Bu aralar gündemden düşmeyen bir aile ve onun dizisi seyrediliyor.
Türkiye’de iken pek dizilere bakmayan bizler, gurbette iken hasretten ilgi duyuyoruz maruz görünüz. Arkitera’nın Görüş yazıları içinde “Lakin Hünkarım” başlıklı bir dizi yorumu yazısı da yazmıştım yıllar önce okunabilir, gülünebilir ağlanacak halimize.
Türk dizilerinin yurtdışında çok izlendiğini biliyoruz ama bununla övünelim mi bir türlü karar veremedik. Dizilerdeki “kadın sömürüsü” ve tabii “mafya, silahlanma ve kabadayılık övgüsü” bazen üzücü boyutlara varıyor. Onu geçtim psikolojik travmalarla süslü garip hikayeler de revaçta. Bir ara bütün dizilerin senaryosu birinin elinden çıkıyordu.
Bunlar revaçta olduğu için mi tekrarlanıyor, yoksa bu kadar çok tekrarlandığı için mi mecburen revaçta kalıyor anlamış değilim.
Ülkenin düzeltilecek kurtarılacak daha önemli meseleleri varken ve onlar için ne yazarsak yazalım etkisi olmadığından, dizilerdeki mimari detaylar hakkında bir şey yazsak ne yazmasak ne? Doğrudur ama yine de tespiti biz yapalım ortaya koyalım, bir gün gelir biri okur filan.
Çoğunlukla birbirinin tekrarı saatler süren bölümlere sahip bir dizi sektörü sayesinde televizyon kanallarında ana haber bülteni sonrası tüm program tek bir dizi ile bitiriliveriyor. Tabii aradaki reklamların uzunluğuna diyecek söz yok.
Son Türkiye ziyaretimde ünlü bir düşünürün(*) bir özlü sözünün doğruluğuna şahit oldum. “Bir toplumdaki medyada ne kadar çok pırlanta ve ziynet eşyası reklamı varsa, o toplumda fakirlik vardır.” En pahalı reklam zamanlarında (prime time) arka arkaya bir sürü pırlanta firmasının reklamı var.
Uyandırayım: Elmasın çok nadir bir mineral olduğu konusunda (artık) bazı şüpheler var.
Ha bir de şu “bilmenme evim” isimli garip finansal kurumlar ipini koparmış gibi reklam yayınlıyorlar. O da garibime gitti. Sonu banker krizi gibi olmaz inşallah.
Sadece 2011 yılında dünya da 124 milyon karat elmas çıkartılmış. Karat 0.2 gram tamam. Ve toplam değer 2.5 ton demek ve bu açıklanan kısmı (bol bol çıkartılsa ve piyasaya sürülse o kadar kıymetli olur mu sizce?) Tabii ki bu minerali çıkartmak için tüketilen doğal kaynak ve kirlenme inanılmaz boyutlarda.
Bir Afrika Ülkesi ona Botsvana’nın ihracatının %85’i elmas. Ülkedeki neredeyse bütün elmas madenlerini ise 6 adet İsrail merkezli elmas firması işletiyor. Botsvana’nın diğer afrika ülkelerinden daha modern olmasının senbebi antiemperyalist bir mücadeleye girmemiş, bu yüzden mesela ülke diğer devlet tarafından silahlı örgütler kurulup(!) tahrip edilmemesi. Acaba neden?
Bir de nüfusun neredeyse üçte biri AIDS’li. HIV+ sayısı o kadar yüksek ki ülkenin en büyük sorunu bu.
Yenice bir haber, Sibirya’da çok daha büyük bir elmas kaynağı bulundu. Putin’in bu elması çıkartmak konusundaki fikri ne olur bilinmiyor.
Diğer önemli bir bilgi ise 50 yıldır yapay (sentetik) elmas başarıyla üretiliyor. Yüksek başınç ve sıcaklık ile kimyasal buharla elmas yapılıyor ve genelde endüstride kullanılıyor sadece rengi açık kahverengi. Mineral yapısı bakımından çıkartılanla bir farkı yok. “Zirkon” meselesine ise hiç girmiyorum.
Yani: Görümcenin parmağındaki pırlantanın gerçek olduğunu anlamak için az biraz uzmanlık gerekiyor.
Kısaca neymiş: “Uzak durun pırlanta ziynet eşyadan. Paranıza yazık.”
Hem bu kadar çok reklamı yapılan ürün çok iyi bir yatırım olmayabilir değil mi? Gerçek değeri size satılan kadar değil ve sertifika da çok önemli bir kağıt değil. Yine de siz bilirsiniz.
Neyse gelelim diziye. Ben diziyi tam olarak tek bir bölüm bile izleyemedim ve çok eksiklik hissetmiyorum. Onu bırakınız, aile özel bir ilgiye mazhar olmuş. Fakat Halikarnas Balıkçısı’nın İstiklal Mahkemeleri tarafından 3 yıllığına Bodrum’a sürüldüğü ve çeşitli dergilerde çıkan hicivleri ve hatta karikatürleri konu edilecek mi bilmiyorum. 3 yıllık sürgün olmuş ama o çok sevmiş geri dönmemiş. Bodrum’un değerine değer katan biridir ama şimdiki halini görseydi… Neyse.
Dizilerdeki oyuncuların kostümleri pek şık. Sanırım dönem kıyafetleri konusunda bizim sektör başarılı ama mimari mekan konusunda öyle başarısız ve öyle oransızlar ki rahatsız edici derecede. İstanbul Kartal’daki sette yangın çıkmış. Köşk yanmış.
Öyle yazıyor haberlerde. Yangın sonrası pek bir ince çelik konstrüksiyonu görünce yine bu taşıyıcı ile iyi idare etmişler dedik.
Resim altı: Çeşitli haber sitelerinden alınmıştır. Kaynak bilinmiyor.
İyi ki orijinal köşkte çekim yapılmamış dediğinizi duyar gibiyim. Merak etmeyin köşkün yeni hali şu. Bildiğiniz apartman artık köşk.
Parsel ikiye bölünmüş ve 1978’de yanış ve 1980’li yıllarda galiba iki ayrı apartman oluvermiş.
Orijinal köşk hakkında biraz bilgi verelim. Şakir Paşa köşkü Mimar Rosolato’dan almış.
Resim altı: Köşkün bilinen fotoğrafı. Adalı Dergisindeki Adil Balı’nın makalesinden alınmıştır.
Yani öyle setteki gibi garip bir plan yok. Tabii şimdi kim takar sizin gibi mimarların inceliklerini dersiniz ama kostümlerdeki inceliklerin ve detayları neden mekanda göremiyoruz diye sorgulamak suç sanırım.
Neyse dizi ile ilgili (daha çok yangın) haberlerinde “köşkün perdeleri bile orijinaline uygunmuş ama yanmış” ibaresi geçiyor. Alakası yok gerçek köşk. Köşk bir mimarınmış ve özensiz olması mümkün değil.
Zira Güner Ailesi Köşkte yaşarken “…tüm görkemiyle evin orta katında büyük bir hamam vardı. Hamamın beyaz fayanslarla süslenmişti ve Cevat Şakir’in yaptığı bir palyaço resmi bulunuyordu. Orta kattan üst kata çıkan bir merdiven vardı. Üst kat ailenin bir araya geldiği oturma salonuydu. Üst kattan yukarı terasa çıkılıyordu fakat en üst kattan terastan bile deniz görünmüyordu. Köşkte iki tuvalet vardı. Çok yıpranmış, çok para harcanması gereken kocaman bir evdi. Herkes odasında kendi sobasını kurarak öyle ısınıyordu. Sobanın olamadığı bölümler çok soğuktu. Bahçesinde bir mağara ve bir kuyu vardı. Üç havuz ve küçük şelalelerle bir mağara havasında suların aktığı, doğal kayalık havuzlardı bunlar. Su kuyusu, arkada ahır şeklinde bir arabanın konduğu bir yer mevcuttu. Sera içinde su tertibatı, bahçe içerisinde değişik yerlerde kameriyeler, fıstık ağaçları, sedir ve diğer büyük ağaçlar sarmaşıklar içinde saklanıyor gibiydi köşk.”
Dizide ısıtma ve soğutma mükemmelmiş ve günlük hayatta bile herkes şıkır şıkır giyinmiş vaziyette.
Gerçekte köşk çok bakımsızken bahçesinde bir ara lunapark bile yapılmış. Bu yazıya ana kaynak olarak kullandığımız makaleyi okuyunuz.
Dizinin Youtube reklam videolarında göründüğü kadarı ile dron ile çekim yapılmış, aferin. Fakat bu konak planını kim çizdi acaba. Oransız mekanlar ve pek garip korkuluklar hele hele duvarlardaki pantograf işi süslemeler beni çok irite etti. Dizi çoğunlukla konakta geçiyor ve seti yapanın komisyon aldığı duvar kağıtçısından satılmayan ne kadar duvar kağıdı varsa konmuş gibi. Varaktan göz gözü görmüyor.
Antikacıdan mı artık bazıları 60’lı yıllardan kalma mobilyalar (dizi yüzyılın başında geçiyor) koridorlara “dizilmiş” ne bir mimari kaygı, planmala ne de bir set dekoarasyonu tanımı var.
Eee o zamanlar öyleymiş denebilir ama değil.
Zamanın mimari detaylarına bir baksanız, kat yüksekliklerine ve plana dikkat etseniz keşke. Bu kadar sentetik bu kadar yapmacık olmak zorunda mı? Tiyatro dekoru bile daha özenlidir.
Madem ailenin ismini alanen kullanıyorsunuz (İsimler aynı ise senaryo ailenin genel halini bütünüyle doğru anlatmalıdır. Yoksa dava konusu olur. Sanırım oldu.) kostüme, senaryoya ve mekanlara dikkat etmeniz gerekmez mi?
Halikarnas Balıkçı’sının Bodrum’da yaşayanlara öğretilerini de gösterecekler mi ya da eserlerindeki derinliğe bakacaklar mı bilmem. Varsa yoksa aşk meşk. Evet, hayatın önemli bir enerjisi olabilir ve ailenin geçmişi ilgi çekicidir. Anlaşıldı ama mekansal olarak bir uzmana danışmak bile ince ve özenli olamanın gereği değil mi?
“Derdini seveyim” butonu aklınıza geldi ama olsun…
(*) ATK