Son on yıldır dünya, ekoloji konusunda birçok farklı bakış açısının varlığına tanıklık etti.
Karbon odaklı üretim süreçlerinin yok edilmesi ve enerji tüketiminin azaltılmasıyla ilgili büyük adımlar atıldı. “Sürdürülebilirlik” kavramı bu on yılda etki alanını büyük ölçüde genişletti. Bu değişim, tasarımcılar, yatırımcılar ve işverenlerin binalarla ilgili düşüncelerine yeni bir yön vermekle birlikte farklı bir algılama biçiminin de şekillenmesine neden oldu. Bu düşünce biçimi son zamanlarda Türkiye’de de kabul görmeye başladı. Sürdürülebilirlik düşüncesinin, yalnızca inşaat sektöründe değil tüm disiplinlerin fikir aşamasından üretimlerine kadarki süreçlerinde önemli bir esas olduğu fark edildi. Ancak, inşaat sürecinde mimar ve mühendislerin kararlarının dünyanın CO2 emisyonunun %50’sine sebep olduğunu düşünürsek, genel mesleki anlamda bu konuda bir harekete geçme gerekliliği mecburi bir hal almıştır. Sürdürülebilirlik kavramı, dün “hayatta kalmak” fikrini yansıtırken günümüzde bambaşka bir anlam ifade etmektedir. Sürdürülebilirlik konusundaki en resmi açıklama, Birleşmiş Milletlerin Brundtland Komisyonu tarafından, 20 Mart 1987 tarihinde şu şekilde açıklanmıştır:
“Sürdürülebilir yapılaşma, günümüzün ihtiyaçlarını karşılarken, sonraki nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılamasının önüne geçilmemesini sağlayan yapılaşmadır.”Bu bağlamda, üretim sürecimizde sürdürülebilirliği uygularken 3E olarak adlandırdığımız ve sürdürülebilir sonuçlara varmamızı sağlayan üç temel olgu üzerinden düşünmemiz gerekmektedir: etik, ekolojik ve ekonomik.
Etik değerler topluma, diğer insanlara, kültürlere, etik tüketim ve farklı yaşam şekillerine karşı ilişkimizi belirler. Bu, “Genius Loci” ya da bir “yer”in karakteristiklerine olan tepkimizdir. Bu tanıma göre tüm hareketlerimiz etik ya da diğer bir deyişle bulunduğumuz topluma, kültüre ve yere duyarlı olmalı.
Ekonomi, eşitlik, yatırımlarımız ve çevrede oluşturduğumuz yapıların geçerliliğiyle ilgilidir. “Kazan-kazan” yaklaşımıyla hareket etmez, birinin kazanması için bir başkasının kaybetmesi gerektiğine inanırsak her zaman zarar meydana gelir. Bu, kendi doğası itibariyle, hepimiz aynı kapalı sistemde yaşadığımızdan ötürü, en nihayetinde hepimizin zararına olur. Kararlarımız uzun vadede geçerli olmalı ve sonraki nesilleri destekleyecek kadar uzun ömürlü yatırımlar yapmalıyız.
Ekoloji, üzerinde bulunduğumuz dünya, bizi destekleyen organizma ve bu organizmanın bizi desteklemeye devam etmesi için yaptığımız eylemlerle ilgilidir. Dünyayla kurduğumuz simbiyotik ilişki, yaptığımız her hareketle desteklenmeli ve ileriye götürülmeli. Dolayısıyla dünyanın kaynakları, doğaya yaptıklarımızdan önemli bir şekilde etkilenir. Bu nedenle de tasarım yaparken temel amacımız olumsuz etkimizi azaltmak olmalı.
Bina tasarımındaki sürdürülebilirlik temel olarak şunlara dayanmatadır;
• Düşük CO2 emisyon hedefleri
• Düşük karbon enerji kaynaklarının uygulanması
• Alan içerisinde enerjinin toplanması ve üretilmesi
• Minimum enerji tüketimi için tasarlamak
• Klima kullanımının minimumda olmasını hedeflemek
• Minimum elektrik tüketimi için tasarlamak
• Doğal ışığı bina içerisinde maksimize etmek
• Bina içinde yaratılan sıcaklığın geri dönüşümünü sağlamak
• Geri dönüşümlü olmayan malzemelerin kullanılmaması
• Malzemelerin sürdürülebilir kaynaklardan alınması
• Sentetik malzemeler karşısında doğal malzemeler kullanmak
• İnşaat sürecinde atıklarının minimuma indirilmesi
• CFC, HCFC ve ozon aşınımına sebep olan malzemelerin kullanılmaması
• Solvent bazlı uygulama sistemleri kullanmamak
• Yapı malzemelerinin üretimi ya da atığı sonucunda meydana gelen çevresel zarara karşı duyarlı olmak
Yukarıdaki prensiplerin tümü bir proje içerinde yer almayabilir. Farklı tip ve ihtiyaçta olan tüm projeler bunlardan sadece bazılarını sağlıyor olabilir ama bu noktada önemli olan eko-duyarlı tasarım bilincinin yapı tasarım sürecinin her aşamasında yer alıyor olmasının önemini kavrayabilmektir.
Hepimiz, birer birey olarak özgünüz. Aynı şekilde her yapı ve bu yapının yapıldığı yerin de kendine ait bir kimliği ve biricikliği vardır. Yapının bulunduğu coğrafya, iklim, kültür o yapının yere aitliğini ve özgünlüğünü tanımlayıcı verilerdir. 3E prensiplerinin uygulanması yere ait olanın bulunmasında ve zamansız tasarımların elde edilmesinde önemli rol oynamaktadır. Böylece elde edilen tasarımlar uzun vadede de bu özelliklerini koruyarak varlığını sürdürebilrler.
Dolayısıyla sürdürülebilirlik bu kriterler çerçevesinde yorumlanıp, eleştirilmelidir. Bunun ötesinde yenilikçiliği ve yeni fikirlerin gelişimini desteklemek zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Bu ancak yeni fikirlerin hayata geçişini kabul ederek gerçekleşebilir. Bu hayata geçiş öncelikle “projelendirerek” başlayan bir süreçtir.
Günümüz Türkiyesi’nde tasarım ve inşaat süreçleri konvansiyonel yöntemlerle hantallaşmış bir ilişki kurmaktadır. Bu nedenle “yenilik”lerin kabul görmesi zorlu süreçlerin sonucunda koşullu kabul edilen bir noktada durmaktadır. İşverenler ise “yeni” ve oraya ait olanın keşfi yerine, daha önceden yapılmış, göreceli başarıya ulaşmış “mevcut”ların yeniden üretilmesi talebinde bulunmaktadır. Bu “yeni”nin üretilmesindeki “risk alma” durumunu reddetmektedir. Risk almadan yeni teknoloji ve yöntemlerin oluşmayacağı da bir gerçektir. İnovasyon ancak işverenin yenilikçi vizyonunun bir sonucu olabilir.
Kararlardaki riski azaltmak için özellikle mesleğin normlarının dışına çıkan, sınırlarımızı zorlayan fikirlerimizi simüle edebilen teknoloji ve bilgisayar programları kullanmalıyız. Bilgisayar analizleri çoğu zaman risksiz bir şekilde yeni bir fikrin uygulanabilir olduğunu kanıtlar. Böylece, müşteri kararlar almakta zorlanmadan ileriye doğru adımlar atma kararı alabilir. Dolayısıyla yenilikçi fikirlerin yorumlanabilmesi için bu simulasyonlar tasarım sürecinin kaçınılmaz bir parçası olmalıdır.
“Yalnız fazla ileriye gitmeyi göze alanlar ne kadar ileriye gidebileceklerini öğrenebilirler.” T. S. Eliot