleneksel bir yapının, sahip olduğu sosyo-kültürel değerler nedeniyle korunmasını savunur. Ancak, bir yatırımcı için, geleneksel yapının üzerinde bulunduğu arsanın ekonomik değeri daha önemlidir. Bu nedenle agresif bir yatırımcı, geleneksel bir konut yapısını yok ederek yerine, karma kullanımlı lüks bir yapı grubunun inşasını önerebilir.
Peki sosyo-kültürel ve ekonomik değerler arasında ortak payda oluşturmak mümkün mü? Burada da korumanın “nasıl” olması gerektiğinden bahsetmek gerekiyor. Korumacıların, adının anlamı nedeniyle çoğu zaman muhafazakâr oldukları düşünülür. Ancak koruma disiplini, değişen paradigmalara cevap veren oldukça dinamik bir disiplin ve araştırma alanı. Arkeolojik alanların korunmasının ardından, arkeolojik alanlarla birlikte anıtsal yapıların korunmasına genişleyen kapsamı, sonrasında korumanın kentsel/kırsal, toplumsal ve ekonomik boyutunu göz önünde bulunduran “bütünleşik koruma” yaklaşımına dönüştü. Günümüzde ise koruma, kalkınmanın itici gücü ve sürdürülebilir gelişmenin bir aracı olarak görülmekte.
Kültürel mirası, sadece ekonomik değere sahip nesne olarak görüp yıkımına göz yuman ve yaşayanları dışlayarak sosyo-kültürel değerleri yok eden projelerin oldukça fazla oluşu, kültürel mirası “kullanan” projelere haklı olarak temkinli yaklaşmamıza neden oluyor. Ancak günümüz paradigmasında koruma pratiği, ekonomik gerçeklikleri ve gereklilikleri reddetmemekte, aksine birlikte var olmaya çalışmaktadır. Korumanın – taviz verilebilecek bir konu olmadığının farkında olarak – nasıl yapılması gerektiği, ekonomik önceliklerin ön plana çıktığı günümüzde, sosyo-kültürel ve ekonomik değerlerin nasıl birlikte var olacağının yollarını aramakta yatıyor.
Sorumlulukların Müşterekleşmesi: Kültürel Mirası Kim Korur?
Kültürel miras, tanımı gereği tüm topluma ait olmakla birlikte alınıp/satılabilir veya el değiştirebilir. Kültürel mirasa (yapı ya da nesne) sahip olan kimse (kamu ya da özel) onun bakımını üstlenmekle ve onu korumakla sorumludur. Peki, hem kamuya hem de özel kişilere ait olabilen bir şeyi kim korur? Bu korumanın cevap verilecek en zor sorularından biri. En başta devlet, yasa koyucu olarak kültürel mirasın korunması ile ilgili yasa ve yönetmelikler çıkararak korumanın araç ve yöntemlerini tanımlar. Ama bir devlet, Türkiye gibi oldukça fazla kültürel miras yapısı ve alanına sahip bir ülkede, bütün eserlerin korunmasını sağlayabilir mi? Bu maalesef pek mümkün gözükmüyor, çünkü kültürel mirasın korunmasından sorumlu olan Kültür ve Turizm Bakanlığı bütçeden en az pay alan bakanlıklardan biri ve tüm bütçedeki payı yüzde 1’den bile az. Fakat bu konuda yalnız değiliz ve İtalya, İspanya, Yunanistan gibi çok sayıda kültürel mirasa sahip Avrupa ülkesi de aynı dertten mustarip. Devletlerin tek başına korumaya ayırdığı bütçenin yeterli olmaması nedeniyle, kültürel mirasın korunmasında özel sektörün rolü gün geçtikçe artıyor. Bugün Türkiye’de oldukça tedirginlikle yaklaştığımız, ki yıkıcı ve sürdürülebilir olmayan örneklerini sıkça gördüğümüz için tedirgin olmamız normal, Kamu-Özel Ortaklığı kültürel miras korumada yararlanılan bir yöntem oluyor.
The Economist’te müze otel hakkında yer alan yazıda[3], otelin yatırımcısının oteli inşa ve arkeolojik kazıyı finanse edebilmek için sahip olduğu başka taşınmazları elden çıkardığından bahsediliyor. Bununla birlikte, otel inşaatının beklentilerinden daha uzun sürdüğünün de altı çiziliyor. Arkeolojik kazı, yatırımcı tarafından finanse ediliyor ve kalıntıların teşhir ve tanzimine yönelik düzenlemeler yine yatırımcı tarafından yapılıyor. Kazı çalışmaları ve sunum ile ilgili düzenlemelerin ardından arkeolojik kalıntıların bulunduğu alan, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na devrediliyor ve alan kamuya açık (müze kart ya da giriş bileti ile girilebilen) bir müzeye dönüştürülüyor. Bu durum, özel bir yatırımcının korumayı finanse edebilmesini ve korumanın sorumluluğun paylaşılabilmesini örneklemekte. Öte yandan altının çizilmesi gereken bir şey daha var. Arkeolojik kazı sonucunda ortaya çıkan kalıntıların otelin imgesine katkı yapacağı ve daha fazla “otel müşterisi” çekeceği göz önünde bulundurulursa, arkeolojik kazıyı finanse etmenin oldukça uzun bir vadede iyi bir yatırım olduğu söylenebilir. Müze Otel Antakya, “dünyanın en büyük tek parça tavan mozaiği” üzerine inşa edilmiş bir otel olarak kendini farklılaştırmakta ve arkeolojik kalıntıları kendi imgesini üretirken kullanmakta.
Bitirirken
Yazıda değerlerin ve sorumlulukların müşterekliği tartışılırken, iki uç müdahaleden bahsedilebilir. İlki, otel inşaatı sırasında arkeolojik kalıntıların çıkmasının ardından alanın kamulaştırılarak alanın arkeoloji müzesine dönüştürülmesi. Diğerinin ise otelin, arkeolojik kalıntıların üstüne inşa edilip, arkeolojik alanın sadece otel ziyaretçilerin deneyime açık bir alana dönüştürülmesi. Bu iki kamusal – özel kutbun arasında, Antakya Müze Otel yer alıyor ve bu iki ucun arasında olma durumu, Müze Otel Antakya örneğindeki gibi müşterek bir pratiğin olabilirliğini gösteriyor.
Müze Otel Antakya’yı yerinde görebildim, ancak ziyaretimiz sırasında müze kısmı henüz açılmamıştı. Bu nedenle kamusal olan müze ve özel olan otelin “birlikte” nasıl var olduğunu deneyimleme fırsatı yakalayamadım. Öte yandan, yapının çevresine nasıl bir etkisinin olacağını gelecek yıllarda görülebilecek. Yapının bulunduğu bölgede şu anda küçük sanayi işletmeleri yer almakta. Ancak bu pahalı otel çevresini soylulaştıracak mı? Otelin varlıklı müşterilerine hitap eden restoranlar ile kültür-sanat mekanlarına mı yol açacak? Bütün bu yeni mekanlar da bu kıvılcımı başlatan müze-otel gibi kolonlar üzerinde yükselmiş yapılar mı olacak? Bu sorulara cevap vermek için yazıya bir virgül koymak gerekiyor. Müze ve otelin birlikte nasıl var olduğu, nasıl işlediği ve müzenin çevresini nasıl dönüştürdüğü konusunda bir süre sonra yeni bir yazı kaleme alabilir ve böylece yapının etkisini tartışabiliriz.
[1] https://www.arkitera.com/gorus/antakya-muze-oteli-zirlamalar-kaygan-zemin-ve-kamu-yarari-adina/
[2] https://www.arkitera.com/gorus/antakya-muze-oteli-otel-muzesi/
[3] https://www.economist.com/books-and-arts/2019/11/14/some-building-works-threaten-turkish-antiquities-others-save-them