"Kellim Kellim La Yenfa"
Yazımın alt başlığına ait sözcükler, İller Bankası’nda çalıştığım 1960’lı yıllardan kalma bir hatıra: Manası sanırım “söyle söyle havaya” ya da “ne söylesem boş” gibi bir şey… O yıllarda çalıştığımız büroda yaşlı ve gerçek bir beyefendi olan Kemal Abimizin, Yavuz Taşçı ve benim bel altı esprilerimize karşı yaptığı azarlamalardı.
Hatırıma, nerden mi geldi? Özetleyeyim:
Su kültürü ve açılımına giren “kıyı kültürü, liman kültürü, rıhtım kültürü, kanal kültürü” vb. konular 60 yılı aşkın süren plancılık ve tasarım hayatımın çok önemli ilgi alanları idi. Bu nedenle, kişisel olarak edindiğim bilgilerimi sınayabileceğim, kıyı ile ilgili her çeşit tasarım olayına katılıyordum. Bunların en çekici olanları ise yarışmalardı. Ancak o dönemde de (aynı şimdiki gibi) eğitimimizde yeri olmayan su kültürü konusunda, 1.000 yıllık geçmişimizden bize intikal eden bir birikimimiz yoktu. Buna rağmen, gençlik dönemlerimin pek çok hocası ve onların yetiştirdiği “yıldız tasarımcılar” batı dünyasındaki bu farklılıkları, en azından izliyor ve algılayabiliyorlardı. Çünkü mesleklerinde çok ciddi idiler.
İşte bu nedenle, yarışma jürilerinde, bir kaç “bu nitelikte kişinin yer alması”, yarışmayı bir fırsat alanına dönüştürmeğe yetiyordu.
Bu nedenle Jorn Utzon’nun Sydney Operası’ndan, Von Branca’nın Hayfa Limanı projesine Kenzo Tange’nin Su Kentinden, Georges Candilis’in Languedoc tasarımlarına kadar, su ile ilgili her tasarım olayı, bizim tasarımlarımızın önemli bir bölümünün bilgi ve ilgi alanları içinde idi.
Özetle; milletçe su kültürsüzü de olsak ve sayıları sınırlı da olsa bu tasarımcı ve hocalar, gelişmiş dünyadaki bu olguları çok iyi gözlüyorlardı. Ve onlar, yarışma jürilerinde gerçekten çok önemli bir misyon üstleniyorlardı.
Örneğin hemen hatırıma gelen, Doğan Tekeli, Maruf Önal, Tuğrul Akçura, Şevki Vanlı, Turgut Cansever, Cengiz Bektaş, Haluk Alatan, Nezih Eldem ve 5-10 kişi daha, bu tür yarışmaların jürilerine Mimarlar Odası’nca muhakkak önerililerdi.
Bu olgu, sanıyorum 1990’lı yılların sonlarına kadar sürdü.
2000’li yıllar ise yarışmalar konusunun “ihale yasaları kapsamında organize edildiği” ve özellikle kentsel tasarım jürilerinde şehir plancıları ve peyzajcıların egemen olduğu bir dönem oldu. Ve bu durum, jüri seçiminde “akademisyenliğin baskın kriter olduğu” bir dönem olarak halen sürüyor.
Buna diyeceğimiz bir şey olamayabilirdi, hatta şükredilebilirdi de… Ancak tasarımlara egemen olan görsellik oyunu (illüstrasyon) faktörü eklenince, işin suyu çıktı! Artık, bırakın kıyı kültürünün özelliklerini tartışmayı, kentsel tasarım sorunsalına ait hiçbir boyut bile tartışılmaz oldu. Hatta jürilerdeki plancı varlığına rağmen sorunsalın plancılıkla ilgili boyutları da tartışılmaz oldu. Öyle ki, artık bu tür yarışmaların şartnamelerinde amaç ve jüri istekleri bölümünde belirtilen istekler – birkaç “koruma talebi” dışında – neredeyse tümüyle peyzaj ile ilgili idi. Kimlik bağlamındaki istemler ise; kent mobilyası, simgesel öğeler, havuzlu meydan vb konularda somutlaşıyordu ve bu öğelerin yer aldığı görsellerle son buluyordu.
Kadıköy-Haydarpaşa ile başlayıp, Kalamış, İzmit, Zonguldak ile devam eden “kıyı ve liman” mekânlı yarışmalar, bu yıl Bandırma ve Samsun’la sürdü. Hepsinin ortak yanı, kıyı ve liman kenti bilgi ve kavramlarından soyut olmaları.
Bu yarışmaların pek çoğuna, hem de çok ciddiye alarak katıldık. Sonuçta hepsi de başarısız oldu. Benim kıyı kültürüne ait bilgim ve birikimim ki -ben onları sık sık modifiye ettiğimi sanıyordum- 2000’li yılların yeni nesil jüri modellerine pek bir şey ifade etmiyordu. Bu konuda yazdığım onlarca makaleye ise tepki dahi alamaz oldum. Anlaşılan o ki, yeni nesil kent tasarımcıları ve jüriler bilgi ve birikimlerinden eminler!
Ve galiba artık yoruldum. Başlıktaki alıntıyı da bu yüzden hatırladım!
Bu yazıyı da, muhtemelen “son kez” ve Kapadokya’daki kültür savaşçılığıyla gurur duyduğum kızım Aslı Özbay’ın hatırına yazıyorum.
Bu bağlamda, Samsun Yarışması‘na değinmek gerekirse, özetle şunlar söylenebilir;
Yarışmaya konu olan Samsun, aynı diğer Karadeniz kentleri Trabzon ve Ordu gibi, tarihlerinde hiçbir zaman bir kıyı kenti olamadan, 20. asrın ikinci yarısında “önlerine eklemlenen liman ögeleriyle”, bir liman kentiymiş gibi anılmaya başladılar. Oysa hiçbiri, hala öyle değiller. Yani bana göre sürecin kaba özeti bu.
1. Ödül, 19 Mayıs İzleği Kentsel Tasarım Yarışması
Oysa birinci ödülün çok beğenilen ve gerçekten de şiirsel bir anlatımla ifade edilen açıklama raporundaki tarihsel süreç sunumu ilginçtir: Bu süreç anlatımının sonunda, “yapılan yanlış plan ve yanlış yer seçimi uygulamalarının sonunda, Samsunlu’nun sahilin yosun kokusuna hasret kaldığı” vurgulanmaktadır. Sanki yaşanmış bir kıyı kenti kültürü varmış da yok olmuş gibi… Oysa son 60 yılına çok sık şahit olduğum bu süreç keşke anlatıldığı gibi olsaydı.
Peki, anlatıldığı gibi olsa ne değişebilirdi?
Çok zayıf ihtimal de olsa, belki bir kısım insanlar, en önemli sanat ve kültür yapılarının, ana cadde boyunca “leblebi gibi” dizilenmesine itiraz edip, onlara da Yabancılar Çarşısı gibi kıyıda yer verilmesini isteyebilirlerdi?!
Aslında süreç sonundaki durumda açık ve net yapılan şey şu: Samsun’a, kentin kentsel-bölgesel-ülkesel ana işlevleriyle, sosyo-kültürel yaşam koşullarını etkileyen radikal ve makro ölçekte bir dönüşüm ve değişim müdahalesi… Ancak ne yazık ki kent plancılığımız ve tasarımcılığımız bu boyutta bir müdahale aracını kullanacak nitelikte değildi! Çünkü sorunsalın içeriği ve kapsamı en yabancısı olduğu bir kültüre aitti.
Yarışma şartnamesinde belki de tek ciddi ve doğru istek “kıyı ile kentin ve özellikle kent merkezinin bütünleştirilmesi” şeklinde ifade ediliyordu. Ancak içi doldurulmuş değildi. Yani, bu yaşamsal bütünleşmenin ne tür işlevleri içereceği, nasıl bir ulaşım gerektireceği, bu hususların alanın ana rekreaktif kullanımı bağlamında nasıl dengeleneceği, gibi sorunların saptanması da, çözümü de yarışmacılardan bekleniyor gibi idi. Yarışmacıları yanlış yönlendiren diğer ayrıntılı talep ve açıklamalar olmasa, olabilirdi de.
Bu yarışma Samsun için tarihi bir dönüşüm şansı idi. Şöyle ki; dünyada liman kenti olmanın nerdeyse ana koşulu, kentin kıyıya optimal ölçülerde yaslandığı bir odak (çekim merkezi) oluşturmakla başlıyordu. Örneğin, liman kıyısında yer alan “Yabancılar Çarşısı” böyle yorumlanmalı idi. Çünkü adına “Bavul Ticareti” denen bir uluslararası ekonomi politikasının doğal oluşumu idi (1990’lı yıllardaki ve halen yürürlükte olan, Karadeniz kültürel iktisadi iş birliği anlaşması uzantısı olarak).
Limanlar geçmişten bugüne, dış dünya ile en güçlü temas alanlarıdır. Yani kent merkezlerinin yeni ticari ve kültürel boyutlar kazandığı mekânlardır. Modern kentlerin en prestijli yapılarının o mekânlarda yer alması da bundandır.
Bu, sıradan bir kent plancısının bilmesi gereken bir olgudur.
Uzunca yıllardır, büyük liman tesislerinin kentsel kullanıma dönüşüm sürecini yaşamakta olan Avrupa Limanları (Londra, Hamburg, Amsterdam vb.) sürekli olarak kentsel tasarım yarışmalarına konu olmaktadır. Bu yayınları izleyen, bu mekânları gezip gören herkes, bu yeni süreçten haberdar olmalı idi. Özellikle de plancılar ve mimarlar…
Genelde kıyı kültürsüzü bir ülke olduğumuzu biliyoruz. Ancak bu durum ne eğitim kurumlarımızın ne de jüriliğe soyunan kişilerin eksik ve hatalarını hoş görmemizin nedeni olamaz. Çünkü bu kurumlar ve akademiler zaten bu eksikliği gidermek için vardırlar.
Diyebilirsiniz ki; yarışma şartnamesinden jürinin anlayış ve eğilimleri anlaşılmıyor muydu? Buna kesinlikle evet diyebilirim. Ancak, her zamanki gibi işin içine derinlemesine girildiğinde bunun değişebileceğini umduk. Çünkü geçmişte de, benzer durumları birkaç kez yaşamıştık. Örneğin “Antalya Kale Kapısı ve Çevresi Yarışması”nda, jürinin şartnamede verdiği düzenleme alanı dışındaki alanlarda da yaptığımız değerlendirme ve önerilerimizle kazanmış idik. O zamanki jüri Haluk Alatan, İlhan Tekeli, Cengiz Bektaş, Özcan Altaban, Coşkun Erkal gibi mesleklerinde duayen olan kişilerden oluşuyordu. Ve olabilecekleri sezmişçesine şartnameye “isteyen yarışmacı, yakın çevrede kritik gördüğü alanlar için öneri getirebilir” gibi bir not koymuşlardı. Bu kaçış kapısı işe de yaradı. Ana yarışmacıların hışmını elbette dindiremedi ancak, bizim önerimizle birlikte, getirdikleri sınırların yanlışlığını kabullenmekte tereddüt göstermediler. Aslında batı dünyasındaki kentsel tasarım yarışmalarında çok sık karşılaşılan bir durumdu bu. Çünkü genelde yarışmaya konu olan sorunlar yumağındaki ön görülemeyen hususların deşifre edilmesi de; bir anlamda yarışmalardan beklenen bir şeydi. Bu durum özellikle kent merkezlerindeki planlama ve tasarım sorunlarında nerdeyse kaçınılmaz idi. Ancak bu tür sorunları aşmak da, “tükürdüğünü yalama” komplekslerine kapılmayacak düzey ve olgunlukta jüri üyelerini gerektiriyordu.
Bırakın kentsel tasarımı, tek yapı ölçeğindeki yarışmalarda dahi benzer belirsizliklere sık rastlanabilir. Batılı için yarışmalar, çoğu kez sanatsallığın da işlevselliğin de en iyilerinin arandığı ve araştırıldığı bir araç olarak görülür. Ancak kentsel tasarım konularında ve özellikle kent merkezleri ve koruma alanları gibi kritik alanlarda çoğu kez işlevsellikle ilgili alanlar ağırlık kazanır. Samsun’da olduğu gibi…
Kentleşmenin ve kente ait değişik anatomilerin farkında olmayan jüriler ve tasarımcılar için böyle durumların değerlendirilmesinde illüstrasyon tuzağına düşmek kaçınılmazdır. Örneğin, Samsun yarışma şartnamesindeki birkaç jüri talebi bu durumu çok iyi yansıtmaktadır. Şöyle ki; “Yarışmacılar abartılı ve yapısal önermelerden kaçınmalıdırlar” derken, yapılaşmayla sonuçlanacak işlevler önermeyi ya da ulaşım eşiklerini aşacak köprüler önermemeyi işaret ediyorlardı aslında. Başka bir söylemle, motorlu taşıtla barış ve dostluk içinde yaşayan hem zemin bir yaya ulaşım düzenini işaret ediyorlardı.
Peki; kentin ve kent merkezindeki yaşamın kıyı ile bütünleştirilmesi nasıl sağlanacak idi? Rekreaktif amaçlı bir gösteri meydanı ya da 3-5 balık restoranıyla mı? Ya da kalabalıkları güzellik büyüleriyle, alıp götürecek sihirli çiçek bahçeleriyle mi? Genişletilmiş tretuvarlarla mı? Ayrıca planlama alanının yaklaşık %90’ında, rıhtım şeridi dışında, zeminde yürüyen insanın denizi görmesi olanaksızdı! Bu durumu saptamak ise çok kolaydı. Kıyı kenti Samsun’da bu durum ciddi bir kriter olmuyor mu? Ve eğer bu tespitim doğruysa, bunun ana yaya düzenini etkileyen bir veri olacağını hissedebiliyor musunuz? Bunu “düz ovada keklik avlamaya” yönelik peyzaj düzenleriyle nasıl sağlayacaksınız?
Kaldı ki “kıyıya ulaşmak için aşmak zorunda olduğumuz” karayolu ve demir yolu eşikleri, bu kriteri daha da güçlendirmiyor mu?
Aslında sorunsalın, daha liman kenti kavramından başlayarak, kentin yaşamsal ve fiziki özelliklerine ait boyutları böylesine net ve somut iken, yarışmacılardan istenen “izlek” gibi uyduruk konular bir yanda, hiç de kötü olmayan mevcut Cumhuriyet Meydanı’nın yıkılıp altındaki kapalı otoparkı genişleten mimari tasarımlar istemek, jürinin yukarıda değindiğimiz sorunsalın kokusunu dahi almadığını gösteriyordu. Ama ben gene de ümitlenmiştim. Çünkü ayrı kentlerde yaşayan iki ortağımla tüm etütlerin bitiminde tartışmak için bir araya geldiğimizde, çoğu kez yaptığımız “gürültülü” tartışmaların aksine çok çabuk uzlaştık. Yaptığım değerlendirmeyi dinledikten sonra, söyledikleri şey şu idi: “…Baran bey, bu yaptığınız değerlendirmeyi ve önerdiğiniz konsepti yarışmacıların çoğu yapacaktır. Onların arasında öne çıkmak için, bundan sonra strüktürün mimarisini yansıtacak ayrıntı ve görsellere ağırlık vermeliyiz…” Yani iki ortağım da yarışma şartnamesini çok iyi inceledikleri halde, böyle bir konsepte herkes kolayca ulaşacaktır diyorlardı. Onları “keşke öyle olsa” diye cevapladım.
Ve sonuçta, ilaç için olsun, bir tek benzer konsept bile çıkmadı. İşin asıl acı olan ve önemli yanı bu idi. Yani yarışmacıların hepsi Jürinin isteklerini anlamışlar ve bunun “illüstratif bir peyzaj tasarımı” beklentisi olduğunda birleşmişlerdi. Oysa ortaklarım Hasan Özbay ve Tamer Başbuğ son 15 yıldır girdiğimiz benzer tasarım yarışmalarında, “Baran Bey, trafiği bırak, grafiğe bak.” diye sataşmaları adet haline getirmişlerdi. Ama gene de, “senin yaptığını babam da yapar” misali, yaptığınız yaklaşımın benzeri çok gelecektir gibi yanılsamalardan sıyrılamıyorlardı.
Allah sıyırtmasın! Başka ne diyebilirim ki…
Samsun Kentsel Tasarım Yarışması’ndan çıkarabileceğimiz sonuca dair son sözüm: Ya kültürel kavramlar, planlama mantığı, paradigmalar çok değişti ve şimdiki genç yarışmacılar çok zeki… Ya da gerisini siz düşünün!
Her ne kadar sürçü lisan ettiysek affola, herkese selam ola!