Kıbrıs’ın diken sarısı mevsimi zordur, her yeri aratacak bunaltıcı bir sıcak zorlar bedeninizi, ruhunuzu… Hele bir de yaz okulu yapma zorunluluğunuz varsa benim gibi, daha da beter olursunuz. Neyse ki bu sefer kısa bir kaçış mümkün oldu; önce Bodrum’a oradan Datça’ya doğru…
16 yıl önce gitmiştim bir içim su Datça’ya. Yarımadanın elli iki koyundan biri olan Ovabükü’nde, şimdiki gibi zor yer bulmuş, yeni açılan bir ev pansiyonunda kalmıştık. Sabah pansiyonun arkasındaki bahçeden gelen sesler iki yaşındaki oğlumun ilgisini çekmiş, badem silkeleyenlerin sopalarından çıkanlar olduğunu görmüştük. Bodrum’da harımın köşesindeki bademlere dedemin salladığı gibi, uzun değnekler bir gelip bir gidiyorlardı. Canları yanar gibi gelmişti bana, bir müjde gibi baharlarını beklediğim narin ağaçların; yoksa onları yaşatan müzikleri miydi bunlar?
Bu defaki gelişimizde Ovabükü’nün hemen ardındaki Hayıtbükü’nde kalacaktık. Günde üç kez kalkan feribotta yer bulamadığımız için kuşbakışı 45 km gibi olan yolu, sürerek 5 saatte gittik. Ama değdi doğrusu. Muğla, Akyaka ve Marmaris üzerinden geçtiğimiz güzergâh o kadar hoştu ki… Bodrum’dan başlayan yeşiller değişti durdu yol boyu; maki grilikleri, çam filizileri, arada zeytuniler… En son, kıymetli günlük ağacının kurşuna yakın koyuluğu… Yetmişli yıllarda çıktığımız mavi yolculukta, altında ailecek fotoğraf çektirdiğimiz ve hayatım boyunca bizi koruduğuna inandığım ulu ağaçlar ne de sıktı!
O yeşiller ki alıp başka bir yolculuğa çıkardı beni, çocukluğumda gezdirdi. Sakar Yokuşu’na geldiğimizde ata memleketimiz Fethiye’ye gidişlerimizi hatırlattı. Tırmanışlarda tek kapılı Anadol’umuz en az üç kere su kaynatırdı. Farklı rengiyle Bodrum’da her yerde tanınan düldülümüz hem bizim hem de aracı olmayan komşularımız için çok kıymetliydi. Onun kadar değerli bir başka varlığımız da televizyonumuzdu o yıllarda. Biz ikinciydik mahallede televizyon sahibi olan; ilki Alamanyalı Mehmet Amcalar’dı. Keleş Çıkmazına açılan pencerelerinden televizyonu izleyebilmek için kuyu başına tırmanırdım. Bizim de siyah beyazımız olduğunda kurtulmuştum hafif utandığım bu durumdan. Salonumuzun başköşesine yerleştiği gün bir bayramdı benim için. Dallas’ı seyretmek üzere koşarak evimize gelenler artmış; Hatça Yenge, Kübra Anne, Fatma Hala’nın adresi değişmişti. Mahallenin hayat kutusu artık bizim evin içindeydi!
Evet, arabamız ve televizyonumuz mahalledeki itibarlarımızdı ama asıl farklılığımız evimize her sabah giren kırmızı başlıklı gazetemizdi. Ancak bunu ve kitaplarımızın varlığından kaynaklı zenginliğimizi sonraları anladım. Keşke onları da ortak kullanabilseydik komşularımızla; boş gönderilmeyen tabaklarına sayfalarını kokladıklarımızdan koysaydık. Bırakın okuma tembellerini, iletişim tembelleriyle dolu bir zamanda yaşayınca o günleri özler, çareyi geçmişinde arar oluyor insan.
Çocukluğumun mekânlarından lüks aracımızın ön koltuğuna döndüğümde yolu henüz yarılamamıştık. 670 rakımdan bütünüyle görünen körfezin ismine uygun güzelliğini kaçırmamak gerekirdi. Gök ve ovanın yakışarak birleştiği uçsuz bucaksızlığı içime çektim. Bu muhteşem manzaralı yolda acelesi olanları anlamak, gerçekten zordu! Artık bol tırmanma şeritli Sakar’ı son sürat çıkan trafik, kara yollarında üstün ilerleyen ülkemizin bu en gelişmiş bölgesinde bile hâlâ neden yüzlerce kurban verdiğimizi açıklıyordu.
Yokuştan indiğimizde TV dizilerine sahne olduktan sonra ünlenip “âşıklar yolu” isminin yakıştırıldığı okaliptüslü yola paralel, Marmaris’e doğru ilerledik. Tepeden gördüğüm kentin geçen yıllarda yeşili azalmış, betonu artmış. Yani bu kıyılardaki birçok kimliksiz yerleşimle aynı kaderi paylaşıp yamalı bir bohçaya dönmüş. Datça’nın daha korunmuş olacağı umuduyla yol boyu mısır, incir, bal ve şerbetlerini satmaya çalışanları gönüllerken saflığımı pekiştirdim.
Yolculuğumuzun son aşamasında Reşadiye Yarımadası’nın haritada göründükleri gibi masum olmayan büklümlerindeydik. Sosyal bilgiler dersinde tam kavrayamadığım “dantel gibi işlenmiş” kıyılardan geçiyorduk. Gerçeğini görmediğin şeyleri öğrenmek ne zordur çocukken; öğretmek de öyle olsa gerek. Oysa buralardan gelen sakin yaradılışlı Bekir Akdeniz matematiği ne keyifli anlatmış ve sevdirmişti birçok Bodrumlu gence. Şimdi geometriyle ilgisi olmayan mimar adaylarına proje dersleri verirken aynı anlayışı gösteremediğimi itiraf ediyorum kendime.
İnce uzun Yarımada’nın üzerinde ilerlerken bir yanım Gökova, diğer yanım Hisarönü’ydü. Dar boğazlarda Egeyle Akdeniz zaman zaman ayrılıyor, zaman zaman öpüşecek kadar yakınlaşıyordu. Zaten onlar, hem yarışır hem sevişir bana göre. Bazen kadifemsi, bazen satenimsi örtülerimin hangisinde yüzersem yüzeyim hep memleketim Bodrum’dayımdır. Şimdi bu kadar yol gelmemize rağmen, sağa kıvrılışımda onun siluetini; sola kıvrılışımda sanki yansısını görüyordum.
Can şairin “eliyle koymuş gibi bulduğu” Datça’yı düşlü, düşünceli bir yolculuk sonunda buluyoruz. Kentin dışından geçerken bile, ulaşılması güç yolunun göçleri kesmediği hissediliyor. Onu da değiştirmiş nüfusumuzdaki oyunlar! Halikarnas Balıkçısı’nın “iklimi tam insan boyundadır” dediği havası, yeter mi acaba bu kalabalığa?
Mesudiye’ye yaklaştığımızda denizden birileri gelip sarp kayalıkları delmiş de içlerine kurulmuş gibi duran ufak düzlükler başlıyor. Küçüklüklerine bakmayın; verimli ve bakımlı tarlalarda asmalar, zeytinler, bademler iç içe. Yeni bir kıvrım sonrasında geliverdiğimiz Hayıtbükü, o hoyrat coğrafyadan beklenmeyecek masumiyette. Kıyının kalabalığına rağmen bir içtenlik var etrafta.
Kalacağımız yer, koyun iç tarafında. Yerli bir aileye ait turizm işletmesinin yenilikleri olan ahşap yapılar buralarda yeni moda olmuş ve hızla türemiş. Bostanın yanına dizilmiş olanlardan ortadakine yerleşiyoruz. Verandaların önünde sıralı nar ağaçları, meyve yüklü! Van Gogh der ya “sevgiyle yapılan her şey iyidir”; işte buranın da sevgiyle geliştirildiği belli. Modayı takip edercesine giydirilmiş korkuluktan tutun, mısır koçanlarıyla gizlenmiş duş başlığına kadar ince düşünülmüş detaylar bu özenin ürünü.
Tesisteki internetin varlığı onaylanınca karnımızın açlığı geliyor aklımıza. Kıyıdaki lokantasında dalından yeni koparılıp pişirildiği ağza gitmeden anlaşılan taze fasulyeyle doyuyoruz. Daha sonraki günlerde ailenin çalışkan kadınlarının elinden çıkmış, denizle karanın birleştiği Datça mutfağından başka lezzetleri tadıyor; kahvaltılarda kekik balı ve güz domatesi yanında yağda kavrulmuş “kaç göz yumurta yeseklere” cevap veriyoruz. Sadece bu tatlar bile, bünyemde Hayıtbükü’ne yeniden gelme isteği yaratıyor.
Samimi bir havası olan lokanta, eski bir ambardan çevrilme. Özgün taş yapının betonarme ekinin köşeleri, kırlangıçlar tarafından tutulmuş; umurlarında değiliz; yuvadaki yavrularının karınlarını doyurma derdindeler, benim gibi. Eğri büğrü döşeli serin yer karolarının üstüne uzanmış yaşlı Kocabaş da aldırış etmiyor hiç. Arka bahçedeki üç eniğini bırakan Fistan ise daha da umarsız, sırf merakından geliyor ayakuçlarımıza. “Hayıtbükü’ne heykelinin dikilmesinin gerektiğini” söyleyebilen esprili abimiz her işimize koşuyor. Buraların baş sevilenleri olduklarından, haklı bir şımarıklık var hepsinde.
Bar ve camilerden karışarak gelen seslerden yorulduğum Bodrum gecelerinden sonra Hayıtbükü’nün sakinliği bana iyi geliyor. İlk gün Hayıtbükü’nün durgun sabahına direniyor bedenim. Pancar motoru ve dalga sesleri karışıyor seher uykuma. İşin en güzeli, gün boyu devam ediyor bu dinginlik; çevrede müzik bile yok. Fazıl Say’ın başlattığı “Ege’ye sessizlik” kampanyası buralara çoktan ulaşmış sanırım. İnsan önce doğayı, sonra isterse de insanı dinleyebiliyor yani.
Yol yorgunluğunu attığım ertesi gün Datça’nın görülmesi gereken yerlerine uzanıyorum. İlki, bir zamanların önemli ticaret ve kültür merkezi olan antik kent Knidos! Ana kara ve adadan oluşan kent, milattan önce 200lerde kurulmuş. Kentin -eskide de kalmış olsa- görkemine yakışmayacak bilet satış yerinin yanındaki paslanmış levhalardan Hippodamus’un ızgara planını inceliyorum. Sonra iki tiyatrosundan küçük olanının bile 4500 kişilik olduğunu öğrenince buradaki varsıl kent yaşamını düşlüyorum. “Orada sahne alan sanatçıların oyunları da sansürlenmiş midir acaba?” gibi tatilde gereksiz olan sorular takılıyor aklıma.
Gerçekten büyük bir kent olan Knidos’un sadece %5’inin ortaya çıkarıldığını da öğreniyorum buradaki bilgilerden. Yani kazılar başlayalı beri geçen 160 yılda bir arpa boyu yol ancak gitmişiz. Mahcup oluyorum yüzlerce yıl öncesinde asıl uygarlığı yaşamış hemcinslerimle çalışmış İskenderiye Feneri’nin mimarı meslektaşımdan. Çok sayıdaki eserin British Museum’a taşınmış olduğunun bilgisiyle de çocuklarımdan utanıyorum.
Buralarda tek başına kalmış gibi duran ağacın gölgesine sığınmış küçük kızın ürkek sesi katlıyor ayıbımı. “Abla, almaz mısın dağ kekiğimizden? Sadece beş liracık…” diyor kendine özgü şivesiyle. İsteğini boşa çıkarmayıp iki liman arasındaki derme çatma yapıya kaçıyorum. Oracıkta taze bir balık yiyerek uzak tutabilir miyim kendimi sesindeki titreklikten? Enötedeki masa yeterince ayrı tutar mı? Varlıklarıyla o an benim gözümün olan, karşıdaki irili ufaklı gâvur adalarına mı gitmeli? Ama ben, Miyazaki’nin özlediği “nefretin gölgelemediği gözlerle bakmanın” bu limanda mümkün olmasını istiyorum! Berraklığından, içini başka güzel gösteren; “Her yerim deniz”, yetişir belki yine imdadıma deyip atıyorum kendimi tuzu bol, camgöbeği serin sulara!
Tekerleklerimizin her bir dönüşünde heyecanlandığım farklı bir yolundan geri dönüyoruz. Teğet geçtiğimiz kıyılar muhteşem! Yukarıdan koptu kopacak gibi görünen burunlar incecik belli denizkızları gibi uzanmış. Ufak kayalıklar ise işveli enginin yüzündeki benleri. İsmi zengin dilimin sözcüklerinin ulanışıyla oluşmuş, Datça’nın en uzun sahili Palamutbükü’ne de hayran kalıyorum. “Dönemeç” ya da “akarsu kıyılarındaki verimli tarlalar” anlamına gelen “bük” kelimesi tek başına kaba dursa da ovayla, hayıtla, palamutla birleşince ne güzel geliyor insanın kulağına.
Son günümüzü Eski Datça’ya ayırıyorum; ismi buralarla anılan Can Yücel’in yaşadığı mekânları görmek üzere. Araç girişi engellenmiş bölge, Ege’nin kendine özgü yerel mimarisinin sergilendiği bir açık hava müzesi adeta. İçlerine girmesem bile beyaz taş evlerin Bodrum’un gelenekselleriyle benzerlikleri çok net fark ediliyor. Yanlarındaki ‘dul avrat damları’ daha da insanileştiriyor yalın kütleleri. Baba’nınkine doğru ilerlerken, gördüğüm en şirin minarelerden birine sahip caminin koyu gölge avlusunda soluklanıyorum.
“Yaşantısını, en güzel şiiri” olarak betimleyen şanslı şairin sokağında ince serzenişli tok sesini duyar gibiyim. Satılmak üzere bahçe duvarlarına asılmış çaputtan yapılı renkli nazarlıklar ona yaklaştığımın işareti. Ne “renk ahenk” bir kişilikti o! Bazen ağza alınmayacak küfürlerle dolu, kızgın; bazen “Canın canı cehenneme” diye kendisiyle eğlenecek, neşeli bir bilge. Hâlen yaşandığı için evinin gezilemediğini öğrenince biraz üzülüyorum doğrusu. Ama anlıyorum da bir yandan… Yuvamız, sığınağımız hem en mahremimiz hem de en paylaştığımız… Öldükten sonra kimin olur, bir ünlü için kimin olmalıdır evi?
Sorularımı bir kenara bıraktırıyor keskin sıcak. Evinin mavi kapısındaki üç harfliler üzerine olan şiirini hızla okuyup dar sokakta zorlanarak fotoğraflarımı çekiyorum. Hani ev değil, komşu al derler ya bizde; bence Can Ozan da öyle yapmış. Karşı komşusunun yaşanan ve yaşattığı belli olan küçük avlusunu çokça görüntülüyorum. Dönüş yolu üzerindeki şirin dükkânlarda bademin ezmesini, kurabiyesini, likörünü tadıyor; oturduğu kahvede bademli gözlememi yiyorum. Eski Datça, biraz onun adından faydalanmak istermiş gibi gelse de, ayrılırken onun cennetini ziyaret etmiş olmaktan dolayı huzur doluyorum.
Fotoğraf 9a/b: Can Yücel’in karşı komşusunun bahçesi (Yücel Besim, 2019)
Fotoğraf 10a/b/c/d/e/f: Eski Datça’dan görüntüler (Yücel Besim, 2019)
Hep Datça’daki gündüzlerimi anlattım ya; aslında bu tatilin en unutulmaz anları Hayıtbükü’nün akşamlarıydı benim için. Gün ışığında her biri ayrı renk ve büyüklükte görünen çakıl taşlarının gün batımı sonrası inanılmaz değişimiydi. Yakamozların dokunuşuyla aydınlanan gece mavisinin yalayışında parıldayanlar; yere düşen yıldızlar gibiydi; ve ben onların üzerinde, buralara son gelişimden daha çoklarıyla birlikteydim. Biri on dokuz, diğeri on dörttü yaşam yıldızlarımın. Büyüğü uzun poz gece çekimleri yaparken küçüğü ukulelasını çalıyordu sahilde. İşte bu akşamlarda ben de şımardım biraz Hayıtbüklüler gibi!
Hayıtbükü’ne veda ederken, asıl onun koynunda yaşayanlara teşekkür etmeliydim. Memleketimin otuz yıl öncesini bana yeniden yaşatan bu yer biraz uzakça olsa da koynunda yaşayanları öyle değildi! Nazik bir değişim içindeydiler. Uzun ömrün sırrını çoktan öğrenmiş bu insanlar, onu özenle koruyor ve gönülden herkesle paylaşıyordu. “Turizmde markalaşmak için yeni projeler” varmış; umarım kanmazlar! Hatta dilerim biz mimarlara bile dokunmaya izin vermezler Özel Çevre Koruma Bölgesine. Gündemimize ancak düşen Kaz Dağları gibi gecikmez; gelecek bir günde “herkesin eşit kullanabildiği kıyıları varmış” diye anlatmazlar çocuklarına.
O yüzden tatil dönüşümde yörenin insanlarını daha iyi anlayabilmek için bölgenin özgün coğrafyasıyla doğrudan ilişkili olan efsanelerine meraklandım. Heredot’un anlatışında, “Perslerin Ionia’ya girmesi üzerine Knidosluların dar kıstağı kazarak yurtlarını adaya dönüştürmek isteyişlerini; ancak yarımadanın anakaradan kopmamak için direnişini” öğrendim. Strabon’un sözünü doğrulayan efsanede ise “İspanyol korsanların buralardan geçerken gemideki cüzzamlıları atmaya karar verdiklerini; ancak ölüme terk edilenlerin yaralarının kapanışını” okudum. Bir “Ahhh!” çektim, görüşmelerden sıkılmış ada(lıları)ma ve artık kendimi bulamadığım yarımada(lıları)ma!
Günlerin kısalıp karanlığa devrildiği şu zamanlarda, dilerim ki ülkemin ömürlük güzellikteki tüm yerleri efsanelerdeki gibi dirensin, insanlığın varlığı hiç unutulmasın. Datça’nın koynunda koruduğu akşam güzeli Hayıbükü ise sefasını sürsün!
Kaynaklar:
https://mugla.ktb.gov.tr/TR-157572/buk-ve-koylar.html