Özlem Öztürk Karadoğan bu yazısında, Nevzat Sayın ve Günnur Özsoy'un "Ada" isimli sergisine dair gözlemleri ve analizlerinden bahsediyor.
Yeryüzündeki hiçbir haritada göremezsiniz, bilinen hiçbir kılavuzda adını bulamazsınız; çünkü o, görünmez bir ada. İç dünyanın derinliklerinde, hayal gücünün sınırlarında gizli bir kuytu, bir rüyanın kıyısında yüzer durur. Sadece özel bir yolculukçunun kalbinde varlığını hissedebilir, iç dünyanın labirentlerine inenlerin görebileceği bir sır olarak var olur. Yeryüzünde hiçbir kılavuz, bu içsel adanın gerçekliğini anlatmaya yeterli olamaz çünkü adanın konumu, ruhun coğrafyasına göre değişir. Yok-Ada, adeta hiçbir varlık ve mekanın bilincine gelmediği bir boşluktur. İşte bu boşlukta, zamandan ve mekandan tamamen bağımsız, soyut bir varlık vardır. Yok-Ada, kelimelerle ifade edilemeyen, soyut bir düşüncenin imgelerine dönüşen bir varoluş hali gibidir. Orada ne ada vardır, ne de ada olmayışı; çünkü o, adını anlatmak için her türlü kavramın dışındadır. Orada zamanın akışı yavaşlar ve gerçek ve hayal arasında belirsiz bir çizgi çizer. Orada, zamandan ve mekandan bağımsız bir varoluşun izini sürenler, soyut düşüncelerin imgelerine dönüşen bir gerçeklikle karşılaşırlar. Adını anlatmak için kelimelerin yetersiz kaldığı, soyut düşüncelerin kavranmasının güç olduğu bir mekan olarak varlığını sürdürür. Yok-Ada, sadece içsel bir deneyimle keşfedilebilir ve insanın iç dünyasındaki soyut düşüncelerin imgelerini keşfeder. O, adıyla bile ifade edilemeyen bir sırdır ve sadece iç dünyanın keşfiyle var olan, ruhun en saf haliyle buluştuğu bir soyut gerçekliktir.
Görünmez Sınırlar: İç İçe Rüyalar
Günnur Özsoy ve Nevzat Sayın’ın, Galeri Siyah Beyaz’daki “Ada” sergisi, bir heykeltıraş ve bir mimarın işbirliğiyle ortaya çıkan etkileyici bir deneyimi izleyicilere aktarıyor. Sergi, heykel sanatının geleneksel algılarını sorgulayan ve mekânın fiziksel sınırlarını aşan bir yaklaşımla tasarlanmış. Sanatçıların, birbirlerinin içine geçmiş gibi görünen heykelleri, izleyiciyi derin bir düşünce yolculuğuna çıkarıyor. Sergideki her bir eser, görsel bir deneyim sunmakla kalmayıp, aynı zamanda izleyiciyi heykeller arasında gezinmeye ve iç içe geçmiş anlamların izini sürmeye davet ediyor. Serginin atmosferi ve eserlerin birlikteliği, “On Body and Soul” filmindeki karakterlerin ortak rüyalarının etkileyici anlatısını anımsatıyor. Film, iki karakterin birbirlerine ilk başta yabancı olmalarına rağmen, aynı rüyaları paylaştıklarını keşfetmeleri, ‘birbirlerini bulma’ları ve ‘tamamlanma’larıyla başlar. Benzer şekilde, Günnur Özsoy’un soyut formları ve Nevzat Sayın’ın somut ‘yapı’ları, Endre ve Mária’nın birbirlerine olan bağlılıklarını, zıtlıklarını ve içsel dünyalarının
derinliklerini andırıyor. Kimi ada-yapı birbirinden ayrılmaya, kimi ise birbirinin içine geçerek tek ada oluşturarak birbirine temas eden bir iletişimi izleyiciye aktarıyor.
Günnur Özsoy ve Nevzat Sayın’ın “Ada” heykelleri, gözlemlenen dünyanın dolaylı ya da dolaysız bir yansıması olmaktan uzaklaşıyor, gerçekliğin süzgecinden geçirerek kendi rüya evrenlerinin bir kısmını sunuyor. Serginin ilk mekanı, sürecin detaylı bir bakış açısı sunarak, “Ada”nın yaratılış sürecine dair önemli bir pencere açıyor. Paftalar, mimari çizimler ve kalıplar, serginin arka planındaki düşünce sürecini ve uygulamaları izleyicilere görsel olarak sunuyor. Günnur Özsoy ve Nevzat Sayın’ın birbirlerinin malzemelerini ve imgelerini nasıl dönüştürdüklerine tanık olan izleyiciler, sanatın süreçle nasıl entegre olduğunu görebiliyorlar.
Serginin ismi olan “Ada”, insanın kendini bulma ve anlama arayışının sembolüdür. Ada, çevresi suyla çevrili ve genellikle diğer topraklardan izole edilmiş bir kara parçasıdır. Bu fiziksel yalnızlık, ada metaforunda insanın içsel yalnızlığını ve içsel yolculuğunu sembolize eder. İnsanın kendi iç dünyasını keşfetmesi ve kendini tanıması adeta bir adada yolculuk yapması gibidir. Ada metaforu, edebiyat, felsefe ve sanatta sıkça kullanılan ve derin anlamlar içeren bir semboldür. Bu metafor, bir adanın fiziksel ve mekânsal özelliklerini, insanın iç dünyasını, varoluşunu, bilgiye ulaşma sürecini, toplumsal düzeni ve diğer felsefi ve sosyolojik kavramları temsil etmek için kullanılır. Ayrıca bilgiye ulaşma ve anlamaya çalışma sürecini de temsil eder. Bilgi, tıpkı bir adayı keşfetmek gibi, adım adım ve katman katman açığa çıkar. Bu bağlamda, Günnur Özsoy’un soyut formları ve Nevzat Sayın’ın mimari unsurları insanın iç dünyasındaki labirentleri temsil eder gibi duruyor. Günnur Özsoy ve Nevzat Sayın’ın Ada’ları, izleyicilere bilinçdışı adaları gibi gelebilir; içsel keşiflerin, anlam arayışlarının ve benlikle yüzleşmelerin mekânları.
Sergide, neredeyse tüm “Ada” heykellerinde belirgin bir “tamamlanmamışlık izlenimi” bulunuyor. Öte yandan adanın parçalara ayrılarak bütünden uzaklaştırılması adanın ötesinde adaya dair içsel bir anlama biçimini işaret ediyor. Heykellerin biçimi, pürüzsüz bir dokuyla öne çıkıyor. Özsoy’un alüminyum yüzeyleri, dilin sınırlarını zorlayarak izleyiciyi soyut bir düşünce evrenine çekiyor. Nevzat Sayın’ın mimari elemanları, iç dünyanın karmaşıklığını ve derinliklerini yansıtıyor. Merdivenler, yükseliş ve düşüşlerin sembolü gibi, izleyiciyi yukarıya doğru çekerken, aynı zamanda derinlemesine kendi içine doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Tüneller ise, bilinçaltının karanlık koridorlarına çekiyor. Gözlemci, bu tünellerin içine girerken, kendi karanlık ve aydınlık yönlerini keşfetmeye davet ediliyor. Her dönemeç, yeni bir anlam aralanmasına işaret ediyor ve izleyiciyi daha da derinlere çekiyor. Özsoy’un soyut formları, izleyiciyi soyut düşüncelerin ve duyguların alemine çekerken sınırları daha da bulanıklaştırıyor, Sayın’ın somut yapıları ise izleyicilere gerçekliğin sert dokusunu sunuyor. Heykeller arasındaki etkileşim, izleyicileri soyut ve somut arasında gidip gelmeye, iç dünyalarının karmaşıklığını keşfetmeye teşvik ediyor.
Varlığın içsel hali ile dış dünyaya yansıyan Ada heykelleri, bedenin ve ruhun birleşimini hatırlatıyor. Ruh ve bedenin fiziksel sınırlarını araştırmak amacıyla Özsoy’un ada formlarını deforme eden Nevzat Sayın’ın kesitleri, adaların iç dünyalarını dış dünyaya görünebilir kılıyor. Fizyoloji kurallarının ihlaliyle ortaya çıkan yarı yapı formlu yaratığa benzer bu “tuhaf” ada heykelleri, oranların bozulması ve gözün algısını tamamlayan öğelerle birlikte, izleyicide yabancılaşma duygusunu uyandırıyor. Adadan ayrılan “yapı”nın adaya geri dönme çabasını ya da ruhun bedene ulaşmak için yaşama bağlanma gayretini temsil ettiğini düşündürüyor. Günnur Özsoy’un formları değişime uğramış, soyut bir yoğunluğun düşüşü, “yapı”lara karşı koyamayarak eriyen ada parçalarının çöküşü, doğanın savunmasızlığını ve cansızlığını vurguluyor. Ada üzerinden “yapı” kavramını yeniden değerlendiren sanatçılar yarattıkları yapı- adalar üzerinden yapılagelmiş olanla doğanın ilişkisini sorgulamaya açıyor. İç-dış edilmesiyle birlikte adanın dıştan keşfedilme hali son bulmuş, doğa ve yapı ayrılamaz olmuş, doğrudan adanın varoluşu ve özü işlenmiş. Adayı saran ve onu bütünsel olarak tutan topoğrafya, heykellerde ince bir deri gibi kalmış, korunmanın mümkün olmaması işlenmiş. Sanatçılar, Hepimizin içinde yer alan bir ada var ve adaya ulaşmak doğal bir lisandır, demiş gibi hissediyorum. Bedenin adaya dönüşümü ne kadar savunmasız ve yaralanmaya açık bir kabuğa sahip olduğunu vurguluyor. İnsanlar, adalar gibi zaman içinde şekil değiştirmekte ve doğal yasalara veya insan müdahalelerine maruz kalarak dönüşmektedir. Doğal olan ile yapılı olanın birlikteliğini yaratan “Ada”lar, yapı da doğanın bir parçasıdır hissini uyandırıyor. Ada’da yapılan yapılar sayesinde ada tanınmaz hale getirilmeyerek kimliğini korumakta bununla birlikte yapı ve doğanın dönüştürücü gücü adalara yansıyor.
Serginin sonunda Ada’lar arzuyu ve boşluğu tasvir eden rüyalara dönüşüyor, aklımda beliren Ada’ların anısına ve hissine sıkı sıkıya bağlı bir soru, düşüncelerimi tetikliyor: İki farklı sanatçı, kendileri gibi var olarak aynı rüyada buluşabilir mi?