Uçak alçalırken suyla karanın birbiri içine muhteşem geçişini izlerken, ilk yurtdışı deneyimi için Venedik’in çok doğru bir yer olduğunu anladım. Havaalanında ki estetik, malzeme kullanımı, ışık ve gölgenin uyumu gösteriyor ki bu şehir mimarlara ve mimarlık öğrencilerine çok şey öğretecek…
Vaporetto ile otelin olduğu adaya geçerken, bizleri ışıltısıyla karanlığı yırtan revaklı cepheler karşılıyor. Dar ve boş sokaklardan geçerken eski ile modernin entegre olduğu, eski ile yeni malzemenin birlikte ustalıkla kullanıldığı vitrinler kendilerine hayran bıraktırıyor. Korunmuş dokusu ve farklı dönemlerden günümüze kadar doğru bir şekilde aktarılmış olan yapıları ile bu şehir bizlere “eskinin nasıl korunması gerektiğini” gösteriyor.
Gezinin ilk gününe başladığımız sokaklar, sanki dün gece geçtiğimiz o boş sokaklar değil. Turistlerle dolu dar sokaklardan geçmek oldukça zor. Boşken algılanan dar ve yüksek cepheli sokaklar yerini yoğun kullanımlı promenatlara bırakmış. Dar sokakları birbirine bağlayan köprüleri aşarken altımızdan akan gondollar selamlıyor bizleri. Dar sokaklar bizi bir an olsun duraksayıp etrafı gözlemleyebileceğimiz “Fondazione Querini Stampalia”nin önündeki Santa Maria Formosa meydanına çıkarıyor. “Fondazione Querini Stampalia” Carlo Scarpa tarafından restore edilmiş, şu an içerisinde müze ve kütüphane bulunduran dönemin saray yapısı. Yapının girişinde bulunan merdivenler Scarpa’nın zanaatkârlığı ile tanışmanıza aracılık ediyor. Daha önce dediğim gibi bu şehir size “eskiyi nasıl korumanız gerektiğini öğretiyor”. Scarpa bu merdivenlerde eskiyi tamamen örtmek yerine hep ondan bir iz bırakmış. Kentin en önemli öğesi suyu müzenin içerisine alarak kullanıcılara farklı deneyimler yaşatmayı ustalıkla başarmış.
Venedik kenti, sokaklarıyla, binalarıyla ve suyla harmanlanan ilişkisiyle mimarlara ve mimarlık öğrencilerine incelenmesi için bırakılmış bir armağan gibi. Daha öncesinde resimlerden aşina olunan geçmişin farklı dönemlerinden yapıları gördükçe irkiliyorsunuz. Venedik sayesinde Scarpa’yı tanıyoruz. Scarpa’nın ilkelerini anlıyoruz. Malzemenin yalın güzelliğiyle kendini sergilemesini öğretiyor bizlere.
Venedik Mimarlık Bienaliyle tanışmamız, Vatikan için ünlü mimarlar tarafından tasarlanan şapellerle oluyor. Her şapelin deneyimi birbirinden çok farklı. Kurgusu, malzemesi ve strüktürü… Her biri üzerinde saatlerce kafa yormanıza sebep oluyor. Ama biri diğerlerinden ayrışıyor. Portekizli mimar Eduardo Souto de Moura’nın tasarımı… Doğal taş kullandığı tasarımında her detayı en ince ayrıntısına kadar kurgulamış. Lineer kurgudaki bu şapelde ışık ve gölge arasındaki ilişki dengeli bir şekilde kurulmuş. Şapel kalın duvarları gereği sizi dış ortamdan izole ediyormuş gibi hissettirse de kafanızı kaldırıp baktığınızda doğa tüm yeşilliğiyle size göz kırpıyor.
Daha sonra bienalin iki ana bölümünden biri olan Arsenal’e (eski tersane yapılarına) geçiyoruz. Venedik Mimarlık Bienali 2018’in konusu “Free Space”in farklı mimarlar tarafından ele alınışları, değişik ifade biçimleri bizleri etkiliyor. Bienal ile birlikte mimarlık dünyasında neler yapıldığını gözlemleyebiliyoruz. Çoğu katılımcı tarafından yapılan maketlerden bir daha anlıyoruz maketin mimarlıktaki vazgeçilmez yerini. Farklı mimari eğitim disiplinlerinden gelmiş ülkelerin pavyonları arasındaki ele alış farklılıkları dikkatimizi çekiyor. Bazıları maketle, bazıları video sunumla ve bazıları da çizimlerle yorumluyorlar “Free Space”i . Arsenal’de en çok dikkatimi çeken şey maketler oluyor ve bunların başında Meksika Pavyonu’ndaki beton üzerine yapılmış maketler geliyor.
Venedik Mimarlık Bienali’nin bir diğer ana bölümü olan Giardini ile devam ediyoruz ertesi gün gezimize. Burada, bahçe içerisine dağılmış ülke pavyonları ile birlikte ana bir hacim içerisinde ünlü mimarlar tarafından yapılmış işler bulunuyor. Buradaki gezimize İsviçre Pavyonu’nun ölçek oyunu ile başlıyoruz. Farklı ölçeklerde bir araya getirilmiş konutların iç mekânları ziyaretçilere farklı deneyimler sunmayı hedefliyor. Bir taraftan alçak tavanlı koridorlardan geçerken kafanızı vurmamak için eğilmeye zorlarken, bir taraftan da kapı koluna yetişmek için zıplamanıza zorluyor burası. Bu farklı deneyimlerden sonra, büyük usta Scarpa’nın tasarladığı Venezuela Pavyonu’na geçiyoruz. Burası içerisindeki işlerden çok pavyon yapısı ile dikkatleri üzerine çekiyor. “Fondazione Querini Stampalia” gibi burası da büyük ustalıkla ele alınmış. Japonya, Kore, İngiltere, Fransa, Mısır ve daha birçok ülkenin pavyonunu ziyaret ettikten sonra aklımda kalan Norveç, Finlandiya ve İsveç’in ortak İskandinav Pavyonu oluyor. Gerek içerisinde ele aldığı geleceğe yönelik tasarımı, gerekse pavyon yapısı kendine hayran bırakıyor. Ülke pavyonlarından sonra ana hacimdeki işlere geliyor sıra. Burada ise Altın Aslan Ödülü, Peter Zumthor’un tasarımlarının maketlerine gidiyor.
Venedik Mimarlık Bienali 2018’i özetlemek gerekirse, “Freespace” kavramı çok farklı işlerle ele alınmış, farklı sunum teknikleri ve maket teknikleri açısından bizlere çok faydalı olmuştur.
İzmirSMD’nin ödül olarak verdiği Venedik Gezisi mimarlık mesleğine yeni yeni adım attığımız bu dönemde paha biçilemez bir ödül oldu. Bize değerli bilgileri ile eşlik eden Prof. Dr. Deniz Güner sayesinde 4 günlük bu gezi her saniyesi ile dopdolu geçti. Bu gezinin düzenlenmesini sağlayan İzmirSMD’ye ve Prof. Dr. Deniz Güner’e, tecrübeleri ile bizlere eşlik eden İzmirSMD üyesi Dürrin Süer ve Metin Kılıç’a ve gezinin daha keyifli geçmesini sağlayan arkadaşlarıma çok teşekkür ederim.