Arkitera.com'da bir ayı aşkın süredir Son İstasyon etiketiyle dünya üzerinden istasyon örneklerini paylaşıyoruz.
Yüksek hızlı trenlerin, metroların kısacası demiryolu faaliyetlerinin gündemimizi sıkça meşgul ettiği bu dönemde, hem güncel meseleleri doğru tahlil edebilmek hem de yapılan diğer örneklerle karşılaştırabilmek oldukça elzem. Bu amaçla giriştiğimiz proje dosyası “Son İstasyon” ise, artık feyz almak ve doğru ile yanlışı ayırdedebilmek için son istasyonda olduğumuzu hatırlatmak içindi.
Yayınladığımız proje dosyasının, küçük ölçekli bir otobüs durağından, yapılmış hızlı tren istasyonlarına ya da yarışma projelerine kadar çeşitlilik barındırmasına özen gösterdik. Zaha Hadid Architects’in 3 farklı ülkede uyguladığı istasyon projelerinde bulunduğu bölgeye verdiği referanslar dikkat çekerken, NL Architects’in Hollanda’da yer alan otobüs durağı projesi normalde tahmin edilen sürenin 3 katı daha uzun olan bekleme süresinin nasıl geçirileceğine odaklanmıştı. Bir yarışma projesi olan Køge North Station ise Danimarka’da bir yaya köprüsü oluşturmayı hedeflemişti kendisine.
Kral Abdullah Finans Bölgesi Metro İstasyonu, Zaha Hadid Architects
Barnevel Noord, NL Architects
Yayınlanan projeler arasından en çok ilgiyi ise John McAslan+Partners’ın King’s Cross Station projesi gördü. Artık kullanılmayan ikincil binaların yeiden kullanıma kazandırılması, 1852’de Cubitt’in tasarladığı eski istasyon binasının restorasyonu ve onunla diyalog içerisinde bulunan yeni bir salonun eklemlenmesi gibi 3 farklı alanda çalışmalarını bitiren John McAslan+Partners projesi eskiyle yeniyi biraraya getirmesi ile dünya çapında çok beğenilmişti.
King’s Cross Station, John McAslan+Partners
Tabii, “eskiyle yeniyi bir araya getirmek” aslında basitçe “beğenildi” kelimesiyle ifade edilemeyecek kadar derin bir tartışma konusu. Hepimizin yakından, uzaktan takip ettiği “restorasyon uzmanlığı” Avrupa’dan Asya’ya, okuldan okula, makaleden makaleye değişen yaklaşımları kabul olarak sayıyor. Bazı okullarda, tarihi yapıyı özgün haliyle muhafaza etmek doğru iken, dokunmak ya da dokunmamak da yine seçimlere kalmış denebilir. Tabii, restorasyona konu edilen tarihi yapıların büyük bir kısmının kamu binaları olduğunu hatırlarsak, ekollerin tutumlarından öte devletlerin bu konuya yaklaşımları daha çok ön plana çıkıyor.
Buradan varmak istediğim konu tabii ki, istasyon projesi denince akla gelen Haydarpa Garı’nın bilinmez geleceği…
Bildiğimiz yegane şey, İstanbul’da Yüksek Hızlı Tren’in ne yazık ki Kadıköy’e kadar gelemeyeceği ve bu nedenle Haydarpaşa Garı’nın hernagi başka bir fonksiyonlu yapıya dönüştürülmek istenmesi.
Haydarpaşa Garı, Örtü
Kadıköy Belediyesi’ne onaylatılmak istenilen küçük ölçekli projede, banliyö hatlarının kalacağı bilgisine sahibiz – dolayısıyla yolcu salonu ve satış gişesi kısaca zemin kat aynı fonksiyonuyla devam edecek – ve bir de; salon kısmına eklemlenmeye çalışan bir örtünün varlığından haberdarız bittabi. Ama bu örtünün güzelliği, çirkinliği, yapıyla nasıl bütünleştiği gibi konular sorgu sualin ötesinde bir anda 5.000 ölçekli planın en belirgin detayı olunca, kimse ilgilenmek istemiyor, hatta konu bile edinmiyor kendine.
Kısacası, biz yapı özelinde konuşmadan, kent üzerinde konuşmaya devam ediyoruz.
Haypardaşa Port’u konuşuyoruz, Haydarpaşa’nın arkasında kalan o büyük alanının dönüşümünü konuşuyoruz. Hatta “zemin kat iyi hoş da gerisi ne olacak”ı konuşuyoruz. Bunların her birini teker teker ele almak, özellikle de yeninin eskiyle sadece fiziksel olarak biraraya gelebileceğine inanmak naiflik olarak kalabilir.
Kadıköy Belediyesi, “banliyö hatları iptal edilecek, Bostancı ve Kadıköy arasındaki eski istasyon binaları kullanılmayacak” kabulü üzerinden aceleyle binaları kaybetmemek adına “İstasyonlar Müze Olsun” kampanyası başlatmıştı bir ara. Bu doğru bir tartışma mıydı peki?
Bu kamusal binaların bir anda müzeye çevrilmesi; burda, orda, dünyanın her yerinde gördüğümüz dönüşümlere denk düşüyor evet ama “müze kamusal mıdır?” tartışmasını dışarda bırakmıyor. Kamusallığın her yapı tipinde farklı bir tanıma denk gelmesi, farklı oranlarda kamusallık barındırmaları muhakkak ama bu dönüşümlerde hemen “müze” kavramına sığınmak da başka bir sorunsalı akla getiriyor.
Kısacası, Haydarpaşa Garı’na takılan o örtünün ardında başka tartışmalar gizli. Karaköy’de, Rasimpaşa’da veya başka bir sürü örnekte konuştuğumuz o soylulaştırma projelerinin bölgeyi dönüştürmesiyle elimizde kalacak yapının müze mi, otel mi olacak, ya da eski cepheye takılan yeni çelikler tarihi yapıya nasıl eklemlenecek soruları çok ikincil oluyor ne yazık ki.
Tarihimizde, kent belleğimizde yer eden bir yapıyı, “şartlar elvermese de aynı fonksiyon ile muhafaza edelim” demekle kurtaramıyoruz gibi gözüküyor. Satranç oynadığımızı farzedip, devletin içinde başka amaçlar barındıran restorasyon yaklaşımlarına karşı bizim de akıllı, geri dönüşü olabilecek hamleler yapmamızın zamanı. Fakat ne yazık ki, yapılabileceklerin nerede sonuç vereceği hala test edilmiş ve onaylanmış değil.