Bu yazı hem içeriği hem de özü itibariyle kendine güvensizdir.
Geçtiğimiz günlerde VitrA’nın düzenlediği VitrA ile Venedik Mimarlık Bienali’ne Doğru panelinde Cem Sorguç; Bienal ile ilgili cevapların değil ama soruların çoğalması, muğlak bir zemine oturan tartışmaların yaratıcı bir ortam oluşturduğuna değinmişti. Aynen benimde kafamda çoğu kimse gibi birçok soru hem meraktan hem de öğrenmem gerektiğinden belirmeye devam ediyordu ki bu durumu heyecan verici buluyorum…
Bu sorulardan birkaçı bu kez 14.Venedik Mimarlık Bienali’nin teması üzerinden biraz daha çatallanarak biryerlere gidiyordu. Ulusal mimarlığın temsiline yönelecek panel haliyle kalıcılık, süreklilik, hatta Venedik’te ulusal dönemde inşa edilen pavyonları başlı başına benim için ilgi çekici kıldı…
“Sürekliliğin, bütünlüğün yerini belirlenemezliğin, geçicilik ve süreksizliğin aldığı bir dönemde tasarımda kalıcı olmanın yanında iddialı olmayı da tartışmak mı gerekir mi?” diye düşünmeye başladım… Bu bir nevi tek aklın üstünlüğü yada tek bir doğrunun böyle bir strüktürde ne kadar varolabileceği yada bunu bir tasarımcının ne kadar kabul ettirebileceğini sorgulama dürtüsü…
Aklıma gelen iki örnek var. Biri zamanında deniz kenarında bulunan yalıların sadece 30-40 yıl sonra kendilerini hızlı bir otoyolun kenarında bulan Türkiye’den Boğaz Yalıları, diğeri ise çok güncel bir mesele olan MoMA’nın genişletilmesi için yıkılacak olan henüz 10 yıllık Folk Art Müzesi…
Ortaya çıkan iki durum var; Biri tasarımcının projesini tasarladığı bağlamın çok kısa bir sürede değişime uğraması ve yapının/eserin tasarlandığı bağlam ile ilişkisinin kalmaması, bir diğeri ise yapının, bulunduğu bağlam içinde yetersiz görülmesi, uygunsuz bulunması.
MoMA genişletme çalışmaları ile yıkılma tehlikesi altında olan Folk Art Museum ile ilgili yazı için tıklayınız.
Yani mimarın karşısındaki bazı soruları şöyle; “Her an parçalanabilecek bir bağlamda, tüm değişim fırtınalarına göğüs gerebilecek nitelikte, iddialı bir tasarım ortaya koyabilir mi?”. Yoksa “Değişimi kabullenip her bağlamda varolabilmesi adına, kendi bağlamını yaratacağı tasarımlara mı yönelmeli?”. “Kalıcılık iddiası onun için bu denli bir tehdit oluşturuyorsa, “geçicilik” referansı ile bu çözülme sürecinden en az zararla mı çıkmalı?”
Waterfrontcity, OMA
Kalıcılık kavramının, bağlam ile bu denli tehditkar bir temsil aracı olduğu bu yüzyılda, geçicilik kavramının nasıl vücut bulduğunu ve mimariye nasıl yansıdığını anlamak adına artan üretim: pop-uplara ve geçici pavyonlara bakmak önemli. Mimarlık bir özgüven sorunu mu yaşıyor yoksa yeni bir yüz mü buluyor? Pop-uplar artık bir kaçış mı yoksa mimari için yeni bir temsil aracı mı?
Zamanla ilişkinin pek problemli olduğu günümüzde, maliyet ve hıza bir çözüm olarak da sunulan pavyonları aslında provakatif bir mimari çözümler olarak görmek de mümkün. Yaklaşık olarak -benim algı yaşımdan ötürü diyelim- 2000’li yıllara kadar kalıcılığı ile gücü ve varoluşun sembolü mimarlık artık hız ve hareketlilik için çözüm arayışına girmiş durumda. Marketler, kütüphaneler, sergi mekanları gibi bir çok tipoloji, insanın beklenmeyen taleplerini karşılamada daha üretken görülüyor.
Seine Nehri Kıyısındaki kitapçılar en eski geçici strüktürel yapılardan
Geçici sağlık hizmeti için kullanılan karavanlar
Zira bir mimara geçici yapı tasarlatmak kısa sürede belli bir bütçe ile heyecan verici bir potansiyel sürece gebe. Bu süreçte yapım maliyeti ve yapım süresi gibi detaylar, yapı performansının öne geçebiliyor…
Özellikle mimarlık ile kültür endüstrisinin kesiştiği alanlara bakıldığında ise “süreklilikten” kalıcılıktan bir kaçışın olduğu, sanat mekanlarının, pop-up’lara, pavyonlara daha “geçici” ünitelere dönüştüğünü de söylemek mümkün. Bunun sebeplerini ise tasarımın bir tüketim objesi olarak içselleştirilmesi, tüketim objesinin ise çok hızla el değişteren ve çok kolay “istenmeyen” olabilmesinden kaynaklanıyor.
Pop-uplar, deneyselliğe, kullanıcı deneyimine vurgu yaptıkça ve her döngüde kendi bağlamını yarattıkça aslında zamanla ortaya çıkan bu sorunlu ilişki bir sonraki için yeni için daha da hızlandırılmış ve daha fazla arzulanan bir zemin hazırlıyor. Yani daha da erimiş bir tereyağ, olan yüzeyde ya çok ünlü bir vizyon ile kısa sürede ayakta kalabilirsiniz yada ortaya sunduğunuz yeni bağlamla. Zaten çok kısa bir süreniz var.
Bu kısa sürede neyin temsili olacağınız da zaten bir strateji ile belirli oluyor; ya Serpentine Gallery gibi uzun soluklu bir kültür projesinin parçası, ya Prada gibi bir markanın yüzü yada bir ulusun kimliği…
Prada, OMA
Serpentine Gallery Pavyonu 2009, Kazuyo Sejima ve Ryue Nishizawa
Yani mimarlığın kısa erimli bir proje içerisinde tüm bunları yapabilmesini istiyoruz. Aslında asıl deneysellik burada da olabilir…
Belki de mimarlığın içeriğinin değişimesi gerekliğini yine, yeniden tartışmalı.
Başta Cem Sorguç’un belirttiği gibi ben de cevaplardan çok soruları daha önemli buluyorum, hem zaten önümde daha öğrenmek için de sormam gereken bir çok soru var… Ama bu koşullarda cevabını bilsem de sorgulamaktan kendimi alamadığım tek bir soru var; tasarlananın ömrü hep piyasanın biçtiği kadar mı olacak?
2 yorum
Özgüven bunalımına girmiş bir mimarlık ile karşı karşıya isek, bu şansı sonuna kadar kullanmamız gerektiğini düşünüyorum. Tam da bahsettiğin bağlamın etkisini kaybetmesi büyük bir fırsat, ülke pavilyonu denilen yapıların bir ülkeyi temsil edebileceğine dair büyük bir yanılgı içinde oluyoruz çoğu zaman, bunların temsiliyet kılıfından çıkıp bir mimarlık tercümesi şeklinde okumak da çok güç.
Geçici strüktürlerin açtığı deneysel yol gerçekten yadsınacak şekilde değil, ama Serpentine gibi, zaten o büyük mimarlık gösterisinin parçalarından bir yer için çok geçerli olduğunu düşünmüyorum. Deneysellik genelde ana akım mecralara geldiği anda standartlaşmaya başlıyor, bugün o yüzden Venedik Bienali ülke pavyonları üretim olarak çok değerli olsalarda, deneysellik anlamında bizi çok şaşırtmıyor.
Mimarlığın deneysel aktarımları, tam da mimarlığın olmadığı noktalarda kendini gösteriyor, başka disiplinlerden transferler kurulan ilişkiler bu deneyselliği besliyor.
“Sürekliliğin, bütünlüğün yerini belirlenemezliğin, geçicilik ve süreksizliğin aldığı bir dönemde tasarımda kalıcı olmanın yanında iddialı olmayı da tartışmak mı gerekir mi?”
Bu soru bence gerçekten önemli, çünkü zaten biz tüm dünyayı bir bütün ve bir süreklilik ilişkisi içinde görüyoruz, oysa zaten herşey geçici değil mi ? Bu yüzden tasarımcının kalıcı olma iddası yersi kalmıyor mu? İddialı olmaya gelince, her üretilen medyum zaten görünmez de olsa bir iddianın sonucu değil mi? O yüzden belki tartışmanın sonu gözükmüyor.
Son olarak, belki mimarlığın içeriğinin değişmesinin gerekliliğinden değil de, tek bir mimarlık varmış gibi konuşmaktan vazgeçersek, ne kadar çok ve çeşitli içeriğe sahip olduğumuzu görebiliriz.
– Uzun zamandır, uzun uzadıya beni cevap yazmaya iten ilk yazı, eline sağlık Derya.
Katkı için ben teşekkür ederim Yelta.
Bahsettiğin tek bir mimarlık olgusu fikrinin altını her boyutta açmanın önemli olduğuna çok inanıyorum. Zaten bu sebeple iddialı olma-kalıcılık ve zaman üçgeninde geçen tartışmaların sonu olmasa da verimli geçiyor… Sevgiler