İktidar kime teslim edilirse edilsin, meslek insanları olarak mimarlığın ve kentlerin toparlanması için çok çalışmak gerekecek.
Van, 26 Ekim 2015
7 Haziran seçimlerinden sonra Erdoğan ve Mimarlık başlıklı bir yazı yazmış ve orada şunu söylemiştim: “İki yıl süren gergin bir dönemin sonunda bir grup insan tam da boğulmak üzereyken biraz nefes aldığını hissetti 7 Haziran 2015 seçimlerinin sonucunun ortaya çıkmasıyla.”
O “biraz” sözcüğü tam da gediğine oturmuş o gün. Sanırım çoğumuz bugün içinde bulunduğumuz, daha da boğucu ortama gireceğimizi hayal edemiyordu. Yeniden nefes alamaz olduk. Çoğumuz ülkesinden ümidini kesti. Kimimiz Türkiye dışında yaşama planlarını daha ciddi düşünmeye başladı. İç savaştan korkar olduk. Bir yandan barıştan, canlardan kaybederken öte yandan ekonomik olarak da aşağılara doğru gittik, gidiyoruz.
Gerek Arkitera köşe yazılarımda gerekse de özellikle Twitter’da hiçbir şeyi beğenmiyor, çok eleştiriyor göründüğümü düşünürüm hep. Ama esasında içten içe dümdüz ümitsizliğin bir tür “looser”lık olduğunu da biliyorum. Bu nedenle ümitsizlik değil çözümden yana olmak istiyorum.
Mimarlık ve kentleşme bir süredir siyasetle göbekten bağlı. Keşke daha özerk bir alan olsaydı ama değil.
Bugün AK Partili bir belediye başkanı ağzıyla kuş tutsa da hiçbirimize beğendiremez.
Seçim kararına kadar bu yazının başlığı hemen yukarıdaki cümle idi. Konusu da bu olacaktı. Madem seçime gidiyoruz meseleyi iyice genişleterek ele alalım.
Yaptığım iş gereği sahada olmak zorunda olan birisiyim. Akademisyen değilim, kamu ile hiç işi olmayan bir kurumda da çalışmıyorum. Dolayısıyla bir akademisyen veya kendi kapalı çevresinde iş hayatına devam eden bir mimara göre AK Partililerle de görüşmek, iş yapmak, onları da anlamaya çalışmak zorunda olan bir pozisyonum var.
Çok çabaladım. Hala da çabalıyorum.
1 Kasım’da yapılacak seçimde AK Parti %45-50 değil, %60 bile alsa artık film bitti. Ülkenin neredeyse tüm mimarlarını, gazetecilerini, aydınlarını koşulsuz karşısına almış bir halde iktidar olunamaz. Hemen beni de darbeci yapmayı düşünene not: Pratikte yürümez bu iş diyorum, ülke çöker, çöktü.
Önceleri böyle değildi. İster liberal olarak adlandırın, ister “yetmez ama evet”çi. AK Parti ile bir şeyler yapabilen birileri vardı işte.
Bugün AK Partili bir belediye başkanı, meslek adamlarına çok iyi bir plan hazırlatsa, bu plana uyulması için gerekli düzenlemeleri yapsa, belediyeyi tam şeffaf hale getirse, bir sosyal demokrat gibi kendi otomobilini kullansa, yemek sırasına girse, Ford Taunus’a da binse kaç yazar. Bir adım ötesine geçelim ağzıyla kuş tutsa işe yaramaz
Bunun hem pratik nedenleri var hem de AK Parti ile özdeşleşen Cumhurbaşkanı’nın ülkenin her köşesindeki projelere merkezden müdahalesinin AK Parti’nin mekânsal konularla ilişkisinde yarattığı itibar kaybı var. AK Partili birisi için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Denizli Belediyesi binasının nasıl ve nerede ve de hangi stilde yapılmasını söylemesi çok karizmatik olabilir. Ama pek çok mimara göre bu kabul edilemez bir durum.
Aynı belediye başkanları gibi AK Partili bir Bakan ya da Genel Müdür, Daire Başkanı da ağzı ile kuş tutsa olmaz. Çünkü AK Partili. Belki de bu konumlandırma AK Parti muhaliflerince bilerek yapılmış, Erdoğan’la birlikte AK Parti de şeytanlaştırılmıştır. Ama “hırsızın hiç mi suçu yok be kardeşim” diye bir söz var Türkçe’de. Şeytanlaştırma işin o kadar küçük bir yanıdır ki, şimdi bıraksanız buraya yine bildiğim yüzlerce durum yazabilirim.
Bu toplumsal ruh hali içinde elbette AK Parti’nin yaptığı çalıştaylara katılanlar, AK Partili belediyelere iş yapanlar, kitapların yayın kurullarında olanlar var. Hep vardı ama iş yaparken hiçbir zaman bu seviyede bir tedirginlik, utanma, gizlenme isteği yoktu.
Seçim ne sonuç doğuracak göreceğiz. Sandıktan AK Parti’nin çıkması durumunda hiçbir şey çözülmeyecek. Bugün erken seçime gittiğimiz gibi yine zaman, can, para kaybedeceğiz. Bu o kadar açık ki. AKP dışında nasıl bir iktidar çıkar, kimler yönetime talip olabilir bilmiyorum, gerçekten bir öngörüm yok.
İktidar kime teslim edilirse edilsin, meslek insanları olarak mimarlığın ve kentlerin toparlanması için çok çalışmak gerekecek. Yazının ilk kısmını bu tespitlerle bitiriyorum…
***
17 Aralık Sonrası Kendime Notlar başlıklı yazımda kendi oturduğum koltuktan, bir mimar olarak devletin mekânsal meselelerdeki durumunu özetlemeye çalışmıştım. O yazıda zurnanın zırt dediği yer olarak imar planı yapma yetkisini söylemiştim. Hala da çok önemli ama yazıyı yeniden gözden geçirince çok daha önemli bir konunun altını kalınca çizmeyi atladığımı görüyorum: Kalkınma Bakanlığı (eski DPT) ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ilişkisi. Esasında, ülkenin mekânsal planlama kararlarına paralel, belki ondan da öncelikli olarak alınacak stratejik kararlardan bahsediyorum.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı henüz sadece Erdoğan’a çok yakın, ta Erdoğan’ın İBB’de başkanlık yaptığı dönemden kendi ekibinden olan Erdoğan Bayraktar ve İdris Güllüce’nin bakanlık yaptığı çok yeni bir kurum. Yeni ama 7 Haziran seçimleri sonrasında yapılan koalisyon görüşmelerinde Çevre Bakanlığı ve Şehircilik Bakanlığı olarak ikiye ayrılmasının gündemde olduğunu biliyoruz.
Benzer şekilde turizm ve kültürle ilgili bakanlıkların birleştirilmesiyle kurulan Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın da ayrılmasının gündeme geldiğini biliyoruz.
Türkiye’de yürürlükte olan mevzuata göre belediyeler İçişleri Bakanlığı’nın Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü’ne bağlılar. Bu genel müdürlüğün de Şehircilik Bakanlığı’na bağlanmasının söz konusu olduğu da bir diğer duyum.
Üst kurumlarımızla bu kadar sık oynayınca kurumsallaşılamıyor. Bunun sonucu yine yaşadığımız niteliksiz kentler, mekânlar…
TOKİ gibi yetki ve kaynağa sahip bir kurum, AK Parti’nin elinde bir canavara dönüştü. Kanımca bu yetkilerle CHP ya da diğer partilerin elinde olsa yine de bir çeşit canavar olurdu. Özellikle yereli baypas eden imar planı yapma yetkisinin bir an önce elinden alınması gerekiyor.
TOKİ’ye benzer imar yetkileri olan bir diğer kurum Özelleştirme İdaresi Başkanlığı. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın imarla ilgili yetkilerinin de kendi başına kullanmasının engellemesi hızlıca yapılması gereken bir düzenleme. Özelleştirmeler ile ilgili kamunun, kamu yararı için hızla adım atması gereken önemli bir konu daha var: Kamunun yapacağı özelleştirmelerde (elde özelleştirilecek bir şey kaldı ise) bir arsayı kaba imar tanımı ile satması bugün yaşadığımız pek çok sorunun kaynağı. Zorlu, Four Winds (Selamiçeşme Meteoroloji arsası) ya da Ali Sami Yen satışlarında, önce proje hazırlansa (Böylece konular kamuoyu gündemine daha etkin gireceklerdi aslında) ve özelleştirme bunun üzerinden yapılsaydı bugün yaşadığımız sorunların çok azını yaşayacaktık. Gayrimenkul geliştirici yerine kamu yararı kazanacaktı.
Elbette TOKİ, ÇŞB, ÖİB çok kötü de belediyeler sütten çıkmış ak kaşık değil. Parti fark etmeksizin belediyelerin de ip cambazı olabileceklerini, rant için akla gelmedik oyunlar oynanabileceğini biliyoruz. Bu soruna karşı bir reçetem yok fakat imar yapma yetkisinin belediyelerde olması ama merkezi bir kurumun ülke çapındaki eşgüdüm için bir onay mekanizması olarak kullanılması sanırım düşünmeye başlamak için iyi bir nokta.
Emsal kavramını tümüyle yeniden ele almamız gerek. Af müessesesi bir daha geri gelmeyecek şekilde hayatımızdan çıkmalı. İmar kanunu bu temel kararları da dikkate alacak şekilde yeniden yazılmalı.
Şeffaflık Bir Müessese Haline Gelse Keşke
Bilgi isteme kanunu çıktığında ne kadar heyecanlanmıştık, meğer ne boşmuş. Kamu kurumlarından istenen bilgi isteme yazılarına gelen yanıtlar hep aynı. Sadece kamu mu? Mimarlar Odası ile yaşadığım deneyimlerden biliyorum, sivil toplumumuz da benzer hareket ediyor. Bilgi isteme kanunundan istediğimiz bilgiler her zaman “kuruma özel iç bilgi”. Şeffaflık kolay değil yani bu toplum için ama kuşkusuz tam bir zaruret.
AK Parti döneminde mimarın ve mimarlığın itibarı yavaşça azaltıldı. Gezi sonrası, Taksim Dayanışması’nın en önemli bileşeni olan Mimarlar Odası’na saldırılar en üst düzeye çıktı. Geçtiğimiz haftalarda Sabah, Akit ve Yeni Şafak gazetelerinin Mimarlar Odası’na saldırılarıyla ise olay iyice değişik bir boyut kazandı. O gazeteleri okuyan, inanan bir gruba göre mimar, mimarlık ve Mimarlar Odası yerlerde sürünüyor.
Öte yandan Mimarlar Odası’nı (İstanbul şubesi) yöneten ÇDTM denen yapı ise Erdoğan’a sabah akşam dua etmeli. Onları oradan hiç kimse sökemez artık. Meslekle ilgili herhangi bir çalışma yapmalarına gerek yok, kentlerle ilgili pek çok dava açıyorlar, engelliyorlar ama buna da gerek yok, saf AK Parti düşmanlığı başarılı sayılmalarına, olmalarına yeter. AK Parti tarafından en haince eleştirildikleri günde “bir de ben vurayım garibe” değil, bu. Bugün en güçlü günlerini yaşıyorlar, büyük olasılıkla benden başka hiç kimsenin (Elbette AK Parti ile çıkar işbirliği içinde olan grupları dışarıda tutarak yazıyorum.) Oda’ya karşı yazmaya cesaret edemeyeceği satırlar bunlar.
Mimarlar Odası’nın yalan, dolan ve iftira ile yıpratılması demek aynı zamanda mimarların, mimarlığın; mimar algısının ve mimarlık mesleğinin toplum gözündeki yerinin; kentleşme niteliğinin, nitelikli mimarlığın yıpratılması demek. Bunu görmemek için de kör olmak lazım. Dolayısıyla Sabah, Akit, Yeni Şafak gibi gazetelerin yalan ve iftira dolu haberlerine karşı en sert şekilde tepki vermek gerek. Yiğit Bulut gibi gazetecilere karşı da elbette! Bunu yaparak Mimarlar Odası’nı değil mimarlığı savunuyoruz çünkü.
Bir de “yöneticiler nasılsa değişir, Oda bizim Odamız, Oda’ya sahip çıkmalıyız” diyen bir zihniyet var. Bu mimarlar arasında çoğunluğu oluşturuyor. Ben o gruba girmiyorum, mücadelesini verdiğim konuların çoğunda Oda ile paralel hareket edemedik. Sorunun kaynağı Oda yöneticilerinden çok Oda’nın yapısı bana göre. Ne olmalı sorusuna verilecek en kısa cevap bile ise bu yazıyı dağıtacak kadar geniş…
Mimarlık mesleğinin itibarının yıpratılmasında Erdoğan Bayraktar’ı bir kez daha anmadan geçemeyeceğim. En büyük zararı kuşkusuz o verdi.
Mimarlığın İtibarı yok oldu ve meslek yeniden yüceltilmeli. Bu kadar basit. (Yapılması gerekenlerle ilgili söylenebilecekler bu satırlarda yazılandan çok daha fazla.)
Mimarın itibarı ile topluma karşı olan sorumluluğu birbirleri ile ayrılmaz bir bütün. Mimarlık elbette aynı zamanda bir iş; mimar çok iyi bir işadamı da olmak zorunda ama etik değerlerine de koşulsuz bağlı olmalı. Bu konuda kuruluşu aşamasında neredeyse her şeyini etiğe bağlayan İSMD’yi eleştirmeden de geçmek istemiyorum. Derneğe üye olmak için “seçilmiş” olmak dışında etik meseleleri gündemine almamasını nasıl değerlendirmem gerektiğini de bilmiyorum. Birbirinin arkasından her sözü söyleyen ama yüzüne gülen bir meslek ortamında olmasaydık keşke.
Keşke, kamunun açtığı ama katılmanın, jüri olmanın sert karşı çıkışlar gerektirdiği yarışmalarda “seçilmiş”lerden oluşan derneğimiz müdahale edebilseydi. Keşke ücretsiz yarışmalara, olması gerektiğinde defalarca ucuza iş yapmaya bu seçilmişler derneği müdahale edebilseydi. Edebilseydi de mimarlık alanını ona bağlı olarak nitelikli tasarımı, yapılaşmayı bir nebze olsun koruyabilseydi. Etik kelimesini gediğine tam oturturduk o zaman.
İş adamı olmak yeterli değil. Mimar olarak aynı zamanda topluma karşı da sorumluyuz. Son 10 yılda paldır küldür bir yerlere doğru giden mesleğin son 2-3 yılda yaşananlarla dibe vurduğunu hissediyorum artık. Ve en dipten yukarıya bakınca bir ışık görmek zorundayız; küçücük bir ışık bile olsa.
Mimarlığın itibarı yeniden konumlanırken, mimarın da toplumsal sorumluluğunu derneğiyle, odasıyla, şirketiyle ve bireysel olarak yeniden şekillendirmesi gerek. Mimarlar olarak bunu istemek zorundayız. Bunun için organize olmak zorundayız. Bencil davranmak ancak bir iki, bilemedin 10-20 şirketi suyun üzerinde tutabilir. Toplumsal sorumluluğumuzu da unutmadan organize olarak ise tüm mesleği, böylece kentlerimizi yeniden toparlayabiliriz.
“Zemin 4 dört yeter” “Yatay şehirleşme” “1 milyonluk kent” gibi sözlerden kaçınabiliriz. Zemin + dört ya da tek katlı felaketler yaratmak mümkün olduğu gibi, yükselmek zorunda olunan yerler de olabilir; İstanbul’da Maslak’ta olduğu gibi.
Kimlikli ya da kimliksiz her işin başı planlama. Katılımcı, nitelikli ve şeffaf…
Minibüs, dolmuş ve otobüs (elbette kullanılması gerekir ama önce ray) toplu taşıma değil. Hedef olarak raylı sistemlerin (tren, metro, tramvay) temel ulaşım çözümü haline gelmesi konulmalı.
Kopenhag’da toplumun neredeyse yarısı işine, okuluna bisikletle gidiyor. Bizde bisiklet adeta bir dekorasyon unsuru; hem belediyeler hem kullananlar açısından.
Engellilerin sokaklara çıkabilmesini sağlamalıyız. Öte yandan engelsizlerin geniş ve rahat kaldırımlarda yürüyebilmesi o kadar temel bir konu ki. Daha bunu çözmedik biliyorum.
Almanların trenle 3 saatte gittikleri yolu biz uçakla 4,5 saatte gidiyoruz.
Kent merkezlerinden hareket edecek hızlı trenlerin ülkenin her yanını sarması gerek. Demir ağlarla ören kim olursa olsun başımızın üstünde yeri var. Marmaray’a su basacak, YHT’ye (Yüksek Hızlı Tren) raydan çıkacak diye binmiyoruz. Çok garip.
Gerekirse kente 1 saat trenle ulaşılabilecek mesafede oturabilmek ama köy yaşamı çok mu zor acaba?
Evimizin yakınında park olsun. İstisnasız herkesin isteyeceği bu basit talep karşılanamıyor. Karşılanamadığı gibi bu basitlik unutuldu bile, kimsenin bu temel ihtiyacı dillendirdiği yok. Gri şehirlere razı oldu toplum. Tam bir “looser”lık hali daha.
Çevreyi korumak zorundayız. Yoksa elimizde yaşayacak bir gezegen olmayacak. Yeşili bir pazarlama aracı olarak görmekten vazgeçip asıl konuya odaklanmanın zamanı geldi de geçiyor.
Binalar için yeşil sertifikasyon sağlayan LEED, BREEAM, DGNB (İngiliz, Amerikan, Alman) gibi sistemlere sadece pazarlama amacıyla dünyanın parası aktarıldı, aktarılıyor. Yıllardır devam eden yerli sertifikada ise halen ses yok.
İBB’nin yeşil otobüs diye kente saldığı cihazlar komedi. Havayolu ulaşımı hem uçaklar ile yer araç ve binalarının kullandığı enerji hem de atıkları (yemek, kâğıt, plastik vb.) nedeniyle yeşille en uzak kavram. Tam otobüsten kurtulduk derken tüm sistemimizi bu defa da havayolu ulaşımı üzerine kurduk. Bir de her yere yeşil havalimanı etiketleri yapıştırdık.
Vatandaşlığı yönetebilmeliyiz. Elini kolunu sallayanı vatandaş kabul ediyoruz. Aklımız çok karışık. Kimisi sırf Türk olduğu için kimisi ümmetten olduğu için vatandaş olarak kabul görüyor. Nüfus artışını teşvik ise direkt olarak devletin en üst kişisi olan Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yapılıyor. Oysa bu topraklarda zaten çok acılı, sefalet içinde yaşayan insan var. Ne dışarıdan yeni vatandaşlara ne de nüfus artışına ihtiyacımız yok. Nitelikli ve ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetlerine ihtiyaç var mesela. Vatandaşlarına daha bu en temel ihtiyaç konusunda cevap veremeyen bir devletin doğurun demesi, yurtdışından gelenleri vatandaş yapma isteği de absürt.
Nüfus arttıkça şehirlerimizi planlayamıyoruz çünkü.
Her kente, projeye karışan; helikopterden köprü yeri belli eden; opera binasının neoklasik olması gerektiği konusunda televizyondan nasihat veren bir Erdoğan devri yaşadık. Peki, bundan sonra başka Erdoğanlar olmaması için ne yaptık? Tabii ki bu tek başına mimarlık alanının sorunu değil ama bu konuya da kafa yormak, şu soruya cevap aramak zorundayız: Mimarlık alanını nasıl özerkleştirebiliriz?
Pek çok kavram gibi bu kavramı da yıprattık. Belki de bu kavram, biz daha yıpratmadan önce yanlıştı. Bugün Türkiye’nin dört bir yanı sanki depremden çıkmışçasına bina yıkıntılarıyla dolu. Evet, eski yapılı çevrelerimiz gerçekten bizlere nitelikli bir yaşamı sunabilecek mekânsal niteliklerde değildi; her ölçekte sorun büyüktü. Bugün yenileme yaparak ise bir adım ileri gitmiyoruz. Belki bina inşaat kalitesini ve iç mekânlarda niteliği iyileştiriyoruz ama altyapıyı planlamadan yaptığımız yatırımlarla kentleri yaşanamaz hale sokuyoruz. Kentsel dönüşüme girişmeden önce toplum ve şehirleşme ve tasarımla ilgili paydaşların hazır olması gerekiyordu.
Belki İstanbul biraz sıkıştı da hareket edemiyor şehir dışına doğru ama bunun dışında hemen her kentte, yerleşmede şehir dışında kendimize bir cennet kurma hayali var.
Yok, öyle bir şey. Nitelikli bina ve kent üretemedikten sonra boş alanda da üretilemiyor. Bunu görmeliyiz. Kentlerimizin merkezlerine yatırım yapmalıyız. Dünyanın, ülkemizin ve kentlerimizin zaten yapılaşmış alanları dışında kalan yeni alanlarına elimizden geldiğince dokunmamalıyız. Merkez Türkiye gibi garip projeler üretmemeliyiz. Yeni kentler kuracağız söylemlerini bir kenara bırakmalıyız.
Çoğaltmak mümkün. Türkiye’de yürütülen en büyük sosyal çalışmalardan birisi kapalı mekânlarda sigara içilmesinin önüne geçmek için yürütüldü. Bu kampanya başarılı da oldu. Daha 10 yıl önce çok daha sevimsiz, dumanlı, pis kamusal ortamlarımız vardı… Bu başarının arkasında büyük bir iletişim kampanyası ve buna eşlik eden reklamlar da var.
Türkiye’de kentlerle ilgili hiçbir konuda doğru düzgün bir iletişim kampanyası yürütülmedi. (Tarım Bakanlığı’nın tarım alanlarına inşaat yapmayın kampanyasını saymayalım, o da çok garip ve mantığı yanlış bir kampanya bence.)
Mimarın ve mimarlığın itibarı, planlamanın önemi, bisiklet yolları vesaire hep birer reklam kampanyası konusu aslında…
Herkes gibi benim de aklım karışık ama sanırım öncelikli olarak kamusal gücü nitelikli mekânlar, şehirler elde etmek için kamu yararına kullanmaya başlamamız gerek.
3 yorum
Yazınız çoğu önemli gerçeği gözler önüne seriyor. Katıldığım noktalar çok fazla.
140 karakter hakkında çok bir şey yazmammışsız Sayın Yılmaz. Bu arada Mimarlar Odası’nı sert belki de aforoz edilme tehdidine rağmen daha sert şekilde eleştirdiğim de olmuştur. Biz de sizdeniz yani. “Tek ben cesaret ederim” değil yani :-)))
Başlıkların her biri çok zihin açıcı tartışmalara evrilebilir. Kaleminize/klavyenize sağlık. Öğrenciliğinin son 2-3 ayını yaşamakta olan biri olarak özellikle “Mimarlar Odası” mevzusu benim için gayet ilgi çekici. Yakında oda ile “resmen” tanışacağız ne de olsa. Bu arada yazı başlıkları arasında “mimarlık eğitimi” de olsaydı keşke. Özellikle mesleğin itibarını tartışacaksak eğitim konusunu konuşmadan tartışma eksik kalır gibime geliyor.
Sayın Köksal,
140 Karakteri Emre Arolat’a Twitter’dan direkt olarak bildirdim. Buradan da çağrıda bulunuyorum. 😉
Mimarlar Odası ile ilgili elbette pek çok kişi eleştiri geliştiriyor; sosyal medyada bunları dillendiriyor, dillendiriyoruz. Lakin bunu bir yazıda (yine AKP’lilerce yapılanları saymıyorum.) görmedim hiç. (Tekrar not: Konu Oda’ya kilitlenmesin. Yazının gündemine aldığı Oda ya da örgütlenme değil mimarlığın itibarı.)
Sayın Karadeniz & Abdi Güzer,
Bunları derli toplu bir defada yazmak lazım. Ayrı ayrı zaten yazıyoruz. Eğitim konusundaki uyarınız mesela çok doğru, onu buraya ayrı bir not olarak gireceğim.
Sayın Güzer deme nedenim Twitter’da Emre Arolat’ın 140 karakterine yazdığım yoruma verdiği yanıtlar. Orada cevapladım ama asıl mecrası burası, açarak bir daha yazayım. Elbette her konuya kısa kısa değiniyor. Herhangi birisini derinleştirdiğimi iddia etmek hata olur. Ama zaten bu yazının öyle bir amacı yok. Tam da Emre Arolat’a 140 karakter yerine 6 sayfalık bir yazı yazdım, senin de bu konulardaki yorumlarını alalım bakalım demişken gelen şu tivit:
“her sorunu birarada ele alıp, her konuya kısacık değinince bu da 140 karakter tarzı olmuş sanki:)”
tiviti açıkçası beni çok tedirgin etti. Buradan sana ve Emre’ye beraberce sormak istiyorum: Bu yazıyı yazmak ODTÜ’nün en parlak zihinlerinde birisi olan Abdi Güzer’e (ben öyle düşünüyorum) ya da Türkiye’nin en çalışkan, aykırı, hırslı, gustosu yerinde ve ekonomik refaha ermiş mimarlarından olan Emre Arolat’a mı yoksa bana mı düşmeli. Bugüne kadar bu veya benzeri değerlendirmeleri neden yapmadınız?
Bu yazı suya sabuna dokunmuyor olabilir. Siz suyun yakınından bile neden geçmediniz? Hiç kızmadan, içtenlikle soruyorum.