Başlayan her şey birgün biter.
Bir kibrit tutuşturmasıyla sekiz on kişinin cigarasını bir kerede yakmak gibi, hayat bile çabucak söner gider.
Sayılı günün bir çırpıda geçtiği söylenir ya, siz dostlarım, buna pek aldırmayın; saymasını unutursanız günleriniz sonsuzluğa kavuşur.
Hayat bazen acıyla geçer, can yakar; biliriz!
Bütün hüner, acıyı tatlıya çevirmektedir.
Tatlıyı yer yemez sofradan kalkılması da doğru değildir, elbette; daha bunun kahvesi var, belki “Karpuz kesecektik, bu ne acele!” denmesi var…
“Kürt’ün karnı doyunca, gözü kapıda olurmuş,” yahut “Kürt yemeğini yer ayakkabısına bakar,”derlerdi bir vakitler; bilmem hâlâ söyleniyor mu?
Hayat sofrasında böyle acelesi olanlar için dile getirilirdi bu benzetme…
Öyle veya böyle, insanın hayat tecrübesi ve becerisi oturduğu sofradan zamanı gelince kalkmasını bilmekten geçiyor.
Sofra, üzerine konulan bereket az ya da çok olsa bile, her zaman davetkârdır.
Yeri gelir bir taze soğan, azıcık roka, yanında beyaz peynir ve kaba köy ekmeği dünya nimeti sayılır.
Halil İbrahim Sofrası‘na davet almak da vardır bu dünyada, Saray mutfağından nemâlanmak da…
Bizim derdimiz masaya ne konulduğunda değildir, ya nedir, sofranın gidişâtına hele bir bakmaktır.
Masaya konulan şeyler, davet edilenin açlığına göre iştah uyandırıcı olur.
Sofra, oldum olası, insanların buluşma yeridir, lakin biz ilk ocak ne zaman yandı diye kestiremediğimiz gibi, o esatir zamanların ocağı ateşinde pişirilip mağarada ortaya konan yemek türlerini de bilemiyoruz; hatta ilk sofra ne zaman kuruldu, bakın bunu da bilmiyoruz.
Demek ki insanlığın ilk buluşma yerlerinden habersiziz.
Elimizde, sanki 12 Havariler ve İsa’nın Son Yemeği tablosundan başkası yok…
Fakat sofranın eskisi var!
İnsanın birbirini yediği yamyamlık dönemlerini bir yana bırakınız, en azından çiğ et yemekten ateş sayesinde vaz geçtiği günden beri sofra kuruluyor olmalıdır. Zira pişirilen şey ikram edilir, paylaşılır.
Bir şey sunulmuşsa, orada mutlaka sunulandan istifade edeni vardır.
Sofra kurulduğundan beri, generis humani lessus– insan ırkının şikâyetleri, sonlanmayı bir yana bırakın, hatta artış göstermiştir.
“Ekmek aslanın ağzında!” deyişine varana kadar sofraya dair denilmedik lakırdı bırakılmaz.
Sofraya, masaya ait söylenen en iyi lakırdı bize göre, bir şiirde geçer…
Nedir o, Edip Cansever tarafından dile getirilmiş “Masa da masaymış ha” başlıklı şiirdir…
Şöyle der Cansever:
Adamın biri yaşama sevinci içinde masaya anahtarlarını koyar, üzerinde bakır kâse vardır çiçekleri koyar, sütünü yumurtasını, pencereden gelen ışığı, bisiklet ve çıkrık sesini de unutmaz koyar, ekmeğin ve havanın yumuşaklığını da koyuverir, aklında olup bitenleri de koyar, kimi seviyor kimi sevmiyorsa onları da ihmal etmez koyar, üç kere üç dokuz ederdi ve dokuzu da sofraya iliştiriverir, bir bira içmek istemiştir kaç zamandır canı, işte masaya biranın dökülüşünü koyar, uykusunu ve uykusuzluğunu da unutmaz ilave eder, tokluğunu da açlığını da…
Masa da masaymış hani, bana mısın demez bunca yüke…
Sofra dediğin işte böyle olmalı, sofraya oturanlar masada daima konulacak yer ve ardı arkası kesilmeyen bir bereket yağmuru gibi her şeylerini sakınmadan, saklamadan ortaya çıkarmalıdır.
Sofraya konulacak şeyler sonlanır, biter zannetmeyiniz; hayat biter, sofra bitmez.
Oraya taşıyacağınız her şeyin sadece aranması gerekir; hepsi bu!
Arayan bulur!
Gerçi muzırlık ve sakil şeyler bizim peşimizi kolay beri bırakmaz, bir tür Murphy Kanunu gibi aranan ve lüzumlu şey en son bulunur, nedense o kendisini hep saklar, saklambaç oynamayı sever ve bulunmayı bekler.
Bu lafımıza inanmadınızsa, lütfen gidiniz, buzdolabında mesela peynir koyduğunuz kapaklıyı arayınız. Elinize tereyağı, sarımsak torbası, akşamdan kalma yarısı bitmiş rakı şişesi, mayonez ve kaşar peyniriyle, zeytin geçecek, iki gündür sürünen makarna artığının tencere yapışığı parmaklarınıza bulaşacak, fakat aradığınız şey en son kendini ele verecektir; sabır ister bu iş, kızmayınız.
Mesele şu ki, buzdolabında her şeyi yerli yerine koymamış olduğunuzu düşünür, kendinize kızabilirsiniz; fakat herkesin buzdolabı ve sofra yerleştirme biçimi de birbirine aynı olmaz.
Aynı olsaydı herkesin adı aynı olurdu. Mesela herkesin adı Mahmut olurdu, olmayıversin!
Âşık Veysel‘in dediğiyle kulaklarımızı çınlatıp hatırlarız ki, işte o vakit, “Koyun kurt ile gezer, kim okur kim yazardı, bu düğümü kim çözerdi, eğer fikir başka başka olmasaydı…”
İşte fikirlerin başkalığı hem sofrayı kurar, hem de zamanı gelince dağıtıverir.
Dağılacağını anladığınızda, sofradan edebiyle, terbiyesiyle kalkmayı bilmek adam gibi adama yakışan en güzel insanlık hâlidir.
Cumhuriyet gazetesinde çalıştığım yıllardan bana kalmış en eski arkadaşlarımdan birisi, haydi adını değiştirelim de mesela Sander diyelim, Sander’dir.
Sander’in inişli çıkışlı birkaç evliliği, bir çok ilişkisi olmuş, sonunda bir Laz kızı bulup kendisini rahat minderine atmış, emeklilik zamanlarında bakımını deruhte eden bir kadını olmuştur; bu başka bir hikâyedir.
Benim buraya, bu yazı sofrasına ilave edip koyacağım şey ise, Sander’in yıllar evvel, sanıyorum ikinci evliliği de bozulduktan sonra bir üçüncüsünü yapmak üzere İstanbul’un o vakitler tanınmış bir reklam ajansında metin yazarı olan, haydi onun da adını değiştirelim ve mesela, mesela, mesela, Esra diyelim ki kimse alınıp gücenmesin, işte Esra’yla evlilik öncesi-prenuptial bir ortak ev yaşamına dair hatıradır.
Esra’nın hâli vakti yerindeydi, ne de olsa reklamcılık dünyasında hatırı sayılır para kazanıyor, İstanbul’da Cihangir’in meşhur olmaya başladığı 1980 sonlarında tuttuğu dairesinde azıcık bohem, biraz entelektüel, hatta snop yaşamı sürdürüyordu. Esra’yla çıkmaya başlayan Sander ciddiydi, evlenmeye hazırdı; Esra da öyle…
Aralarındaki aşkı her yerde el ele, kol kola sergiliyorlar ve biz Sander’in dostları da azıcık gıptayla alkışlıyor, hatta arkadaşımızın bulduğu bu fedakâr, samimi, iyi kalpli, yeri gelince ev hanımı olan yeri geldi mi çakırpençe bir feminist kesilen Esra’yı yere göğe koyamıyorduk.
Bir kadına âşık olmak, az biraz cesaret ister. Sander’de bu cesaretin, demek, fazlası vardı.
Esra, bir süre sonra, diyelim ki İstanbul’un Moda semtinde oturmakta olan sevgilisi Sander’i kendi evine tümüyle çağırdı.
Nasılsa yakında evleneceklerdi, şimdiden eve yerleşmesinde ne mahzur bulunuyordu? Hiç!
Üstelik birbirlerine daha çok kaynaşacaklar, ayrıca lüzumsuz zaman kaybı ve masraftan kurtulacaklardı; bu devirde iktisat yapmalı, akıllıca…
Kadınlar zaten akıllıdır!
Esra’yla Sander’in aşk yuvalarına birkaç kez davet edildim; Sander’e turnayı gözünden vurduğunu söyleyerek evlerinden gece yarılarına doğru ayrılıyordum; benim de bekârlık zamanlarımdı…
Birgün, ne olduysa, uzun bir süre görüşemez olduğum Sander’den beklenmedik bir haber çıktı. Sander tekrar Moda taraflarında başını sokacağı, nohut oda bakla sofa bir ev arıyordu.
Sander evini bulup tekrar gerisin geri Kadıköyü’ne taşındıktan sonra bir süre onu başkaları gibi rahatsız etmeden kendi başına, yalnız bıraktım; oysa can ciğer arkadaştık. Bırakayım da o açılsın, istemiş olmalıyım.
“Meyhane mukassî görünün taşradan amma onda bir başka lezzet vardır,” diyen şair Nedim gibi biz de birgün kendimizi bir meyhanenin letafetine atıverdik; çabuk tarafından hikâyesini aktardı orada…
Esra evde her şeyin Sander’in zevkine göre ortak kararlarıyla yeniden düzenlenmesine kalkıştığında, yeni âşığımız Sander’in keyfi yerindeydi.
Fakat birgün, Sander’in yüzünü yıkadığı zeytinyağlı-kükürtlü Ülfet marka sabunun lavabo kenarında duracağı yer sorun oluvermişti. Sander sabununu, bir porselen kap içinde musluğun yanına bırakıyor, akşama eve geldiğinde sabunu lavabonun altındaki dolapta, bir başka plastik kova içinde buluyordu. Bazen bir bulmaca gibi arıyor, başka yerlerde buluyor, bunun için banyonun tamamını elden geçirmesi gerekiyordu…
Bazı bazı Esra’ya soruyor, sarışın güzeli olan çıtı pıtı kadın omuz silkip “Hııı? Bilmem ki görmedim…” diye üstelik yalan söylüyordu.
Oysa kovaya konulan sabunun faili Esra’ydı…
İşin tuhafı şu ki, aralarında, Hollywood filmi olup bir vakitler meşhur, şimdi de klasikler arasına girmiş bulunan Güllerin Savaşı adlı filme benzer bir çekişme çıkmıştı.
Sander, zeytinyağlı pireneli kükürtlü, azıcık hahamotu gibi kokan sabununun musluk seviyesinde kendisini akşamları beklemesini istiyor, ötekisi hergün onun ardından alıp kovaya fırlatıyordu; garip bir insan davranışı…
İnsan zaten gariptir; bunun da garipsenecek tarafı yok!
Sonunda, birgün, Sander akşam yemeğini yedikleri sofradan kalkmak zamanı geldiğini anlayıp Esra’ya şöyle dedi; tam da bizlerin nikâh davetiyesi beklediğimiz günlerdi…
“Esra, birbirimizi seviyor olmamız, her şeyi güllük gülistânlık etmiyor…
Neredeyse bir seneye yakın zamandan beri aynı evi paylaşıyor, bir tür karı koca hayatı yaşıyoruz. Fakat gördüm ki hayatımızda bir sabuna dahi bu koca evde yer bulamıyorsak, bundan sonra başka şeylerin de sıraya gireceğini tahmin ederim.
Bu nedenle sofradan kalkıp gitmeye karar verdim, eşyalarımı yarın gelir alırım, bir kahveni içmeden de gitmeyeceğim, ne de olsa bir kahvenin kırk yıl hatırı varmış, hatırını asla unutmadan ve hâtıranı da yanımda taşıyarak veda ediyorum…”
Sander’e “Yahu, delirdin mi be birader? Böyle güzel bir kadın, üstelik birkaç dil bilen, eğitimli, görgülü, efendiden bir hanım bırakılır mı?”diye sorasım tuttu, iyi ki de sormuşum, hayatımın en önemli dersini aldım.
“Bırakılır!” dedi Sander, çoktan beri hazırlanmışa benzeyen derli toplu bir söyleve kalkıştı, “Zira sofradan kalkılacak zaman vardır, tıpkı iyisinden çekilmiş bir uykunun ardı sıra sabah geldiğinde sıkı sıkıya kapalı perdelerin arasından ısrarla ve beceriyle içeri giren güneş huzmesinin göz kapaklarımızı aralayıp bizi uyandırdığı zamanlara benzer…”
“Ulen, görmeyeli filozof da kesildin başımıza…” dedim, birer kadeh daha devirdik bu lakırdılar üzerine, hatta geride kalmış yarım aşka, uzun gibi görünen hayata…
Sofradan kalkılacak zamanı kestirmenin dersini o gün almıştım; unuttuğum zamanlar da olmuyor sanmayınız, hemen bir hatırlatanı çıkıyor…
Mamafih, sofradan zengin kalkışı dedikleri tarzda âniden kalkıp gitmesi de vardır, işte onu yapmamayı öğrenmişler arasına girdim mi, diye kendimi sorgulamıyor da değilim…
Hayat, her daim Shangri-La ülkesindeki mutlu insanların yaşadığı gibi olmuyor, diyeceğim her daim baklava börek yenilmiyordu.
Kimi zaman acı patlıcan ile karşılaşmak, ama ondan da mutlu olmak gerekiyordu.
Mondo senza gente-insansız bir dünyada yaşıyamıyacağımızdan, sofradan kalkanların eninde sonunda başka sofralara oturacağı da mâlumumuzdur.
Fakat o sofra, bu sofra derken hayatın sonuna da gelinir; hayatın kendisi zaten en büyük sofradır.
O sofrada, insanların acı ve tatlı günleri olur, marifet bunlardan zevk ve bilgi, görgü edinip üstün çıkmaktadır.
“Yanmış harmanın vergisi-öşrü olmaz!” ama sofradan kalkılınca hesap ödemeyi de bilmek gerekir.
Geçip giden zaman yanmış harmanın ta kendisidir; kimse eskinin hesabını vermeye yanaşmaz.
Sofrada iştahla yenilmiş yemek sonrası dağınıklığı içinde mutlaka bir fatura gelip burnunuza dayanacaktır. İşte buna da hazır olmalıdır, hem sofrayı kuran hem de yiyip kalkan insan…
Zaten sofraya bir kuş konmuş, biri tutmuş, biri pişirmiş, biri yemiş, birisi de hani bana hani bana, demiş…
Diyeceğim şuncacık şeydir ki, başlayan her şey bir gün bitiyorsa, sofradan erken veya geç kalkılmış olmaklığın zerre kadar değeri de yoktur, nihayet dilinizde damağınızda bir tat, midenizde bir doygunluk, dişleriniz arasında bir iki rahatsız edici maydanoz eziği kalır, hepsi o!
Sofra sahibine giderayak seslenirsiniz:
“Bir kürdan rica edebilir miyim?”