Hürriyet Gazetesi, Türkiye'nin en iyi mimari eserlerini seçmek için jüri üyeleri belirledi, onlara kıstaslarını açıkladı, verilen süre sonunda gelen sonuçları topladı, analiz etti ve sonra haber yaptı.
Mimar sıfatıyla benim de içinde olduğum seçici kurulda mimarlar, akademisyenler, gazeteciler, eleştirmenler, tarihçiler ve politikacılar vardı.
Editörler, jüri üyelerini seçerken nasıl bir yöntem izlediklerini açıklamamışlar. Aslına bakarsanız açıklamak zorunda da değiller. Jüri dağılımının yönelimini bir kıstas altına almamışlar, jüri üyelerini halka sorarak seçeceklerini taahhüt etmemişler ve seçimin jürinin göreceli kararına bırakmışlardı. Herhangi bir şekilde müdahale etmediklerini, jüri üyelerinden ne geldiyse ona göre puanladıkları görülüyor. Kendine has bir durum, keza başka bir gazete ya da kuruluş, kendine göre daha farklı bir jüri seçebilir, kıstasları değiştirir ve böylece sonuç farklı çıkabilir. Zaten tüm dünyada gazeteler ve farklı kurumlar bunun gibi seçimler yaparlar. Hürriyet, erken davranmış ve seçimi haber haline getirmiş, ilgiyi üzerine çekmiştir. Bu seçim politik ve sübjektif bulunuyorsa alternatifleri yapılabilir ve haber niteliği varsa kullanılabilir doğal olarak. Tüm bunlara rağmen rahatlıkla diyebilirim ki, alternatif seçimler yapılsa ve jüri bütünüyle farklı kişilerden oluşsa bile yine listeye Ayasofya, Selimiye, Divriği, Efes Celsus Kütüphanesi ve bunlar gibi bazı eserler banko girecekti.
Tabii seçim bitip yayınlandıktan sonra eleştirilerin ardı arkası kesilmedi. Olumlu bakalım: seçimin gündemde bu kadar çok yer işgal etmesi, bu denli sert şekilde eleştirilmesi, Türkiye’de mimarlığa ve estetiğe önem verildiğinin göstergesidir.
Eleştiriler çeşit çeşit… Hatta tepkiler çok farklı düzeyde. Sonucu beğenmeyip, göreceli kendi fikrini bastıra bastıra dile getiren olduğu gibi sinirlenip işe Mimar Sinan’ı katmadan duramayan, onunla şimdiki zaman mimarlarını kıyaslayıp, “hasbelkader meslektaşlar” diyenleri de gördük.
Tabii ki seçimi gazete “Paşa ya da Hanım gönlümüzün bildiği gibi jüri seçtik, sonucu beğenmeyen okumasın” dememelidir. Hürriyet de eleştirilerden, bazı çıkarımlarda bulunmalıdır. Bundan sonraki seçimlerinde okunabilmesi ve ilgi görmesi için gereklidir bu. Açıkçası burada eleştirilecek bir şey varsa, jüri üyelerinin kişilikleri ya da önceden yaptıkları işler değil, seçim parametrelerinin geniş olması ve sonucun göreceli de olsa güvenirliğinin keskinlik kazanmamasıydı. Her jüri üyesi nasıl kendi hür iradesiyle seçin yaptıysa, ben böyle bir anket yapıyor olsam parametreleri daha keskin sonuçlar ortaya koyacak şekilde daraltırdım. Örneğin “Cumhuriyet sonrası” veya belki de “Tanzimat sonrası” diye bir kıstas koyar, modern mimarinin durumunu göz önüne sererdim. Belki de “II. Mahmut’tan” derdim, keza Barok ve gereğinden süslü binaların seçime giremediği önemli bir sonuç olurdu. Şimdi hangi mimar, mühendis, yaptığı yeni bir yapıyla, Fizikçi Miletli İsidoros ve Trallesli matematikçi Anthemius’un yönetip, 523 yılında yapabildiği Ayasofya’yı geçebilir ve onu listeden çıkartacak kadar önemli bir yapı ortaya koyabilir. Ya da dünya tarihini bir farklı algılamamıza sebep olmuş Göbeklitepe’yi saf dışı etmek doğru mudur? Art niyet olmadığı sürece listenin ilk 6-7 yapısı zaten bellidir.
Kısaca içinde bulunduğum seçimin özeleştirisini yapacak olsam parametre eksikliği vardır derim. Sonucu etkilemiştir, fakat ne yazık çoğu eleştiri bu yönde olmadı. Çağın mimarlarını, Hassa Mimarıyla karşılaştırmak ve bundan bir sonuç çıkartmak tercih edildi.
Yazının ilerleyen bölümlerinde bu tür garip kıyaslamaya başvurmayı neden bu kadar fazla tercih ettiklerini irdeleyeceğiz. Seçimi beğenmeyenlerin genel olarak ikiye ayrıldığını belirtelim şimdilik. İlki, çıkan sonucu yanlış buluyor, diğerleriyse, pek keskin bir önyargıyla jüri heyetini beğenmiyor. Örneğin, “Seçici jüriye şu veya bu kişi alınmalıydı” veya “Jürideki bu kişiyi beğenmedim, o ne anlar mimariden, eserden? Neden onun fikri sorulmuş, kesinlikle jüriye alınmamalıydı.” gibi jüriye takmış olanlar vardı. İyi ki, açık açık “Jüride ben neden yokum?” diye hesap soran olmadı.
Haberi yapanlar ise jüri üyelerinden gelen listeleri şeffaf olarak kamuoyuna sunmuşlar. Öyle ki, her jüri üyesinin belirlediği 20 eserden oluşan liste içerikleri tek tek verilmiş. Böylece sonuçlar daha iyi tahlil edilebiliyor. Hatta bu sayede sosyal medya yoluyla, biz jüri üyelerine neden “Şu eseri seçtin, onun yerine bu eseri atladın” şeklinde sitem dolu mesajlar gelebiliyor. Mimar olsun olmasın herkesin bu kadar ilgili olması ve eleştirmeleri çok sevindirici.
Süreç
Hürriyet Gazetesi’nden Sayın İpek İzci, beni aradı seçim sürecini anlattı. Sonra da ilgili kıstasın anlatıldığı bir eposta gönderdi. 100 jüri üyesi belirlenmiş. Diğer jüri üyelerini bilmiyoruz doğal olarak onların seçimlerinden de haberimiz yok, kimsenin kimseyi etkilemediği görülüyor. Her jüri üyesinden 20 adet mimari eserin sıralandığı bir liste istiyorlar. (Sıralı ve sırasız listeler farklı puan alıyor) Bu eserler yıkılmamış olmalı ve şimdiki Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde olmalı. Zaman aralığı ise “Göbeklitepe’den günümüze” Oldukça basit. Listeyi hazırlamak dert değil de sayıyı yirmiye indirmek mesele…
Haber Sonrası Modern Türk Mimarisinin İfşası
Seçim sonuçları puanlanıp nihai liste yayınlanır yayınlanmaz daha o gün sabah, jüri hakkında yukarıda bahsedilen eleştiriler Tüvitır sayfalarında görünmeye başladı. Öğleden sonraysa kesif önyargıyla, çağdaş mimarları kifayetsiz olarak belirlemek maksadıyla beylik laflarla piyasaya sürülmüştü bile: “Eyyy Mimar Sinan’ın torunları, eyyy kendinizi bir şey sananlar. Bak, size soruldu, çıkan sonuçta Cumhuriyet mimarisi sınıfta kaldı. Yine Antik çağ, Selçuklu ve Osmanlı’ya bel bağlamışsınız”
Belirtmeliyim ki işbu yazı kesinlikle Türk mimarisini korumak kollamak niyetinde değil. Zaten mimarlık camiasındaki aktörlerin farklı farklı kendini avutma yöntemleri var. Bazıları, “eğitim kötü mimar yetişmiyor” der, bazısı yapı sektöründe yüzde bire kadar düşen maddi-manevi değeriyle mimarinin durumunun “ancak bu kadar olur” ile açıklar, bazısı rant ekonomisi ve kaçak yapılaşma yüzünden olur der, son olarak bazıları da “Ben yapmasam zaten başkası yapacaktı, mimar olarak ekmek parasını kazandım ne var yani” der. Kendini ne kadar kolay affedersen, sonuç da bu kadar kötü olur diyen yoktur maşallah.
Seçim sonucunda modern mimari örneklerinin az çıkmasının sebebi yukarıdaki kendi kendini avutma genişliğinden değildir. Seçimde kullanılan parametreler yüzündendir. Bir kere verilen zaman aralığı “Göbeklitepe’den bu yana” yani kaba bir hesapla 12.000 yıllık bir süreç. Peki, Cumhuriyet kaç yaşında: 94. Neredeyse 120/1 zaman diliminden bahsediliyor. Tamam, şimdi daha çok bina yapılıyor ve yine kabul edilir ki bunların çoğu kayda değer değil ve hatta eserden bile sayılmaz. Fakat bu zaman aralığına sahip seçim İtalya’da yapılsa Roma Pantheon başa çıkardı. İngiltere’da Stonehenge, Almanya’da Stadel Aslanı’nın olduğu mağara bile listeye kafadan girerdi, İspanya’da Endülüs mirasını da unutmayalım. Ayasofya’nın, Göbeklitepe’nin, Divriği Darüşşifası’nın her listede bulunması (birbirinden habersiz jüri üyeleri tarafından başa alınması) neden bu kadar garip geliyor?
Seçim için zaman aralığı daraltılsaydı yüzdeler değişirdi. Yani Tanzimat’tan bu yana denebilirdi veya Cumhuriyet ilanından günümüze gibi. Çoğu önemli antik medeniyete ev sahipliği yapmış, Bereketli Hilal’i de kapsayan, Doğu Roma’yı, Selçuk’u, Osmanlı’yı içeren bir coğrafyada modern mimariden çıkan örneklerin yüzdesi iyi bile sayılır.
Milli Reasürans Merkezi. Benim de listemdeydi ve seçildiği için çok mutluyum. Müelliflerinden Sayın Sevinç Hadi de jüridedir.
Mimarların Durumu
Pek iyi değil. Çoğu ufak şehirdeki mimarların müteahhit olmaktan başka çaresi kalmamış. O zaman da Belediye/Siyaset/Rant üçgeninde ortadaki top olma gibi mecburiyetler hasıl oluyor. Muhalif olup da yapı sektöründe para kazanmak artık neredeyse imkânsız. “Muhalif gibi görünmek ama olmamak” gibi danışıklı dövüş erbabı olanlar da var. Büyük şehirlerde serbest büro sahibi ya da ücretli çalışanların durumu vahim. Çok çalışmak, büyük riskler almak ve devamlı fiyat kırmak zorundalar. Hatta fiyat kırdıkça kaliteyi düşürüyorlar, böylece birbirlerinin kuyusunu kazıyorlar. Müteahhitler mimara verilen parayı çöpe atılmış olarak görüyorlar. Serbest ya da ücretli çalışan mimarları koruması kollaması gereken Mimarlar Odası öyle güçsüz ki, aidat ödeyen üyeleri bile onu pek takmıyor. Oda yönetimi seçimlerinde oy verme oranı çok düşük, bu da yaklaşık 20 yıldır aynı kişilerden oluşan yönetimin işine geliyor. Öyle ki, iktidar yanlısı Taksicilerin ve Berberlerin arada ağızlarına takılmasından öte dikkate alınmayan, siyasi bir parti olmadığı halde kendini öyleymiş gibi gören devamlı şikâyet eden konumda Mimarlar Odası. Tamam, ülkede mimari açıdan tam bir kıyım yaşanıyor ve evet, iktidarın inşaata düşkünlüğü neredeyse her yere, her şeye devamlı zarar veriyor. Meslek Odası olarak bu hengamede üyelerinin şikayetlerini dinlemesi gerekirken, devamlı üyelerine kendisi şikayetçi oluyor. Devamlı olarak o üyelerinden bir şeyler istiyor, destek talep ediyor, üyeleri her zaman biraz daha fedakâr olacak ki, Oda siyasi argümanlarını ortaya koysun. Örneğin, “Hayır oyu verin” şeklindeki siyasi propagandasını, üyelerinin aidatları ile çıkan dergide çarşaf çarşaf ilan vererek yapıyor. Yahu “Evet” diyecek üyeler de var. Onun iş yapabilmesi için aidat vermesi büro tescil belgesi alması lazım. O parayla siyasi propaganda yapılamaz. Oda sadece üyelerine durumu açıklar ama “şu oyu vereceksin” diye ilan veremez.
Resim altı: Hukukçular Sitesi. Geniş listemde vardı ama sonra kalamadı. Şimdi bunun özelliğini apartmandan bıkmış birine anlatmak da mesele mesela… (Fotoğraf: Arkiv.com)
Mimarların dertleri bitmedi daha. Meslek örgütünden bir fayda görmeyen, tekdüzeliği emreden mevzuat ve her türlü özgün çalışmayı fazladan m2 elde etme yöntemi olarak gören belediyelerin hor gördüğü, para vermemek için elinden geleni yapan müteahhitlerin baskısıyla ezilen ve yaratıcılık namına tüm bunlarla savaşması gereken bir durumdayız. Sanatını, kimliğini, kişiliğini göstermenin imkânsız olduğu, örgütlenememiş, öncelikle kendi içinde gereksiz kıskançlık, itiş kakış ve dedikoduların var olduğu, iyi eğitilmemiş ve kayıp bir meslek haline gelmiş mimarlık.
Gazetecilerin, avukatların, mühendislerin, askerlerin ve hatta öğretmenlerin de şikayetleri olabilir. Fakat nedense genelde herkes, mimarlara laf etmeyi çok seviyor. Hele hele tarihçilerin acımasızca eleştirmeleri bir gelenek halinde.
Evde soğan soyarken gözünün yanmaması için birden fazla yöntem sıralayabilen teyze de o yöntemlerden daha fazla konuda mimarlarda iş olmadığını beyan ediyor. Nerede Mimar Sinan, bu kadar mı beceriksiz, yeteneksiz torunlar olurmuş. Tarihin popüler olmasıyla bol tartışmalı, sansasyonel konuların bilakis seçildiği TV programları yapan araştırmacı tarihçiler genelde mimarları hırpalamayı bir spor dalı haline getirdiler. Ter atıyorlar.
Frakındayız ki, bazı mimarların kendi projelerini kutsamaları, her türlü garip siyasi hamlelere meyletmeleri, yanlış üzerine yanlış yapmaları ve üstüne dünyaları ben yarattım havaları yapılan bu eleştirileri çoğunlukla haklı kılıyor. Mesela jüri heyetinde yer alan Hakan Kıran, Haliç’e gereksiz taşıyıcısı olan köprüye imza atıp sonra Kabataş’a Martı kondurup bir de “Benim amacım imar istenen ya da malzemesinden imtina istenen, dizaynı dikdörtgen, karelerle tanımlanmış binalar yapmak değil. Amacım bir eser yaratmak ve kendimi ifade etmek. Martı projesi de böyle, Haliç Köprüsü de” diyebiliyor. “Dizaynı dikdörtgen” ne demek yahu? Çoğu iyi tasarımın formu dikdörtgendir, bilgisizce bırakın görgüsüzce bir laf değil mi?
Tarihçiler de taksiciler, berberler, ev hanımları bu garip tutuma cevap vermek istiyorlar ama o köprüye, martıya değil hepten tüm mimarları sıradan geçiriyorlar işte. Sonra İstanbul Kent Savunması üyeleri de Hakan Kıran’a beton blok gönderiyorlar kırmızı kurdeleye sarılı. Böyle mi mücadele edilir ve kamuoyuna böyle mi mesaj verilir. Kabataş’ta, gerçek bir transfer noktası problemi var, madem mimarsın, tasarımcısın, aç bir alternatif yarışma, öğrenciler de girsin, profesyoneller de. Hatta uygulanan projeyi incele ve yeni düzenlendiğin yarışmadan çıkan doğruları tek tek örnekler, hatadan dönmelerine yardımcı ol. Daha iyisini yap. Daha diyaloga açık ol, olmayan parayı çatır çatır harcayıp en iyisini yaptığını zannedene yol göster. Şimdi beton blok gönderince komik mi oldu, zeka unsuru mu taşıyor, o kurdeleli beton?
Kısaca Mimarlar yanlış yapmıyor denilenleri hak etmiyor değil. Fakat bu eleştiriler böyle otomatiğe bağlanınca karşı tarafı sağırlaştırıyor. Gülüp geçiyorlar.
Örneğin bu seçimden çıkan sonuçları bile Mimar Sinan’a bağlayıp gerginlikten besleniyorlar. Televizyonda, deprem, eğitim, astroloji ve hatta cinler bile tartışılır ama bir kere bile kaldırımlar tartışılmaz. Evet, iyi bir imar için kaldırım, yol üstü boyamalar, meydanlar, otoyol kenarındaki çiçekler, trafik optimizasyonu konuşulmadı. Kimsenin umurunda değil, varsa yoksa AKM yıkılsın mı yıkılmasın mı? Onu da mimari olarak değil siyaseten tartışıyorlar.
Nobel Hastalığı
Şimdi mecburen farklı bir konuya değinmem gerek. Keza duruma “cuk” diye oturmakta.
“Kimya dehası, Linus Pauling kimyasal bağların yapısı konusunda yaptığı çalışmayla Nobel Ödülü aldı. Yetmedi, ilk defa bir hastalığın sebebini molekül düzeyinde tespit etti: Orak hücre kansızlığının hemoglobin molekülünün değişiminden kaynaklandığını buldu. Yetmedi, proteinlerin kendilerini soktuğu şekillerden biri olan alfa sarmalını keşfetti. Yetmedi, değişik canlıların kaç yıl önce yollarının birbirlerinden ayrılmış olduğunu hemoglobinlerinin mukayesesiyle hesaplayan bir evrim saati icat etti.”
Yukarıdaki paragrafı Sayın Çağrı Yalgın’ın makalesinden aldık. Daha fazla bilgiyi Açıkbilim sayfalarından alabilirsiniz.
Linus Pauling Nobel ödüllü bilim adamı, ama amatör hekimdi. Vitaminlere takıntılı biri olmuş, kendi laboratuvarında doğruluğu tartışılır deneyler yapıp “C vitaminini bolca A, E vitaminleriyle, A vitamininin öncüsü olan beta-karotenle ve bir de bol selenyumla birleştirip AIDS dahil aklına gelen her hastalığı dünyadan sileceğini” iddia etti. Kendisi de her gün bolca vitamin alıyordu. Bugün yıllık 28 milyar dolarlık vitamin takviyesi pazarı için ABD’nin vitamin endüstrisi Pauling’e çok şey borçlu. Asıl en büyük hatası bu konuda yapılmış bilimsel açıklamaları dikkate almadı, kulp taktı, küçümsedi. Nobel almış bir bilim adamından daha fazla kim ne bilebilirdi ki?
Bardağın Murat tarafından bakmak…
Murat Bardakçı biraz kavgacı kişiliğe sahip. TV programı yaparken, gecenin bir vakti olmuş, program kapanacak, sesi daha da yorulmuş haldeyken ve biraz sonra kendisi seyircilerine bir Tanbur dinletisi sunacakken, sosyal medyadan birisi bir şey demiş ona. Dakikalarca hakarete varan cümlelerle hem kendini hem de seyirciyi gerdi canlı yayında. O sinirle ve mimiklerle Tanbur çalsa da huzur bırakmadı.
Bence fena halde “Nobel hastalığına” tutulmuş. Tüm belirtilerini gösteriyor ve Bardakçı’nın ve tabii Ortaylı’nın en favori yorumları, daha çok 1950’lerdeki mimarlara olan öfkesini göstermeleri. Murat Bey iyi bir tarihçi, araştırmacı ve yazardır. Ben şunu yaptım, şu ödülü kazandım da diyebilir. Muhakkak kazanmıştır da onunla bir şey yarıştıracak değilim. Fakat mimarlık hele hele yukarıdaki anlattığım zorluklarla ve kötü mimarlar yüzünden bu haldeyken ben içinde olsam da olmasam da tüm jüriyi böyle betimlemek, vitaminin AIDS’e çare olacağını iddia etmek kadar garip. Biraz saygı duyunuz, İstanbul’u ve onun tarihini bilmek sizi mimar yapmaz. Mimarlığı kutsadığımdan da değil. Artık çok düşük puanlarla bir üniversiteye girip, oyunlar yapa yapa okula gitmeden de mimar olunuyor. Ya da hiç sevmedikleri Sedad Hakkı Eldem ve onun gibilerin İstanbul’a zarar verdiği durumları biz de biliyoruz. Ancak nedir bu hor görme ve nefret. Ne oluyoruz? Tamam, mimarlar da suçlu ancak çözüm için onların yerin dibine gömmek mi gerekir yoksa iyi olanlarını desteklemek mi?
Resim altı: Rexx Sineması dahi Türkiye’nin 100 mimari eseri jürisinden bir kişinin listesine girmiş. Jüri hürdür, istediğini seçer. (Fotoğraf: Erdoğan Aktaş, GoogleMaps verisi)
Dediğine göre jüri üç ayrı kıstasa bakarmış. İlki eserlerin sahiplerinin “kendi kliklerinden” olup olmadıkları ve ideolojik görüşlerine yer verilmesiymiş. Ne demek yani, jürideki herkes mi “klik” sahibi. Sonuçlarda ilk sırayı Ayasofya aldı. Sayın hocam Hüseyin Yanar “Ayasofya’nın herkes için ayrı bir Ayasofya olduğunu” söyledi. Ne “kilik”i ya da ne siyasetinden bahsediliyor anlamadım.
Sonuçlarda “Ayasofya” diyen var, “Ayasofya Müzesi” diyen var “Ayasofya Camii” diyen de var. Kendi “klik”leri oldu diyelim. Gazete eki de bu yüzden jüriyi geniş tutmak için yüz kişiye sormuş. Daha sağlıklı sonuç için keşke 1.000 kişi olsaydı. Belki de 10.000. O zaman siyasi olmayacak mıydı? Eğer 10.000 olsaydı muhakkak Beştepe’deki Külliye de yer alabilirdi.
Bir cümleye “Bizde, şöyle böyle olur” diye başlamış Sayın Bardakçı. “Bizde” kelimesini kullanmak aslında kendini toplumdan kopartıp, kendini çok büyük görmek değil midir? Garip bir aşağılık kompleksi bu. Batıda şöyle ama “bizde” bu böyledir, kesin hükmü verir kolayca. “Biz” kim? Eleştiriye böyle başladığına göre kendisini de dahil ediyor sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. O kendini farklılaştırıyor ki eleştiriyor. Düpedüz “Bizden adam olmaz”ın kısaltması bu. “Türklere Türkler diyen Türkler” taifesinden birinin yaklaşımı işte bu. “Bir Türk Dünyaya bedeldir”in tam zıddı. Ortası yok mu yahu?
İkinci kıstas tanıdıkların ödüllendirilmesiymiş. Emre Arolat yakın arkadaşımdır. Sanacaklar Camii hakkında ulusal gazetelere yazı yazdım. Kendisiyle saatlerce konuştuk. Söz konusu yapıyı çok çok beğenirim ve takdir ederim. Camilere ilgili bir mimar olsam ve www.camigor.com gibi bir bloğun başında olsam da mimari arkadaşım olsa da ve çok beğensem de bu cami benim listemde değildi. Demek ki tanıdıklar ödüllendirilmiyormuş. Hakan Kıran bile çok beğendiği kendi imzasını taşıyan Haliç Köprüsü’nü koymamış. Martı yapılmadığı için onu da koymamış. Kutluyoruz alçak gönüllüğünü.
Jürinin seçim kıstasında son olarak yapıların kalitesi gelirmiş. Nereden bildi acaba? Sayın Bardakçı jüriyi neden küçümsüyor anlamadım. Jüride İlber Ortaylı da vardı. Gerçekten bu tür bir ithamı hak etmeyenlere saygı duymalı ve bu şekilde “danışıklı” seçim yaptığına inandığı birileri varsa ifşa etmeli bence. Ya da sözünü geri almalı.
Şimdi böyle bir istek geldiğinde, kendi adıma konuşayım ilk listem elliden fazlaydı. Bu elli maddelik listeyi yapmak hızlı oldu da onu yirmiye düşürmek çok ıstıraplıydı. Tek teke neden listeye girdiklerini ve çıkmadıklarını açıklamak isterdim ama bu yazı dahi çok uzun oldu. Editörler ulaştıkları her jüri üyesinden isteseler güzel bir yazı dizisi olur derim.
Bardakçı yazısında “Çok şükür yakında ortadan kalkacak olan Taksim’deki çirkinlik âbidesi AKM’nin “Türkiye’nin en iyi 100 mimari eseri” arasında gösterilmesinin sebebini tartışmak gereksizdir!” yazmış. AKM’nin siyaseten mi listeye sokulduğunu bilmiyorum. Evet, ben de AKM’yi ilk 100 içinde görmüyorum ve listemde de yok. Fakat “çirkinlik abidesi” deyip ortadan kalkacağına sevinmek garip geldi.
Zaten Bardakçı çok zor beğenir, sanki AKM yıkılıp yenisi yapıldığında memnun olacak. Nagehan Alçı diye biri var. Ona “Nobel Hastalığı” terimini dahi yakıştıramıyorum ya, o zaten belirledi AKM yıkılınca yerine yapılacak olan yapının mimarın kim olacağını. Onun dediği ya da bir politikacının üstten verdiği emir yerine getirilirse çirkinlik abidesi dediği AKM’yi mumla arayabilir. Benden söylemesi.
Çok uzattım ve aslında bu kadar uzamasına değmeyebilir kusuruma bakmayınız ama bu alıntı da önemli. Bardakçı’nın yazısı şöyle bitiyor: “Bunca yıl sonra hâlâ asırlar öncesinin nostaljisine sığınmak ve çarşı-pazar ile tatil sitelerini “mimarî şâheser” olarak göstermek, Mimar Sinan’ın hasbelkader meslekdaşı olanların büyük, çok büyük ayıbıdır!”
Liste doğru dürüst incelenmemiş. Milli Reasürans Binası’ndan, Türkiye İş Bankası Ankara Genel Müdürlük binasına kadar geniş bir örnekleme listesi var. Sanırım başta Turgut Cansever’in seçilmiş işlerinden rahatsız olmuş. Bu göreceli bir seçim. Kimseyi ne seçti diye yargılayamazsınız ki. Herkes kendi görgüsü ve zevkiyle seçmiş. Ben de camilere ilgiliyimdir, benim listemde adı dahi duyulmamış camiler olabilir. Belki herkesin 100 mimari eser arasına da girmeyebilir ama bir farkındalık olarak öne çıkmaları gerekti. Hala listemin arkasındayım.
Hasbelkader
Bu arada Bardakçı’ya takılmış değiliz. Nobel Hastalığını alın İlber Ortaylı için de söyleyin. Kendisiyle aynı yayınevinden kitaplarımız çıktı, karşılaşsak yanında tabiatiyle cahil kalırım. Bundan rahatsız da değilim, bu ülkede bu denli bilgili olmanın da bedeli vardır. Farkındayız, fakat buna rağmen Nobel Hastalığı’na da işaret etmek gerekir. Ki bir de “Hasbelkader meslektaş” kelimesini açmak gerekir.
Kısaca diyor ki “Mimar Sinan’a yakışmıyorsunuz” Bak işte bu geçekten kabak tadı verdi.
Cemal Süreya’nın bir şiiri var.
“Bütün mimarlar yüksek, mühendisler de
Bir sen kaldın alçak mimar Ey Sinan usta!”
Muhakkak doğru zamanda, doğru yöne doğru söylenmiştir. Haklıdır da. Fakat bu temelle şimdiki mimarların hepsini birden eleştirmek yemekten sonra diş fırçalamak gibi. Aksi halde çürük tedavisi görürler maazallah.
Sanki bu memleketten Mimar Sinan kadar uluslararası üne sahip bir tarihçi mi çıkmış? Ya da diş hekimi, avukat? Yani bizim güreş ata sporumuz da bütün madalyaları biz mi topluyoruz. Her meslek grubu o kadar başarılı ki, mimarlar Mimar Sinan gibi olamadıkları için suçlular. Bardakçı dünyaca ünlü de biz mi bilmiyoruz? Pek önemi yok ama belirteyim yakın zamanda bir Alman araştırmacıya tesadüfen konusu olduğu için sordum, Mimar Sinan’ı biliyor, Evliya Çelebi’yi de biliyor ama modern bir Türk tarihçisi söyleyemedi.
Aynı hataya düşmeyeceğim, “bizden adam olmaz” demeye niyetim yok. Kendi durumumuzu iyi tahlil edip hangi meslekteysek en iyisini yapmak zorunda olduğumuzu söylüyorum. Tabii ki eleştirilecek, tabii ki bazen sert de girişilecek. Benim de hatalarım vardır, cesaret edemediğim işler projeler vardır. Olacaktır da.
Artık anlayın yahu, Mimar Sinan tek bir kişi değildir. Bir sistemin cisimleşmiş, adı sanı konulmuş bir sembolüdür. O yüzden şimdi her yönden ezilen mimarları, mimarlığa özen ve önem gösteren bir yönetim de yokken, bir de böylesine garip karşılaştırmalarla Nobel Hastalığı nüksetmiş haldeyken itham etmek büyük ayıp aslında.
Zamanın zorlukları malum, şimdiki teknoloji ve yapım kolaylıkları dahi avantaj değil. Mimar Sinan ile karşılaştırılmak elma ile armut karşılaştırması bile değil, tabiri tabii ki caiz, elma ile motordaki volan dişlisini karşılaştırmak bu…
Önce Mimar Sinan’ı anlamak ve ondan prim yapmak için olup olmadık yerde karşılaştırma yapmamak gerekir. Yoksa haşa Hassa Mimarıyla karşılaştırılmak da bir onur ve sözde aşağılamak için yazılmış olsa bile “hasbelkader meslektaş” olmak da mutluluğun en üst kademesidir.
2 yorum
Azmi Hocam, haklısınız. Sanırım ülkenin imajı-tirajı gibi bir durum olabilir.
Arzettiğim gibi bu seçim ciddiye alındığı için sevinmeliyiz. Keza en azından ülkede mimari eserler konusunda bir düşünme anı yarattı. Konuşuldu tartışıldı. Her okuyan yorum yapamıyor tabii.
Ancak sosyal medyada ses getirdiğini söylemem gerek. Varsın eleştirilsin.
Bu gazetenin seçtiği jüri ile böyle bir sonuç kabul edilebilir mi bu okuyucuya kalmış. Fakat bundan önceki seçim “TÜRKİYE’NİN EN İYİ 10 KAHVALTICISI” idi. Bunu seçimi küçümsemek için demiyorum.
Daha gelişkin kamuoyu araştırmaları yapılabilir ve bunlardan genç dimağlar için daha yetkin bilgiler çıkartılabilir.
Yine bu beğenin beğenmeyin bu seçim sayesinde yazıda belirttiğim gibi, çoğunlukla tarihçilerin çağdaş mimarları Mimar Sinan ile kıyaslama rahatlığına değinmemize sebep oldu. O yüzden bu seçimi önemsiyorum.
Önemseyerek fikrimi beyan ettim, gazeteci arkadaşlara söz verdiğin gibi listemi sundum. Bana göre objektiftir. Başka kurumlar da böyle seçimler yapabilirler.
Yorumunuz için teşekkürler.
Yazı yayınlandığından bu yana dört saat geçmiş ancak 200 cıvarında kişi okumuş ama tık yok. Demek ki konuşanlar sen benmişiz.
Hürriyet Gazetesi’nin bu seçiciliği yayınlandığında da bir hafta sen ben konuşmuş yazmıştık. Avrupa basınında ne kadar ses getirdiğini bilemiyorum! Biz de daha çok mimarlık camisi (camiası) yazmış.
Gazete 12 bin yılı başlangıç almış. Seç demiş kendi seçtiği gibi jüri (politikacı, tarihçi, gazeteci, eleştirmen…) üyelerine.
Her üye mimari eser denmesine rağmen yanlış anlaşılmış diyemeyeceğim ama okuduklarını, yazdıklarını veya en çok bildiklerini, savunduklarını, eleştirdiklerini, kulak dolgunluğu ile yazmışlar. Arkeoloji var dini yapılar var, Cumhuriyet öncesi ve sonrası var. Sümela kayalara yapışmış, Divriği taşları oymuş, Efes kütüphanesi nerede? Rahmetli Hocamız Sedat Hakkı Boğazda, Çiniclerin camisi Mecliste, İshak paşa 1784’te, Miletli İsodor Ayasofya’yı yaparken İstanbul Hilton’da kalmış. Mimarsinan Topkapı Sarayı’nda.
Seçilen eserlerde kayırma olmadı demişsiniz elbette, kayırma olmamış Aydın’dan üye olmamasına rağmen Ayasofya birinci seçilmiş.
Yazılan yapılan yorumların bir çoğu kategori, sınıflandırma, tasnif olmadığından yanlış kulvarda yarışanların çarpışması gibi eserler çarpıştırılıp başı gözü sağlam kalmışlar ön sıralara yerleştirilmiş veya gazete bir tencere MÖ-MS çorbası yapmış kimin kaşığında ne çıktıysa, sıralamış.
Eser seçmenin sebebini anlayamadım sonucunu anlayamadığım gibi. Amaç: Ülkemizin imajı mı, gazetenin trajı mı? Bir mimari vizyonumuz yok diyenlere nisbet mi, kader kısmet mi?