Çoğunuzun yakından bildiği gibi gelişmiş ülkeler, küresel ısınmanın önüne geçmeye çalışırken özellikle yapıların inşası ve kullanımında ortaya çıkan karbon miktarının azaltılması hatta sıfıra indirilmesi konusunu tartışıyor ve bu doğrultuda adımlar atmaya çalışıyor. Bunun başlıca nedeni tabii ki yapıların işletmesi ve inşaatının %39 oranla gezegenimize zarar veren karbon üretiminde birinci sırayı alması.
Buna bağlı olarak örneğin geçen yıl Norman Foster & Partners mimarlık ofislerindeki karbon üretimini 2030’a kadar sıfırlayacağına ilişkin Dünya Yeşil Binalar Konseyi’nin (WGBC) hazırladığı Sıfır Karbon Yapılar Taahhüt Antlaşması’na imza attı ve bu konuda diğer mimari ofisler için de öncü oldu.
Karbon üretiminde ikinci sırada olan ABD’de ise Amerikan Mimarlar Enstitüsü (AIA) Başkan Trump’ın Paris Antlaşması’ndan çıkmasının önüne geçmek için mücadele ediyor ve mimarları 2050’ye kadar “Sıfır Karbon” hedefi konusunda organize etmeye çalışıyor.
Yapıların enerji kullanımının azaltılması bütün mimarlar için her zaman olması gereken bir hedef ve meslek öğretisinin gereği idi. Fakat küresel ısınmanın son yıllar iyice kritik düzeye gelmesi ve bunun şu anda Greta Thunberg ile dünya gündemine oturması yapıların özellikle sera gaz üretiminde dolaylı ve dolaysız katkısının ve çözümlerinin daha çok konuşulmasına neden oldu.
Günümüze kadar sürdürülebilir, ekolojik, “yeşil binalar ve kentler” üzerine düşünen, araştıran, buna uygun yapılar ve şehirler öneren Ken Yeang, Stefano Boeri, William McDonough gibi “eko-mimar”lar mimarlık kuramında hepimizin haberdar olduğu mevcut ekosistem ile barışık hatta onun uzantısı olarak inşa edilecek yeni ekosistemler öneren pragmatik bir mimari tasarım dilini temsil ettiler ve aslında insan için çevre dostu bir yaşam biçimini savundular.
Fakat uzun bir dönem bu çalışmaların, mimarlık hizmetini talep eden yatırımcılar, kamu yöneticileri ve hatta biz mimarlar tarafından tüm canlıların gelecekteki yaşamsal varlığını tehdit eden ekolojik bir krize elzem olarak getirilen çözüm önerileri olarak değil daha çok Le Corbusier’nin totaliter ideal kentleri gibi pragmatik ama öznel ve biraz da Archigram, Superstudio’nun çalışmaları gibi ütopik nitelikler içeren, her zaman var olan doğa-insan arası hakimiyet sorunsalına çözüm odaklı bir tasarım yaklaşımı, vejetaryen insanlarınkine benzer anlamlı ama tercihsel bir yaşama biçimi veya mimarın mesleki pratiğinde entelektüel bir pozisyon alış biçimi olarak algılandığını düşünüyorum.
Tabii ki mimarlıkta sürdürülebilirlik konusunu dert eden bu “eko-mimar”larını kurgulanan iklim distopyalarını çok ciddiye almış ve kendi kendilerine dünyayı kurtarmaya soyunmuş yürekli Don Kişot’lar olarak görmeliydik demiyorum. Veya diğer yandan bu zamana kadar sürdürülebilirlik üzerine kafa yormamış ama form, malzeme veya fonksiyon organizasyonu odaklı yenilikçi projeler üretmiş tasarım ekipleri duyarsız “küresel ısınma inkarcıları” olarak da düşünülemez. Mimarlıkta tasarım çeşitliliği, özgünlüğü, tasarımların kurgusal, estetik, yapısal anlamda sınırları zorlayan yenilikçi karakteri, mimarlığın olmazsa olmazıdır. Fakat kendi adıma sürdürülebilir tasarım yaklaşımının yakın zamanda mimarın kişisel hassasiyetine veya entelektüel bakış tercihine bağlı olmayan, mutlaka emredici yasal mevzuat ile de dayatılmasına gerek duyulmadan vücut bulacak olağan bir yaklaşıma evrileceğine inanıyorum ve buna dair umutluyum.
Binaların “yeşil” niteliklerinin yatırımcılar tarafından çoğu zaman sanki araba firmalarının ürün kartelasındaki elektrikli araba modelleri gibi bir pazarlama stratejisi olarak algılandığını biliyoruz. Ancak, elektrikli araçların tümüyle yollara hakim olacağı zaman diliminde, buna paralel olarak karbon nötr, kendi kendine yeten hatta fazladan enerji üreten yapıların sayılarının artması ile bu stratejilerin zamanla anlamsızlaşacağını, karbon nötr yapıların varlığının artık doğal ve güzel bir sıradanlığa dönüşeceğini öngörüyorum. Bu değişiminde, sürdürülebilir binaların ilk yatırım maaliyetlerine kaygı duyulan ekonomik düzen devam etse dahi, biz mimarların ilk karalamalarımızı ve önerilerimizi sürdürülebilirlik esası ile ve bu konuda öncelikli diretmemizin artık mesleki bir etiğe dönüşmesiyle başlayacağını düşünüyorum.
Sonuç olarak, üniversite projelerinde teşvik edilen, mimarlık yarışmalarında sıkça katılımcılardan düşünülmesi talep edilen “sürdürülebilirlik” kavramının, çevre dostu yenilenebilir bir cephe kaplaması yahut çatıya eklenen güneş panelleriyle kalmaması gerekir. Bununla beraber, mesleki oda yönetimlerinin sorumluluğu kapsamına girse de onlardan veya öncü bir mimardan Greta’vari bir liderlik de beklenmemeli. Eğitim kurumları ve mimarlık ofislerinin kolektif girişimleriyle bu değişimin başlayabileceğine inanmalıyız ve bunu hayal etmekten vazgeçmeden bu girişimlerin planlamasını yapmalıyız.