Necdet Teymur hocayı kaybettiğimizi öğrendim. Necdet hoca, ODTÜ’de mimarlık okumuş, ardından kariyerini İngiltere’de sürdürmüştü. Orada geçen uzun yılların ardından 1990’ların ikinci yarısında Türkiye’ye dönmüş, 1997-2000 yılları arasında ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nde dekanlık yapmıştı. O dönemlerde, doktora yapan bir araştırma görevlisiydim ve Necdet hocanın imza attığı pek çok işte ve etkinlikte görev alan, yakın çevresindeki gençlerden biriydim.
Onunla ilk tanışmam, dekan seçilir seçilmez yayınlama kararı aldığı haftalık Fakülte Bülteni için görevlendirilmem sayesinde oldu. İki yıl boyunca onun yönetiminde çıkan bu bültenin hem tasarımcısı, hem de editörlerinden birisi olarak çalıştım. Birçokları için önemsiz ve rutin bir faaliyet gibi görünen bülten yayınlama işi, Necdet hoca için önemliydi, zira onun amacı, her bir öğretim elemanının, her bir grubun ve her bir bölümün “tek başına bir ada” olduğu fakültemizde akademik bir paylaşım mecrası yaratarak daha kolektif bir ekoloji oluşturmaktı. Hocanın bu ve benzeri girişimleri, henüz akademik dünya içinde mevzi tutmamış biz genç asistanlar açısından çok daha heyecan vericiydi şüphesiz.
O yıllar, aynı zamanda biz endüstriyel tasarımcıların hem iş dünyasında hem de akademik yapı içerisinde rüştünü ispatlamak için mücadele verdiği bir dönemdi. Tarihsel olarak mimarlık disiplininin akademik hegemonyası altında gelişen alanımız, artık kabına sığmıyor ve bağımsız bir disiplin olmaya uğraşıyordu. Necdet hoca bu çabamızda bize büyük destek verdi ve özgüven aşıladı, zira onun getirdiği vizyon, “tasarım” kavramını merkeze alıyor ve bu kavramı fakültemizi oluşturan farklı ölçeklere dönük bütün yaratıcı disiplinlerin ortak noktası olarak tanımlıyordu. Bu bakış açısı, kendi disiplinimizi yeni bir gözle görmemizi sağladı.
Disiplinimize yaptığı katkılardan kuşkusuz en önemlisi, bir Endüstriyel Tasarım Yüksek Lisans Programı açmamıza önayak olmasıydı. Bu program için kendisi de bir ders açmıştı. “Cultural Analysis of Design” adlı bu dersin yürütücüsü olarak görevlendirdiği asistanlardan birisi de bendim. Doktoramı bitirip akademik kadroya bir öğretim elemanı olarak girdiğimde, sahiplenip geliştirerek yıllarca verdiğim bir ders oldu bu. Öyle ki, bugün sahip olduğum akademik kimliğin ilk basamaklarını o ders için yaptığım çalışmalar oluşturdu.
Onun baş eseri olan “Environmental Discourse” kitabını ilk okuyup bitirmeyi başaran ve dahası tezinde istifade edenlerden birisi de herhalde bendim. Felsefe ve sosyoloji camiası dışında, kendi “tasarım” çevremizde epistemoloji sözcüğünü ilk ondan duydum. Marksizmi bir siyasi ideoloji ve materyalist bir felsefe olarak herkes kadar bilirdim. Ama Marksizm ve tarihsel materyalizmin, sanat ve tasarım alanlarında kullanıldığını ilk kez ondan öğrendim. Sonradan onu tanıdıkça ve akademik gelenekler ile tanıştıkça, Necdet hocanın, 1970’lerde İngiltere akademisine devrim niteliğinde yenilikler getiren Marksist çevrenin bir üyesi olduğunu öğrendim, Marksizmi daha çok sevdim.
Akademi evine olan yolculuğumda tuttuğum yollardan önemli bir kısmını ona borçluyum. İngiltere’ye – oradaki evine ve camiasına – her ziyarete gidişinde ona sipariş ettiğim kitaplar şu an hala raflarımda. Bir araştırma görevlisi için bavulunda kitaplar taşıyan bir dekan… Bütün hiyerarşilerin ötesine geçen bir entelektüel ve akademik paylaşım heyecanı idi ona bunları büyük bir doğallıkla yaptıran.
Son yılları kendisi ve sevdikleri için çok zor olan sağlık sorunlarıyla geçmişti. Belki de her anlamda huzura kavuştuğunu düşünüyorum. Üniversitede sayısını unuttuğum yöneticiyle ve pek çok dekanla çalıştım. Birkaçı hariç, Necdet hoca kadar akademi fikrine tutkuyla bağlı bir insan görmedim. “Teori”nin laftan ibaret olmadığını ve nasıl büyük bir emek gerektirdiğini ondan öğrendim. Bugün artık öyle insanlar yok. Necdet hoca soyu tükenen bir akademisyenler kuşağının üyesiydi. O şimdi ebedi bir kütüphanede, “alef”ten bize bakıyor.