Mimarlıkta ortak bir kamusal alan için Dünya Mimarlık Günü açıklaması...
Evet, mimarlık krizde.
Mimarlığın kitlelere sunabileceği yararlar ortadan kaldırılıyor, mimarlık ancak ayrıcalıklı bir çevrenin hizmetinde olan bir faaliyet türü olarak izole ediliyor. Bunun en önemli göstergesi mimarlıkla topluluklar arasındaki mesafenin açılması. Bu açıdan bakıldığında mimarlığı bir elitin uğraşı olarak özel alana izole eden star sistemi ve sermaye odaklı girişimler ile toplulukları basmakalıp işlere mahkum eden, entelektüel üretimi dışlayan iktidarlar arasında sanki gizli bir anlaşma var. Her ikisi de mimarlığı kamusal alandan ayrıştırarak, bu adaletsiz sistemin yeniden üretimini sağlıyorlar, ayrıcalıklarını güvenceye alıyorlar.
Türkiye’de modernlik tahakküm altındaki sınıflar için bir biçimi olarak algılandığı için muhafazakar iktidarlar tarafından dışlanıyor. Piyasa bağımlısı modernleşmeci elitler toplulukların yaşam çevrelerini dönüştüren kültürel metaforlar yaratıyorlar. Mimarlık da kentleri, yaşam alanlarını soylulaştırıcı bir rol oynuyor.
Hem piyasa mekanizmeleri, hem de iktidarlar mimarlığı kamu alanından dışlamak gibi kendilerine bir rol biçiyorlar. Çünkü bu soylulaştırıcı pratikler içinde kültür alanın simgesel bir şiddetle dönüştürülmesi söz konusu. Soylulaştırıcı pratikler yaratıcı sınıfların çıkarlara bağımlı hale gelmesi ile gerçekleşiyor. Sözkonusu olan yaratıcı sınıfların bağımsızlığının ortadan kalkmış olması değil, toplulukların yaratıcı enerjiden koparılması, özgürlüklerinin ellerinden alınmasıdır. Mimarlığın krizde olması,kamusal düzenin krizde olması demektir.
Mimarlık kapitalizmin koşullarına teslim olan, ona dekor oluşturan bir uğraş değil, onun yarattığı krizle baş etmenin, farkındalığını üretmenin bir birikimidir. Günümüzün sorunu ise mimarlığın bu entelektüel birikiminin piyasa bağımlısı koşullar içinde göz ardı edilmesi, yok sayılmasıdır. Mimarlığın tarihle, gelecekle, kültürle kurduğu ilişkinin yüzeysel bir meseleye dönüşmesidir. Bir biçim, yaşama tarzı olarak topluluklara empoze edilmeye çalışılmasıdır.
Bunun bir başka göstergesi de mimarlığın geçmişle ve hafızayla olan ilişkisi. Geçmişle kurulan yüzeysel ilişki tarihi muhafazakarlara, yenilikleri de ister istemez halkla ilişkisini koparmış, kendi içine kapanmış bir elite terk ediyor. Her ne kadar bu iki alan içinde yer alan eylemlilikler karşıt gibi gözükse de, benzer soylulaştırıcı pratikler içeriyor.
Soylulaştırmanın en etkili temsil yanılsaması ise modernizmin standart dikotomisi, muhafazakarlık ile yenilikçilik arasında olan. Genellikle sağ siyasetçiler muhafazakarlık ve halkı temsil iddiasına sıkı sıkıya sarılırlar. Aydınlar ise halkı zaptürapt altına almaya çalışan devlet sınıfını, modernliği temsil eder. En azından otoriter bir işleyişe sahip olan ülkelerde böyledir.
Bu açıdan mimarlığın inşa faaliyeti olarak görülmesi manidar. Çünkü günümüzde entelektüel faaliyetler ancak zengin olan, çalışmaya ihtiyacı olmayan bir azınlığın işi gibi algılanıyor.Bu açıdan İstanbul’da entelektüel üretimin özenle kamu alanından çekilmesi ve filantropik alana izole edilmesi anlamlı.
İlerleme hayali ile uzaklara fırlatıp attığımız geçmişi, bugünü bizim hemen yanı başımızda durmasına rağmen göremiyoruz. Algıladığımız tarih yalnızca kurgulanmış bir gelişmeden ibaret kalıyor. Bu nedenle tarihe bakışımızı koşullandıran bu kopuşun izlerini sürmeye, algılama alanımızın nasıl belirlendiğini anlamaya çalışmalıyız. Muhafazakar düşünce de çoğu zaman bundan muaf değil.
Hatta kimi zaman daha geniş bir temsil alanı kazandığında, daha da yıkıcı ve tasarlayıcı bir özellik kazanabiliyor. Çünkü temsil iddiası, çoğulcu ve sorgulayıcı bir durum yaratmadığı zaman, toplum mühendisliğini daha fazla öne çıkaran, farklı seçenekleri dikkate almayan bir şiddet biçimi kazanabiliyor.
Sanki burada da muhafazakar kesim, iktidar ile sermaye arasında gizli bir anlaşma var. Modernlik, yenilikçilik bir yaşama stili gibi algılanıyor, özel kurumlara izole ediliyor. Piyasa mekanizmaları yaratıcı düşünceyi bir estetik rejimi içine hapsetmeye çalışıyor.
Kamusal işleyişe müdahale edilmesini, fikir üretimini özgürleştirmesini engelliyor, yaratıcı düşüncenin felç edilmesine yol açıyor. Piyasanın sınırları içinde yaratıcı düşüncenin neyi sorun ettiği, ya da işlevinin ne olduğu anlaşılmıyor. Hatta gelişmeye karşı olan bir işlev gibi bile algılanabiliyor. Oysa yaratıcı düşüncenin geliştirilmesi topluluklar açısından hayati bir konudur.
Toplumsal meselelerin arkasında özgürce konuşulmamış, bastırılmış konular bulunur. Buna karşılık yaratıcı uğraşları piyasa koşulları içine sokmaya çalışanlar beyhude bir çaba içinde. Çünkü bağımlı işlevlerin mantığı ile toplumsal meseleleri algılamak mümkün değil. Bu nedenle yaratıcı düşüncenin görünmeyen, bastırılan meselelerle ilgilenmesi kaçınılmaz.
Asıl mesele iktidarların ve piyasa güçlerinin fikir üretimi üzerindeki hegemonyası. İçeriği değil, hegemonyanın kendisi asıl sorun. Çünkü her türlü hegemonik düşünce güç sahiplerinin keyfiliğini gizliyor. Muhafazakar veya modernist, hiç fark etmez. Bir tarafı eleştirirseniz, hemen diğer tarafta olduğunuzu ve onun için eleştirdiğinizi söyler muhataplarınız. Muhafazakar bir iktidarı eleştirirseniz, modernist olduğunuz, modernist iktidarı eleştirirseniz, muhafazakar olduğunuz, ya da en azından işbirliği yaptığınız sonucu çıkarılır. Kendi çevrenizden birisini eleştirirseniz, sizi uyarırlar, dışlarlar. Kimi zaman bir takım çevreler tarafından desteklenir veya düşman kazanırsınız ama ne yaptığınız pek anlaşılmaz. Böylece saflar ayrıştırılır ve mesele bir iktidar mücadelesi gibi gösterilir. Oysa sorun muhafazakar iktidarın temsil ettiği varsayılan/sunulan kültüre karşı olmak ya da öbür taraftan bakıldığında halkın değerlerini temsil etmeyen modernist kültüre karşı çıkmak da değil. Bu iki yönlü çarpıtma sınıfsal asimetrinin, sınıfsal hegemonyanın sürekliliğinin garantisi. Böylece kimse iktidar alanının dışına çıkamaz, ayrıcalıklardan güç kazanmış olan bir elitin karşısında/dışında kalamaz/duramaz.
Modernist kanonların enkaza dönüştürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Güç sahipleri sivil toplumun değerlerini büyük bir iştahla yutmakta. Siyasetin yetersizliği, çözümsüzlük bu sorunların altında başka bir mesele olduğunu gösteriyor. Sınıfsal asimetriyi gizleyen ideolojik bölünmenin gerçekliğini. Yaratıcı deneyim artık bu meseleyi gizleyen, modernist kanonlarını yırtan bir mevcudiyeti ortaya koymalıdır.