Bu yazı, "Yaşamak, İnşa Etmek, Korumak: Şehirlerin Sorunları, 2012" tarihli sempozyumda sunduğum bildiri ve bu kapsamdaki diğer çalışmalarımdan özetlenerek hazırlanmıştır.
Modernleşme, endüstrileşme, küreselleşme dizgesinin 19. yüzyıldan 21. yüzyıla uzanan kesiminde, “heyecan verici yeniliklerin” yanı sıra çeşit çeşit “mekansal-yaşamsal yarılma”nın korkutucu yüzüyle de karşı karşıya gelmiş bulunan insanın bu kapsamda içinde yer aldığı en çarpıcı sahneyi, kentler oluşturuyor. Savaş, yıkım, afet, doğal tahribat, çatışma, yalnızlık, iletişimsizlik, yabancılaşma, ötekileştirme, kazanma hırsı, yoksulluk, eşitsizlik, adaletsizlik, küresel kentlerin gündelik manzaraları haline gelmiş durumda. Kültürel ve doğal çeşitliliği tahrip ederek metropollerden çeper kentlere yayılan bu fenomenler, insanı “sürdürmek ile yok etmek” / “birlikte olmak ile ayrıksı durmak” arasındaki bir uçurumun üzerinde “çevresine bakmadan ve ötekilerini görmeden” yürümeye yazgılı kılıyor. Bu olgularla yüzleşmeden sağlıklı bir gelecek kurabilmek, hiçbir dünya kenti için artık ne yazık ki mümkün değil.
Doğanın binlerce, insan uygarlığının yüzlerce yılda sahip olduğu birikimler, yeni çağın tüketici ruhu tarafından ciddi biçimde tehdit ediliyor. Kimi kentler mekanın ve hayatın acıtıcı hallerini daha çarpıcı biçimde sergilerken, kimi kentler ise “güneşin altında şimdilik erimemiş bir buzdağının görünen yüzünü” vitrinlerine koyarak “geçici bir asude hal” içinde yaşıyor. Akdeniz coğrafyasının zengin olanakları içinde hayat bulmuş kültürel ve doğal çeşitliliğinin bir bölümünü yitirerek, bir bölümünü gözlerden saklayarak, bir bölümünü ise gereğinden fazla sahneye sürerek günümüze ulaşmış bulunan İzmir, çağımızın paradokslar içinde yaşayan kentlerinden biri. Yerleşimin geçmişten bugüne en seçkin sahnesini oluşturan Kordonboyu başta olmak üzere kıyı bandında konumlanan bölgelerinin Çeşme, Foça gibi sayfiyelerle bütünleşen canlı, renkli, eğlenceli hayatı İzmir’in en bilindik imajını oluştursa da, kentin içinde “başka kentler” de var. Kentin Antik dönemden itibaren gelişen katmanlarının birbirinin üzerine oturması sonucunda oluşan karmaşa, kentte “dikey bir çeşitlilik / sorunsal” yaratırken, kıyıdaki apartman duvarlarından çeperlerdeki gecekondulara, kırsaldaki kapalı konut sitelerinden merkezde rastlantısal biçimde yükselen gökdelenlere uzanan yapılaşmalar “yatay ve saçaklanmış bir çeşitlilik / sorunsal” sergiliyor. Dikey ya da yatay katmanlar “kültürel bir zenginlik” anlamına geldiği kadar, kentin sürdürülebilir bir metropol olarak gelişmesinin önünde duran “sosyo-ekonomik / mekânsal yarılmalar” ve ötekileştirdiklerinden uzağa kaçmak isteyenlerin “doğal değerler üzerinde yarattıkları ciddi tahribatlar” anlamına da geliyor.
Kentin günümüzde yüz yüze bulunduğu “birlikte ama ayrıksı” yaşama halinin aslında İzmir’in tarihsel bir refleksi olduğunu kavramak, geleceğin kentini “daha çok temas edilen ve sorunların hep birlikte çözümlenebileceği” bir yer olarak örgütlemenin birinci adımını oluşturabilir. Batı Anadolu’nun stratejik bir noktasında konumlanan ve Akdeniz’e açılan bir ticaret limanı olarak kimlik bulan İzmir kentinde; ticaret, savaşlar, göç vb. nedenlerle ortaya çıkan çok kültürlülük halinin yarattığı yüz yüze gelme hali, tarihsel belgelerden ve mekansal verilerden tespit edilen “ayrıksı durma eğilimi”ni yarattığı gibi, günümüze kadar süregelen “kültürlerarası iletişim kurma olanağını” da var etmiş durumda. Bu geçmişi daha barışçıl bir dünyanın kurulması yönünde bir öğrenme alanı olarak değerlendirmek, şimdi her zamankinden daha büyük önem taşıyor. Bir “etkileşim ve çeşitlilik hikayesi” olan kentsel gelişme sürecinin yarattığı mekansal örüntünün, körfez ve körfeze ulaşan güçlü su kaynakları ile körfezi çevreleyen dağlar, tarım alanları, artalan ovalarıyla birlikte teşkil ettiği bütünlüklü kültürel-doğal sistem, geleceğe aktarılması gereken ciddi bir değere karşılık geliyor.
Peki İzmir kentinin kültürel-doğal çeşitliliğini oluşturan katmanlar ve bu katmanların hayat bulma sürecinde ortaya çıkan olgular neler? Antik dönemden günümüze değin, Yunan anakarası, Ege Adaları, Balkan ve Avrupa kentleri, Doğu coğrafyası gibi yerler ile İzmir kenti arasında var olan sosyo-ekonomik ve kültürel hareketlilik, bu yeri “gelenlerin ve gidenlerin kenti” haline getiriyor. Gelenlerin getirdiklerini kucaklamak, gidenlerin bıraktıklarını yaşatmak, hayatın hızı ve karmaşası karşısında her zaman o kadar da kolay olmuyor. Kentin çok kültürlü olma arzusu üstü örtük bir ötekileştirmeyle, yenilikleri kucaklama arzusu silik bir muhafazakarlıkla, evrenseli yaratma arzusu kamufle edilmiş taşravari ilişkilerle çatışıyor.
Günümüzde Bornova ovası içerisinde Neolitik dönem yerleşiminin ortaya çıkarıldığı İzmir kentinin “Smyrna” olarak adlandırılan merkez alanının erken serüveni, eskiden bir yarımada olan Bayraklı’daki M.Ö. 3000 yıllarına uzanan katmanlar kadar, M.Ö. 4. yüzyıldaki göçün ardından Kadifekale (Pagos) yamaçlarında varlık bulan katmanlar aracılığıyla da okunabilmekte. 11.-14. yüzyıllar arasında Türk Beylikleri ile Bizanslılar, Latinler gibi gruplar arasındaki savaşlar sonucunda ortaya çıkan paylaşımlar dahilindeki “Yukarı Kale-Aşağı Kale” ikiliğinin çift kutuplu bir kent yaratmış olması ise, kentin ayrıksı hallerinin uzak tarihteki bir çeşitlemesi olarak görülebilir. 17. yüzyıldan itibaren uzun mesafe kervan ticaretinin İzmir limanına yönlenmesi sonucunda gelişen sosyo-ekonomik örüntünün ana unsurlarını oluşturan Türk, Rum, Musevi, Ermeni ve Levanten toplulukların kendi mahallelerinde birbirlerine fazla karışmadan yaşamaları, bu olgunun bir diğer örneği. Sözü edilen kurgu dolayısıyla var olan mekanise, ilginç farklılıklar kadar kültürel akışları da yansıtıyor. Savaş-mübadele sürecinde kent, gayrimüslim ve Levanten kesimin bir bölümünün İzmir’den ayrılmasıyla gerçekleşen sosyo-ekonomik dönüşümler, 1922 yangının oluşturduğu tahribatlar ve Cumhuriyet yönetiminin modernleşme idealleri gibi olgularla karşılaşıyor. 20. yüzyılın ortasından sonra varlık bulan hızlı sanayileşme-kentleşme politikaları ise, başka büyük kentler gibi İzmir’e de, kırsal ve Doğu odaklı göçleri yönlendirerek kenti denetimsiz bir gelişme sürecinin içine sokuyor. Merkezde yoğun yeni yapılaşma, çeperlerde ise gecekondu olgusuyla belirginleşen bu süreç, çeşitli biçimlerde dışa yansıyan sosyo-ekonomik / mekânsal yarılmalarla birlikte kültürel ve doğal çevrenin ciddi biçimde zedelendiği bir zaman dilimine karşılık gelmekte. Bayraklı’daki Antik dönem Smyrna’sının üzerinde yer aldığı yarımadayı ve Kemeraltı’ndaki iç limanı tarihte görünmez kılmış olan deniz dolgusu, sonraki dönemlerde arazi kazanmak için gerçekleştirilen sıradan bir uygulamaya dönüşürken, yeşilini yitirmiş bir kent olan İzmir’de son kalan yeşil boşlukları da yapılaştırmak için güçlü baskılar uygulanıyor.
Kültürel ve doğal çeşitliliğin sürdürülebilirliğine yönelik tüm bu tehditlere rağmen, İzmir’de ortalama bir yaşam kalitesinin olduğu da kesin. Akdeniz ikliminin hayatı kolaylaştıran koşulları, sosyo-ekonomik ve kültürel ortamın belirli bir düzeyde seyretmesi, denizin ve uzun körfez kıyısının varlığına bağlı gelişen güçlü kamusallık, yerel yönetimler, bilimsel-kültürel odaklar, sivil toplum örgütleri vb. çevrelerin kentsel mekanve yaşantı kalitesinin arttırılması konusunda yürüttüğü çalışmalar, bu çerçevede önemli bir etkeni oluşturuyor. Sözü edilen olgular, genel anlamda olumlu bir ortam yaratsa da, kentin çeper bölgelerine dair kimi gerçekliklerin genel algıdan uzakta kalması kendi sorusunu içinde barındırıyor. Kentin sosyo-ekonomik ve kültürel ortamı içindeki güç ilişkileri paralelinde “birlikte ama ayrıksı” yaşamanın tarihsel genetiğine sahip olmuş bulunan İzmir’de, farklı kesimlerin birbirlerine yönlendirdikleri “örtük ötekileştirme” fiziksel mekanın örgütlenmesi kadar politika, bilim ve sanat ortamlarına yansıyan halleriyle de, bu alanların dönüştürücü gücünü törpülüyor.
21. yüzyılın başlarına kadar kültürel ve doğal değerlerin korunması konusunda etkin bir politika oluşturulamamış olsa bile, günümüzün İzmir kentinde daha çok Antik dönem ve Osmanlı dönemi birikiminin korunmasına yönelik çeşitli çalışmaların hayat bulduğunu söylemek mümkün. Kentte jenerik yapıların inşa edilmesi konusu da birçok kesimin ilgisini çekiyor. Gündelik hayat çok sayıda sanat etkinliğine sahne olurken, bu etkinlikleri örgütleyen kapalı karar grupları eliyle şekillenen merkeziyetçilik ve ilişkiler, “kentin özgün sanatsal ifadesini oluşturması yönündeki yeni açılımlara ortam hazırlamak”tan ziyade “ithal ve akredite edilmiş olan”ı gündeme taşıyor. Her şeye rağmen koruma, tasarım ve sanatın İzmir’de yükselen değerler olduğunu söyleyebiliriz. Kentin kültürel ve doğal çeşitliliğinin sürdürülebilirliğini ilgilendiren şu soruların ise hala tartışılması gerekiyor: İzmir kenti için “başka tasarıların içerisinde eritilmeden ve gerçek bir doğrudanlıkla ifade edilmiş” bir gelecek fikrine karşılık gelmek üzere “Yoksullukla Mücadele” ya da “Yoksullara ve Giderek Yoksullaşan Orta Sınıfa Yeni Hayat Alanları Oluşturma” tasarısı var mı? “Farklı Sosyo-Ekonomik, Kültürel, İdeolojik Kesimler, Etnik Topluluklar, Hemşehri Örgütlenmeleri vb. Grupların Birbirlerine Yönlendirdikleri Örtük Ötekileştirmeyle Başa Çıkma” tasarısı var mı? “Kentin Doğal Değerlerini Koruma” ya da “Yapı Yığınağının İçinde Her Nasılsa Kalmış Bulunan Boşlukları Kent Hayatıyla Yine ‘Boşluk’ Olarak Bütünleştirme” tasarısı var mı? “Küresel İkonlar ya da Taşravari İlişki Örüntüleri Karşısında Yeni Olanaklar Yaratacak Bir Fırsat Olarak Kentin Yerel Potansiyelini Keşfetme ve Anlamlandırma” tasarısı var mı? “Kamusal Mekanı Bir Sahne Olmak Yerine Gerçek Bir Demokratik Alan Olarak Şekillendirme ve Çoğaltma” tasarısı var mı? “Kentsel Mekanda Daha Az Yer Kaplayan, Daha Temiz, Daha Ekonomik, Alternatif Mimarlıklar Yaratma” tasarısı var mı?
Eğer sözü edilen tasarıları oluşturamazsak yalnızca İzmir kentinin kültürel ve doğal çeşitliliğini sürdürebilmemiz değil, körfezin kıyısındaki asude hayatımızı da şu an olduğu gibi sürdürebilmemiz mümkün olamayacak. Dünya yüzündeki savaş, yıkım, afet, doğal tahribat, çatışma, yalnızlık, iletişimsizlik, yabancılaşma, ötekileştirme, kazanma hırsı, yoksulluk, eşitsizlik, adaletsizlik gibi olguların payımıza düşenleri ile korkusuzca yüzleşmeye ve mücadele etmeye mecburuz.