Ben bir mimar olarak yaşadığım kentin "kapalı av sahası" olarak görülmesine karşıyım...
Cüneyt Özdemir’den mimarlıkta yerli malı kampanyası:
Projeleri Türk mimarlarına emanet ediniz!
16 Ekim tarihli Radikal’deki köşesinde Değerli Cüneyt Özdemir Divan Oteli projesinden dolayı büyük bir hayal kırıklığına uğradığını söylüyor. Kendisine katılmamak mümkün değil. Ancak bu projenin kötü olmasından çıkardığı ders de beni hayal kırıklığına uğrattı.
Şu söylediklerine ne demeli?
“Koç Grubu oteli yenilerken Türk mimarlarla çalışmak yerine Fransız asıllı mimar Thierry Despont’u tercih etmiş. Sonuç tek kelime ile felaket! Hatırlarsanız The Marmara tarihi kafesini yenilemeye kalktığında yine oryantalist bir mimara teslim etmiş, sonra kafe öyle bir batmıştı ki… Turist gibi bir şehre gelip, o şehirdeki zamanın ruhunu algılamadan yapılan binalardan kimseye hayır gelmediği ortada.”
Bundan sonrası ise bold, yani daha bir ders verir mahiyette: “Türk sermayesinin dışarıdan ithal mimar arayacağına, kendisini Türk mimarlara emanet etmesinin zamanı geldi de geçiyor bile….”
Özdemir’in yazısının her cümlesi maşallah bir mimarlık tarihi tezi niteliğinde. Biraz zaman ve imkan olsa üzerine kimbilir kaç doktora yapılır. İki örnekten (The Marmara-Divan) çıkardığı sonuca göre bu kente turist gibi gelen yabancı mimarların çoğu oryantalist. Yabancılar ne yazık ki oryantalizmden muzdaripler. Çok şükür Türk mimarlar arasında oryantalist olan yok! Özdemir bu konuda çok iyimser.
İMÇ’yi yıkıp “Osmanlı Konakları” yapmak isteyenler başka bir ülkeden mi geldiler?
The Marmara da, Divan da (bunlara bir de Pera Palas’ı katalım, onun da projesi bir felaket olmuş…) sonuçta özel birer işletme. Gönül ister ki nitelikli projeler kente kazandırılsın. Peki yanı başında duran İstanbul Kongre Merkezi, Lütfi Kırdar, Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu gibi projelere ne diyeceğiz? Onlar üstelik kamu alanında, bizim paramızla yapıldı. Onları yapan mimarın kim olduğunu bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum. Ama “kol kırılır yen içinde kalır” misali yalnızca Türk oldukları için susmamız mı gerekiyor? Sütlüce’de tam yirmi senede yapılan Haliç Kongre Merkezi ilk önce Avrupa’nın en büyük kültür merkezi inşaatı diye başlamıştı. Dünyanın en berbat ve en pahalı inşaatı oldu. Yalnızca yolun yerin altına alınmasının maliyeti ile başka mimarlar koskoca Santral İstanbul’u yaptılar.
Onun da projesinin neden bu “maharetli” Türk mimara verildiğini geçenlerde Başbakan Tayyip Erdoğan’ın danışmanı açıkladı. Dokundum bari söyleyeyim: “Aman eleştiri almayalım” diye. (Ayrıntılarını isteyene iletirim.)
Taksim’e yapılmaya çalışılan Topçu Kışlası taklidine hiç girmiyorum bile. Çünkü onun mimarı yerli malı bile değil, çünkü yok.
Eğer Özdemir’in mantığı ile gidersek, mimarların Türk olmasına göre mimarlığın kalitesi, yerel sorunlar hakkındaki bilgisi güçleniyor. Hiç darılmasın ama bu tezi bana kötü şeyler hatırlatıyor, örneğin geçmişteki meslek yasaklarını… Ben bir mimar olarak yaşadığım kentin “kapalı av sahası” olarak görülmesine karşıyım. Türk mimarları başarılı uluslararası projelere imza atarken neden kenti profesyonel alandaki rekabete kapatalım? Bunun mantıklı bir cevabı var mı?
Eğer İstanbul’da Sulukule gibi yerleşim alanlarının dönüşümü konusunda yeterli deneyim ve yöntem bilinmiyorsa, örneğin başka deneyimlere bakmak fena mı olur? Halkın katılımı ve yaratıcılığıyla uyguladığı başarılı projeleri olan bir yabancı ekibi davet etmek yerine gözünü para hırsı bürümüş yerel mimarlara İstanbulluları neden mahkum edelim? Ama gene de hodri meydan. Yerel mimarların da bu kentsel dönüşüm projelerinden çok daha niteliklisini yapacağından eminim. İlk önce insanların yıllardır yaşadığı bir yerleşim alanını yatırımcıya verip, sonra proje yapmaya zorlanmazlarsa. Fikir üretimi tekelci mekanizmalar içine kapatılmasın, bir görelim.
Dünyada tıpkı sermaye, teknoloji, enformasyon gibi mimari düşünce üretimi de küreselleşti. Türk mimarlarının da, yabancı mimarların da niteliklisi, niteliksizi var. Önemli olan yereli iyi tanımak, kamu yönetimlerini proje ihalesi gibi bir göz boyama işleminden uzaklaştırmak. Daha yaratıcı ve yarışmacı yöntemler kullanmalarını sağlamak.
O zaman (Özdemir’i istediği gibi kendisini Türk mimarlarına emanet eder, biz de “Türk mü, değil mi” abukluğu ile kendimizi yormadan) doğru dürüst mimarlık meselesine gelebiliriz, sanırım.