Türkçe'de, ardı ardına, çok kullandığımız iki deyiş var... Birisi ¨Hayırlısı olsun!¨, öteki ise ¨Sabah ola hayrola!¨dır; bilirsiniz...
Mâkul dozda şüpheciliğe asla hayır demeyen deneme-fıkra yazarınız Mahmut Şenol’un, buna rağmen, içinden çıkamadığı durumlar olursa, tımarhanede kendisine ferah bir oda ayarlamış deli misali sükûnete ermek için sık sık kullandığı hayırlısı olsun lafının, nedense şimdi, hem de birden bire, altını üstüne getiresi tutmuştur.
Generis Humani Lessus diye söylersek anlıyacağınız üzre, insana dair şikâyetler asla sona ermiyeceğinden, her seferinde hayırlısı olsun demek, bakınız ne kadar rahatlatıcıdır. Bu, tekerleme benzeri iki kelimeyi sarf etmek, Lokman Ruhu koklamış taze gelinler veya gecikmiş tazeler için teskin edici olduğu gibi, Sabah Ola Hayrola lakırdısı âdeta havasız kalmış bir odanın, azıcık penceresi açılmış da içine taze sabah yeli giriyor misali insana ümit vericidir.
Türkçe’de, ardı ardına, çok kullandığımız iki deyiş var…
Birisi “Hayırlısı olsun!”, öteki ise “Sabah ola hayrola!”dır; bilirsiniz…
Ben ikisini de pek severim, yeri geldiğince kullanırım.
Haminne lakırdısı, dede işi demem, hiç gocunmadan bu deyişleri dilimde bulundurur, ama dil pelesenki de etmem…
Bu söz gruplarında, deyişlerde derin bir tevekkül anlayışı yatar, kazaya rıza göstermek ihtiyacıyla söylenirler. Denetlenmesi güçleşmiş olayların, hatta çığrından çıkmış, istenmeyen nice şeylerin karşısında Anadolu insanının kullandığı ne güzel sözlerdir, diye öteden beri düşünmekteyim.
Başka kültür ve dillerde benzerleri sanki yok mudur, elbette vardır ama bizim sözümüz bize daha güzel geldiğinden, örneğin İngilizce’de birisine “Good luck!” diyesim gelse bile bu sözcükler damağımda aynı tadı bırakmaz; hele hele, “Hope the best!” demenin, hayırlısı olsunun kenarından köşesinden geçmediğini de bilirim.
Cevdet Kudret‘in âdeta özdeyiş yerine kullanılan, kitap başlığında matbûu, “Dilleri var, bizim dile benzemez!” sözü gibi öteki dillerde hayırlı olsunlar, sabah ola hayrolalar bizi hiç kesmez, bin kere tekrar etsek aynı huzuru vermez. Düşününüz, ertesi sabah ödenecek banka kredi borcunuz var, cepte bir kuruş yok, uyku da bastırmış, bu noktada söylenecek en iyi söz, Sabah Ola Hayrola’dır; şimdi huzurla uyuyabilir, başınızı yastığa koyabilirsiniz.
Güzel Türkçemiz‘deki bu iki temel deyişin, bize huzur vermesini hiç yabana atmayalım. İnsan, başı belaya girdi mi, azıcık dara düştü mü birden bire herkesi affetmek, herkese kendini affettirmek, bir nevî devekuşu emniyeti içersinde başını kuma gömüp gerçeklerden uzaklaşmak, o güne kadar düşman bildiği her kim varsa omuzuna başını koymak, hatta ağlamak, sızlamak, içini dökmek, mücrîm ise itirafta bulunmak ister. “Hayırlısı olsun!” lakırdısı, entipüften değil, aksine, işte bu raddeye varan insanın geçici olarak teselli aramasına dair bir kelâmdır, velhasılı… Hele “Sabah ola hayrola” yok mudur, o daha da ümitkârdır, zira sabaha az kalmıştır.
Gün doğmadan neler doğar atasözünün bir başka yollu söylenişi, galiba budur!
Servet-i Fünûn edebiyatçılarından, şair Tevfik Fikret‘in 1905 yılının 8 Eylül gecesi kopkoyusundan bir karanlık, âbani yorganın altına girmiş İstanbul’da yazdığı Sabah Olursa başlıklı şiiri, bizi sabahın müjde getirecek bir kurtarıcı olduğuna inandırır. Lakin, ne yazık ki o günden bugüne bir asırdan fazla geçmiş, her gece aynı koyuluk içimize işlemiştir.
Üstâdın şiirine atlayıp zıplamadan evvel, belirtmeliyiz ki Dünya hep aynı minval üzere dönmüş, ölen ölmüş, kalan sağlar hayata devam etmiştir. Sadece, 1905 yılının 8 Eylül günü, efsanevî film yıldızı Greta Garbo‘nun doğmak üzere karnında bulunduğu annesini tekmeleyerek, hastaneye sevkettirdiğinden başka bir şey aslında olmamıştır; bir de Rus-Japon Harbi sona ermiştir; sıradan şeylerdir…
Biz gelelim o şiire!
Tevfik Fikret,
¨Evet sabah olacaktır,
sabah olur, geceler,
Tulû-i haşre kadar sürmez,
âkıbet bu semâ,
Bu mâi gök bize birgün acır,
melûl olma…¨
diyordu.
Sabahın gelmesi, bir bakıma kötülüğe ve haksızlığa karşı tazelenmek, yenilenmek, yeniden yaşamaya koyulmak demektir. Yunan mitolojisinin, Tanrılar katında ceza görmüş, umutsuz kahramanı Sisyphos‘un tepeden aşağıya yuvarlanmış dev kayayı yeniden, sonra yeniden ve hatta tekrar yeniden zirveye taşımasıdır. Sabah idmanına çıkmış gibi sabahleyin hep yaptığı şey işte budur, bitmez tükenmez bir uğraşıdır… Ama Sisyphos’un zaferi günlüktür, tıpkı amele yevmiyesi gibi akşama tükenecek, bitecek, hasılı kısa sürecektir.
Akşamın geceye dönüştüğü ânda, Sisyphos’un bütün gün yukarılara taşıdığı kaya Tanrıların verdiği ceza gereği, paldır küldür tekrar gerisin geri, yallah aşağıya iner. Sabaha kadar, alır mı Sisyphos’u bir tasa; elbette, alır… Bir de bunun sabahı vardır! Taşı taşı bitmez!
Bize sorulacak olursa, alacağınız cevap pek eften püftendir. Deneme yazarınız sabah olmasını sevmiyenlerin başında gelir. Mahmut Şenol’a bakarsanız elbette sabah olmalıdır, ama Hazret uykuyla al takke ver külah yaparken herkes yerli yerini almalı, kim ne yapıyorsa yapıp tamamlamalı, hasılı Dünya eski düzenine kavuşmalıdır. Horozlar ötmeyi kestikten nice saat sonra O’nu uyandırabilirsiniz.
Şuncacık söylemek istediğim şudur ki, bana kalırsa, ta eski zamanlardan beri insanların gece olunca bir yere, mesela bir hâneye toplanıp bir arada olmaları, birbirlerine yanaşıp kenetlenerek birlikte uyumaları karanlığın korku verici yanına karşı işbirliği, can yoldaşlığı, bütün bunlarsa insanın insana duyduğu yakınlığın ödü kopmuş olmaktan kaynaklanan temelidir. Kulağa küpe yapılmalıdır ki insan insanın zehirini alır…
Hayırlı olsun dileğinde ve sabah ola hayrola önermesindeki hayır sözcüğünün, Arapça köklü olduğunu bilmeyen yoktur, ama anımsatmakta binbir türlü yarar bulunur. Türkçemize hayır diye giren sözcüğün aslı Hayr, olarak okunur. Bu kelime iyilik ve fayda anlamına gelmektedir ki Arapça harfleriyle – sağdan sola deftere işlendiği unutulmasın– خير olarak yazılıp sigaradan çatallaşmış gırtlaktan gelen sesle haa-y-ra gibisinden vurgulanıp söylenir.
Demek, sabahın gelişinden bir hayr-yarar beklenmekte, bir iyilik umulmaktadır. Bana öyle geliyor ki insan, kendi doğasında olmayan bir şeyi doğadan boşuna bekler. Aslına bakarsanız, insanın doğasında iyilik yoktur! Neden olsun ki?! İnsan aklına ibadet edilen Batı Düşüncesi‘nin filozofu Imannuel Kant, iki şeye hayret ettiğini söyleyip, ¨Bir gökteki yıldızlara, bir de insandaki iyilik duygusuna şaşıyorum¨ diyordu… Bize göre de, insana iyilik duygusu sonradan gelmiş olmalıdır, hani kendi başı sıkışırsa iyilikle karşılaşsın diye icat edilmiştir; al gülüm, ver gülüm…
Bu dünya etme bulma dünyasıdır, diye boşuna denilmediğinin ispatı işte burada yatar. İyilik yap iyilik bul, yahut, iyilik yap denize at, balık bilmezse hâlik bilir, sözleri hep buna işaret eder. İnsan iyilik duygusunu doğadan almaz, çünkü doğada iyilik yoktur. Tavşanı çayırda pençesine geçiren atmacanın iyilik severliği asla tutmaz, tutarsa aç kalır. Doğa gerçeğe dönük yüzünü hep saklar. Zira gerçek, saklanmayı pek sever. Bunu ilkçağın Efesli filozofu Heraklitos söylemekteydi, biz ondan aşırdık: Yunan alfabesiyle Φύσζ χϱύπτεσθαι ϕιλεί – Latincesiyle physis krypteshai philei, diyordu, “Doğa saklanmayı sever.”
Saklanan avını yakalayandır. Bazen de açık açık avına meydan okur doğa; ama bu hep masallarda olur…
Size bir masal anlatılıyorsa, biliniz ki, ustaca uydurulmuş bir saklılık vardır içinde…
Derenin, suyun aktığı aşağı mecrasında uslu uslu yalanıp su içen süt kuzusuna, “Hey bana bak, sen var ya sen, suyumu bulandırıyorsun, şimdi seni parçalayıp ham yapacağım” diye göz diken, açlıktan karnı guruldamış kurt, Fransız hayvan masalcısı Jean de La Fontaine‘in anlatımına bakarsanız kötü mü kötüdür. Zira bu kırmızı başlıklı kurt yaşamsal gereksinmesi için süt kuzusunu cumburlop mideye indirmeyi bir kez kafasına koymuştur. Bunun tersini düşünmemiz ne kadar zor! Kurdun süt kuzusuna, “Vallahi bugün bütün iyiliğim üzerimde, sizi yemiyeceğim sevgili kuzucuk, varınız gidiniz, neş’e içinde çayırlarda hoplaya zıplaya meleyiniz, size iyilik yapıyor ve yaşamınızı bağışlıyorum, n’apayım, başka ne gelir elden, artık ben karnımda zil çalarken ve midem hatır hutur kazınırken size karşı gösterdiğim bu iyilikle ruhumu besliyorum!” diyebilir miydi?
Tabiatın dokuma tezgâhı bu fable içinde olduğunca ne iyilik, ne de kötülük, sadece gerçeklik kuralına göre çalışır, ama gelgelelim durum, hele insan söz konusu olunca, Âdemoğlu iyilik icadına uğraşır. Fakat uğraşır da başarır mı, sanırsınız, heyhat, insanlık tarihi kan ve gözyaşıyla doludur. Tarih iyilik değil kötülük üzerine saatini 3’e kurmuş, alarmını da 5’e ayarlamıştır.
İnsanoğlu kötülüğün acımasız gerçeğine karşılık iyiliği bulmuş, bunu ahlak değeri olarak yaşamına sokmaya çalışmıştır. Bir bedene, bir ortama, bir mekâna dışarıdan sokulmak istenen yabancı maddeler gibi, fizik kuralına tam da isabet edecek biçimde, iyilik sürekli oradan çıkarılmak istenir.
Salata tabağını silip süpürdükten sonra, dişlerin arasına kaçmış maydanoz sapını çıkartmak ihtiyacıyla hababam debabam dişlerini kürdanlayan birisinin bu uğraşısı boşuna değildir, yabancı bir maddeye karşı tepkinin ta kendisidir. Kürdan bulamazsa evvela pabuç gibi diliyle maydanoza dil uzatır, dil beceriksiz çıkarsa, parmağını, o kalın gelirse tırnağını diş arasına sokar. Hele bunu, bir erkeğin karşısında ilk gece yemeğine çıkmış hanımefendi asla yapmamalı, maydanoz acı biber dahi olsa, sabretmelidir; sonraki günlerde yapabilir.
İyilik de benzer biçimde zoraki, dışarıdan içeriye alınmak istenir; ama o her fırsatta kaçar gider, açık ve kurander yapan kapıları kollar, pencerenin kaynaşık pervazından hop diye zıplayıp sokakta tabanları yağlamaya çalışır ve yerini hemen ve kolayca kötülüğe bırakır.
Nitekim, tarihin terazisi kötüden yana ağır basar! İnsanın doğasında iyilik yoktur derken boşuna lakırdı etmiyoruz: Şimdi sıkı durun, zira insanın doğası da yoktur. İspanyol düşünürü José Ortega ý Gasset‘in dediğince, insanın sadece tarihi vardır. Tarihinde ne yazdıysa onu doğası zannetmektedir. İşte bu yüzden, Kant’ın yıldızlara şaşırması kadar insanın, kendindeki iyiliğe şaşırması boşuna değildir.
Kant gibi evrende bir şeylere şaşıran ve üzerinde derin derin düşüncelere dalan bir başkası da, günümüzün astro-fizikçisi Stephen Hawking‘dir. Tekerlekli sandalyesinde yaşamaya tutsak olmuş bu dehânın gökteki yıldızlarda artık bir fevkâladelik aramaya kalkışmadığı anlaşılınca, kendisine şu sıralarda ne düşündüğü sorulmuş, Hawking hiç tereddüt buyurmadan, “Kadınları düşünüyorum, bizim için hâlen bir sırdır!” diye karşılık vermiştir. Kadınların esrarlı olmasında, sırra taraf bulunan kesimin erkekler olduğunu bu sözlerden çıkartmak zor olmaz.
Bana kalırsa, Hawking burada ciddi bir ayrışma, tam olarak bir dikotomi yaratmaktadır. İnsan türünü kadın ve erkek olarak ayırdığı, bir tarafı biz diye adlandırdığına bakılırsa anlaması güç olmaz; bunda pek haksız sayılmaz.
Kutsal kitaplara göre, kadın erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmıştır, erkek ise Tanrı’nın eli çamura bulaşıp topraktan yoğrulmuştur. Eski Âhid olan kutsal Tevrat kitabında böyle yazar. Kur’an’ın Âraf Suresi, 189.Ayetinde buna dair açıklamalar okununca Tevrat’ın dediği biraz ortada kalır. Dikkat kesilelim: İlk kadının, yani Havva Anamızın erkekten, ilk JönPremiyer Âdem Babanın eğe kemiğinden çıktığına Kur’an ne evet der, ne de hayır! Her iki cinsin tek bir öz olduğuna, yani tekil bulunduğuna ait vahiy inmiş olmalıdır. Bu, çok da kafa karıştırıcı değildir, doğada eşeysel-tek cinsiyetli üreme yapan canlıların olduğunu bildiğimizden beri, buna pek şaşırmayız…
Friedrich Engels, dostu Karl Marx’ın Kapital adlı dev eserini düzeltmekten fırsat bulduğu zamanlarda yazdığı Anti-Dühring adlı eserinin sekizinci bölüm, 21.paragrafında, yaşamın albüniminsi tek hücrelilerden başladığını söylediği zaman 1878 yılıydı. Böylece, olağanüstü bir resim olan bu evrendeki toz kadar küçük bu Dünyada yaşamsal ve dirimsel diye adlandırılan her şeyin ve insanın tek hücreden çıktığına açıklık getirmişti. Evvel zaman içinde-kalbur saman içinde zamanlarından kalma işte O tek hücreden gele gele, demek bugün bir dişi ve bir erkek ortada vardır. Buna yaradılış, varoluş, fıtrat denir.
Hasılı, kadınla erkek arasında sadece cinsiyet farkı değil, bütün bütün yaradılış anlamında bir fark da varsa İngiliz bilimadamı Hawking’in sözleri kulak arkası yapılacak gibi değildir.
Yine, varoluşçu düşünür Ortega ý Gasset’e kulak kabartırsak, onun sözlerinden insanı tanımadığı, sadece erkek ve kadını bildiğini öğreniriz. Gasset, 1930’lu yıllarda Arjantin’e doğru İspanya sahillerinden kalkan bir gemide, seyahattedir. Bir akşam yemeğinde, Amerikan üniversitelerinden epeyi meşhurunu bitirmiş bir kadınla tanışır. O dönemin Bobstil modasına uygun giyinmiş, böylece ne kadar erkeksi görünse de fıtratında kadınlığın izini dışa kolayca vuran bu bayanla sohbete başlar, ama uslu durmaz; İspanyol çapkınlığı damarlarındadır…
Arada geçen bir iki havaî lakırdıdan sonra İspanya ateşiyle ısınmış sözler sarfedip flört etmeye kalkışır. Amerikalı kadın buna çok içerleyecek ve “Bana bakın bayım! Siz beni ne sanıyorsunuz, küçük bir orospu mu?” diyecektir, “Sizden benimle bir insanla konuşur gibi konuşmanızı bekliyorum!“
Ortega kaçın kur’asıdır, hazırcevaptır, lafını asla esirgemez, ¨Hanımefendi, ben sizin insan dediğiniz o varlığı tanımıyorum!¨ diye karşılık verir, ¨ Tanıdıklarım yalnız erkeklerle kadınlar. Erkek değil de kadın, hem de enfes bir kadın olmanız benim için talihin bir lütfu, onun için durumun gerektirdiği gibi davranıyorum…¨
Feminizm adı verilen akılcılığın daniskası ideolojinin Amerikan üniversitelerinde böylesi “enfes hanımlara” musallat olduğunu iddia eder Ortega, ardından da akılcılık denilen şeyi ¨zihnî sofuluk¨ diye yerin dibine sokup çıkarır. Kadının erkekle yasalar karşısında eşit olması ilkesi, süfrajeti denilen duruma ait sosyal talep, kadınla erkek arasındaki insana ait farkı ortadan kaldırmamış, tersine derinleştirmiştir; Ortega’nın söylemek istediği de epi topu herhâlde budur.
İstitrat diye eski dilde adlandırılan, edebiyatta sözü o kapıdan bu kapıya, avludan taşlığa, balkondan terasaya kadar gezdirme sanatının ucunu kaçırdınız mı, deneme yazısının sonlarında aval aval bakınır, elinden balonunu kaçırmış sümüklü çocuk misali zır zır ağlar, fıkranın halatını beceriksiz tayfa gibi çımaya dolayamaz, lafı sağlam kazığa bağlayacak yer ararsınız.
O hâlde, bu içler acısı deneme yazısında nereden nereye gelindiğini gören yazarınız der ki, sözün kısası şudur: İnsan kadın mı olmuş, erkek mi olmuş fark etmez deyip, biz yine de erenlerden, büyüklerden, sevdiklerimizden, deneme yazısı yazan fıkracılarımızdan hayır duası almadan yola çıkmayalım, sabaha kadar güzel düşler görmek üzere ferahlık veren uykulara hemen yatalım.
Nasıl olsa sabah yine kendi bildiğini okuyacak, Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belli olacak, biz onun gelişini sabah ola hayrola diye beklerken karşımıza aslında hep o bildik, bıkkınlık veren hayat çıkacaktır.
Romalı Latinler, Taedium Vitae, hayat bıkkınlık veriyor derlerdi!
Yağma yok, lakin bizim böyle lakırdılara da karnımız tok!
Hayatın bu yönde esen lodos fırtınasından korktuysanız, şimdi hep beraber iyisinden bir sabah ola hayrola deriz, sonra kalın dokumalı ve bu yüzden Sıtmaya iyi gelecek kadar terletici Kilis battaniyesini üstümüze çekip güzel bir uykuya yatarız.
Telaşe etmeyiniz, sabah ola hayrola…