Çağdaş Müze Yapıları
Polonya’da 2010 yılından sonra tamamlanan ve tasarımları mimari yarışmalarla seçilen çok sayıda yeni müze yapısı mevcut. Devlet bütçesinin yanı sıra Avrupa Birliği’nden gelen fonlar da bu nitelikli kültür yapılarını ayağa kaldırmak için harcanmış. 1795 -1918 yılları arasında egemenliğini kaybederek tarih sahnesinden silinen, 2. Dünya Savaşı’nda büyük yıkıma uğrayan, Yahudi soykırımını yaşayan ve ardından uzun yıllar SSCB etkisinde kalan Polonya’nın, hem dünyaya anlatacak hem de kendi halkına anımsatacak çok sayıda hikayesi olsa gerek.
Gezdiğim müzeler arasında beni en çok etkileyen yapı, Lenin Tersanesi işçilerinin Lech Walesa önderliğindeki Solidarność (dayanışma) isimli direniş hareketine ve bu hareketin etkisiyle komünizm sonrası Polonya’nın demokratikleşme sürecine adanan Avrupa Dayanışma Merkezi (Europejskie Centrum Solidarności) oldu. Polonyalı FORT Targowski mimarlık ofisinin tasarladığı 2014 yılında açılan müze, direniş hareketinin başladığı Gdansk’taki tersane alanının girişinde yer alıyor. Müzenin iç mekanında ve dış cephesinde görülen paslı metal kaplı açılı duvarlar tersanenin eski atmosferine bir gönderme olmalı. Müzenin mimarisinin ve kurgulanan serginin, Solidarność hareketinin heyecanını ve başarısını ziyaretçilere çok iyi aktardığını söyleyebilirim.
Yine Gdansk’ta yer alan 2017’de açılan 2. Dünya Savaşı Müzesi ise Studio Architektoniczne Kwadrat tarafından tasarlanmış. Müze için açılan yarışmanın jüri başkanı Daniel Liebeskind’in yapılarını anımsatan dramatik açılı dikey bir kütle yapıda öne çıkıyor. Renkli beton panellerle kaplı müze, jüri raporunda kentin yeni ikonu olarak tanımlanmış.
2013 yılında açılan Varşova’daki Polin Müzesi, soykırıma kadar Polonya’da yaklaşık 1000 yıl yaşayan Yahudilerin tarihini anlatan geniş çaplı bir multimedya sergisini barındırıyor. Daniel Libeskind, Kengo Kuma, Peter Eisenman ve David Chipperfield gibi mimarları geride bırakarak yarışmayı kazanan Finlandiyalı Lahdelma & Mahlamäki ofisi, cam ve perfore bakır panellerle kaplı dikdörtgen prizması şeklinde bir yapı tasarlamış. Dikdörtgen form, daha eğrisel hatlara sahip giriş holü tarafından doğu batı aksında parçalanıyor.
Poznan Gate ise, Polonya devletinin ve Polonya’daki hristiyanlığın temellerinin atıldığı Poznan’daki Ostrow Tumski adası için inşa edilmiş bir müze. Krakowlu Ad Artis Architects’in imzasını taşıyan yapının brüt beton bir küp şeklindeki ana kütlesi, yalın bir köprüyle Ostrow Tumski yani katedral adasına bağlanıyor. Multimedya ağırlıklı interaktif bir sergiyi barındıran yapı katedrale yönelen ve katedrali müzenin ana görsel öğesi yapan diyagonal bir aksla ikiye ayrılıyor.
Polonya gezim sırasında ziyaret ettiğim bir diğer müze de Szczecin’deki Ulusal Müze Diyalog Merkezi‘ydi. Mies ödülü finalistlerinden olan yapı Szczecin kentinin yakın tarihindeki bazı acı olaylara yoğunlaşıyor. 2. Dünya Savaşı’nda tamamen yıkılan ve ardından kent meydanına dönüşen eski bir yapı adasına yerleşen müze, kapalı alanının çoğunu yer altına alarak kent meydanı işlevinin sürmesine de olanak tanıyor. Polonyalı KWK Promes ofisinin mimari çözümü, iki köşesinden yükselen topoğrafyasıyla hem meydanda farklı etkinliklere (konser, sinema, protesto, spor…) olanak tanıyor, hem de ileride bahsedeceğim kentin simgesine dönüşen filarmoni yapısının önüne geçmeyerek onu görünür kılıyor.
Bizim de yakın tarihimizde Çanakkale Savaşı, Kurtuluş Savaşı, mübadeleler ve askeri darbeler gibi anımsamak veya dünyaya anlatmak isteyebileceğimiz çok sayıda önemli olay ve anı var kuşkusuz. Polonya’nın kendi hikayelerini anlatışındaki abartısız ve sakin duruştan, acı anıları ajite etmeden aktaran sergi tasarımlarından ve bu hikayelerin anlatıldığı müze yapılarının mekansal ve yönetimsel niteliklerinden öğrenebileceğimiz çok şey var.
Çağdaş Konser Salonları
Polonya gezim sırasında yine hemen hepsi 2010 yılından sonra tasarlanmış ve uygulanmış üç önemli konser salonunu görme fırsatım oldu. Yarışmayla elde edilen farklı şehirlerdeki bu yapıların ana konser salonlarını göremesem de kente etkilerini gözlemlemek iyi bir deneyimdi.
İlk değinmek istediğim yapı, Szczecin kentine gitmeme vesile olan 2015 yılı Mies ödülü sahibi Szczecin Filarmoni Binası. Bu parçalı ve soyut kütle hemen yanındaki ve kentteki diğer neogotik yapıların oran ve biçimlerini tekrarlayan, az detaylı sakin bir yapı. Fakat bu yalınlık, yapının çevresindeki tarihi yapılardan ayrışarak öne çıkmasını, kent için bir ikona dönüşmesini sağlamış. Barselonalı Estudio Barozzi Veiga tasarımı olan yapı, tüm cepheyi kaplayan nervürlü cam yüzey ve önündeki dikey alüminyum profiller sayesinde geceleri aydınlatıldığında oldukça hafif bir kütleye dönüşüyor.
Wroclaw’da yer alan Ulusal Müzik Forumu binası da 2015 yılında açılan bir başka konser salonu. Kuryłowicz & Associates tarafından tasarlanan yapının cephesinde dar kesikler halinde yatay pencere çizgileri görülüyor. Cephede kullanılan ince kaplama ahşap paneller pek dayanıklı ve iyi uygulanmış durmasa da Wroclaw’da yaşayanlar Avrupa’nın en büyük konser salonlarından birine sahip oldukları için şanslılar.
Katowice’de ise yerel yönetim, kentin 20 hektar alana yayılan eski maden ocaklarını kültür odaklı bir dönüşümle yeniden canlandırmayı planlıyor. Polonya Ulusal Radyo Senfoni Orkestrası da bu alana yerleşen projelerden biri. Tasarımın bir parçası olan meydana ve yapı etrafındaki park alanlarına bakan cephelerde dikey pencere boşlukları ve Katowice’de yaygın olarak kullanılan tuğla kaplama görülüyor. Yarışmayı kazanan Polonyalı ofis Konior Studio’nun aynı kentte tuğla cepheli bir müzik okulu binası daha var.
Çağdaş Yapılar ve Tarihi Dokuyla Uyum Arayışı
Polonya’da ziyaret ettiğim birçok yeni yapıda tarihi çevreyle uyum arayışının, kentin kimliğinden ve geleneksel yapılardan alınan ilhamın önemli bir tasarım girdisi olduğunu gördüm. Szczecin Flarmoni yapısında olduğu gibi kimi zaman biçim ya da oran üzerinden sürdürülmeye çalışılan bu uyum arayışı bazen sadece yerel malzemelerin tekrarı olarak da kendini gösterebiliyor. Geleneksel mimari öğelerin yeni yapıların mimari dilinde sürdürülmesi konusunda son yıllarda kötü örneklerle dolan bir ülke olduğumuzdan, Polonya’da karşıma çıkan kayda değer bulduğum birkaç yapıdan özellikle bahsetmek isterim.
Gdansk’da inşa edilen birçok yeni yapı bu uyum çabasına örnek gösterilebilir nitelikte. Dik çatılı evleri ve gotik tuğla üsluplu cepheleriyle Gdansk, Polonyanın diğer kentlerinden çok Amsterdam, Hamburg ve Kopenhag gibi rakibi olan liman şehirlerini anımsatıyor. Şehirde yapılan birçok yeni yapıda, dar yapı parsellerinin sürdürüldüğünü ve dik çatının tekrar eden bir biçime dönüştüğünü görmek mümkün. Hatta kimi zaman büyük ölçekli yapılar, dar parselli küçük yapıların bir araya gelmesiyle oluşmuş gibi benzer oranda parçalanarak kentin yapı ölçeğine iniyor. Tarihi kent merkezindeki Hilton Oteli ve Deniz Müzesi benzer tutumdaki örnekler.
Tarihi kentin karşı yakasındaysa Belçikalı yatırımcılara ait Granaria isimli büyük bir gayrimenkul projesinin inşaatı devam ediyor. İlk etabı tamamlanan projede tüm yapılar nehrin diğer kıyısındaki tarihi yapıların cephe ve çatı oranlarından ilham almışa benziyor. Bazıları malzeme ve detay fazlalıklarıyla göz yorsa da arada daha yalın örnekler görmek mümkün.
Gdansk Shakespeare Tiyatrosu, kentin tarihi kimliğine uyma çabasındaki son derece ilginç bir başka yapı. Yarışmayı kazanan İtalyan mimar Renato Rizzi’nin tasarımı olan tiyatro binası, Baltık Denizi çevresindeki kentlerde sıklıkla görülen ve Gdansk’a da kimliğini veren gotik tuğla üsluplu yapıların çağdaş bir yorumu gibi.
Yaptığım gezi boyunca en beğendiğim yapılardan biri olan Katawice’deki Radyo Televizyon Fakültesi binası, son yıllarda ilgiyle takip ettiğim BAAS Arquitectura’nın tasarımı. Yarışma şartnamesinde yıkılması istenen tuğla cepheli eski yapıyı koruyan mimarlar, mevcut yapının üstüne ve çevresine aynı renk ve dokuda ama delikli tuğlayla örülmüş soyut bir kütle eklemeyi önermiş. Sokak cephesinde kullanılan bu doku, binanın içinde zemin ve duvarlarda ve avludaki iç cephelerde de devam ediyor. Hem tarihi yapıyı koruyan, hem de yeni yapıyı kurgularken kimliğini ve atmosferini eskisinden alan bu yaklaşımı oldukça başarılı buldum.
Bir başka tarihi yapıya yeni ek örneğine ise Krakow’da ana meydana çıkan tarihi akslardan birinde rastladım. Otel olarak kullanılan bir tarihi yapıya eklenen yapı, içerisinde bir İtalyan restoranını barındırıyor. Eklenen kütlede ana yapının zemin kat hizası tutulmuş ve mevcut yapının kemerleri çelik olarak aynı ritimde sürdürülmüş. Kemerlerin içi ve etrafı da cam olunca sade ve hafif bir ek yapının ortaya çıktığını söylemek mümkün.
Kaçınılmaz karşılaştırma
Yazının başında da bahsettiğim gibi Polonya’daki kent, mimarlık, mimari yarışma ve müzecilik kültürü beklediğimin oldukça üzerindeydi. Gezebildiğim kamuya ait 5 önemli müze ve 3 büyük konser salonunun aynı 5 yıllık dönemde peşi sıra tamamlanmış olması ve bazılarının önemli uluslararası ödüller alabilmesi ülke için gurur duyulabilecek büyük bir başarı. Bunların sadece benim gördüğüm yapılar olduğunu ve gezip göremediğim Lodz, Lublin ya da Torun gibi kentlerde yine aynı dönemlerde açılan başka kültür yapılarının olduğunu unutmamak gerekir.
Kamu kaynaklarının doğru yere aktarılması, doğru yatırımlarla kentlilerin yaşam kalitesinin ve kentlerin değerinin arttırılması Türkiye’de alışık olmadığımız bir durum. Benzer bir karşılaştırma yaparsak, Türkiye’de son yıllarda inşa edilmiş uluslararası öneme sahip kamuya ait kaç tane kültür yapısı sayabiliriz sorusunu sorabiliriz. Kültür yapılarını bir kenara bırakırsak, ülkemizde yaşanan inşaat patlamasının ardından dünya literatürüne girebilecek kaç yapı çıkarabildik?
Bizdeki bu durumdan sadece mimarları sorumlu tutmak doğru olmayabilir. Polonya’da iş yapan bir mimar Türkiye’de benzer bir proje üzerinde çalışsa, uygulama ihalesi aşamasındaki aksaklıkların ve yerel idarelerin, siyasilerin, iş veren, yatırımcı ya da bağışçıların dahil olduğu sürecin sonunda projesini aynı kalitede tamamlayamazdı.
Polonya’da mimarlık kültürü toplumun genelinde, mimarlar dışında tüm paydaşlar tarafından da önemseniyor ve sahipleniliyor ve bu durum her bir kentin şekillenmesinde, siluetinde ve yaşayışında kendini hissettiriyor.