Biz, Eames'leri, Saarinen'i, Noguchi'yi, Aalto'yu tanırken, bir Türk tasarımcının sandalyesini yolda gördüğümüzde neden tanımıyorduk?
Öğrencilik yıllarımdan beri kullanırım Taksim-Beşiktaş dolmuşlarını. Kullananlar bilir, farklı bir bağımlılık yapar bu dolmuş (Gece dönüşlerde kısa mesafe diye sizi almak istemeyen taksicilerdir aslında bu bağımlılığın sebebi). Önünüzde 40 kişi de olsa, sıraya yanaşan otobüse de, taksiye de binmezsiniz kesinlikle. Sizin gibi, önünüzdeki 40 kişi de, arkanızdaki 40 kişi de aklından bile geçirmez o sıradan ayrılmayı. Otobüs şoförü de, taksici de anlamaz bu bağlılığı, “salaklara bak” derler muhtemelen içlerinden. Nadiren, sıradan birkaç kişi –ki bunlar muhtemelen henüz bağımlı olmayanlardandır- ayrılır ve atlar otobüse ya da taksiye. Sıradaki herkes ayıplar bu kişileri içlerinden, “ulan hemen de sattılar bizi” diye düşünürler, “bizim dolmuş şoförü kestirmeden gider geçer şimdi bunları” diye de birbirlerine enerji gönderirler. Bu bağı, bu ekolü, bu geleneği oluşturmak kolay olmamıştır. Hem yıllardır sıra beklerken selamlaştığınız, muhabbet ettiğiniz kahyanın yüzüne nasıl bakacaktır otobüse ya da taksiye binen o kişiler. O kahya ile birlikte büyümüşsünüzdür sıra beklerken. Sırada tanışıp evlenenler, ortak olup iş kuranlar, doğum sancısı tutup hastaneye yetiştirilenler, beklerken sıkılıp eyleme gidenler, siyaset, futbol, mimarlık tarihi hakkında tartışanlar… Mutluluk, hüzün, neşe, heyecan, korku, aşk, ihtiras, kin, nefret, entrika… Hepsi bu dolmuş sırasındadır…
İki üç hafta önce, Beyoğlu’ndaki şantiyemden çıktım ve Sıraselviler’de bir mimar arkadaşımla buluştum. Beşiktaş’a gidecektik. İkimiz de Taşkışla’dandık ve doğal olarak sarı dolmuş ekolünden geliyorduk. Birbirimize dahi sormadan dolmuşlara doğru yürüdük. Köşede hala –inatla- Pulp Fiction, Scarface, South Park benzeri posterler satan amcayı geçer geçmez dolmuş kahyasının durduğu yerdeki turuncu sandalye çarptı gözüme. Kahyanın bir arkadaşı oturuyordu sandalyede. Fotoğrafını çektim, kahyaya bağırdı “Ali koş senin sandalyenin fotoğrafını çekiyorlar” diye. Ali de koştu geldi gerçekten karşı kaldırımdan, hiç üşenmeden. “Turistler habire gelip bu sandalyeyi bana satsana diyorlar, sen neden fotoğrafını çekiyorsun” dedi, ismini hatırlamadığım için şu an Ali demekte olduğum kahya. “Çok sevdiğim, önemli bir tasarımcının bu sandalye” dedim. Ali, o önemli tasarımcının kim olduğu ile pek ilgilenmedi. Ama sandalyesinin dikkat çekiyor olması hoşuna gidiyordu. Zaten iki üç ayda bir oturduğu sandalyesini değiştirirdi ve çoğu zaman da güzel sandalyelere otururdu. Gümüşsuyu’nda kahya olduğu için şanslıydı. Beşiktaş’ta duran meslektaşı en fazla Migros’tan alınmış katlanır piknikçi taburesine oturabiliyordu. Sandalye hakkında muhabbet ederken dolmuş geldi, tam biz binerken arkadaşı sandalyeden kalktı, “dur, bir de boşken çek fotoğrafını” dedi. Ürün fotoğrafı çekiminden anlıyordu.
Sarı dolmuşların kahyasının turuncu sandalyesi (Dolmuş geldiği için biraz acele çekmek zorunda kaldım fotoğrafı)
Mimar arkadaşıma yolda o sandalyenin sahibini sordum, bilmiyordu. Sonraki günlerde başka mimar ya da tasarımcı arkadaşlarımla da geçtim Gümüşsuyu’ndan. Onlar da bilmiyorlardı bu sandalyenin sahibini. Benzer sektörlerden arkadaşlarıma fotoğrafını gösterdim, kimse bilmiyordu bu sandalyenin tasarımcısını. “Eames’in tasarımlarına benziyor”, “Türk bir tasarımcının elinden çıkmamıştır bu sandalye”, “Hmm, baya ilginçmiş” benzeri yorumlar yapıyordu her gören.
Türkiye’nin gelmiş geçmiş en önemli tasarımcılarından birinin tasarımıydı bu sandalye. Yüksek mimar, şehir plancısı, tasarımcı, sanatçı, yönetmen… O kadar üretken bir isimdi ki bu sandalyenin tasarımcısı, hangi mesleki ünvanı koysak acaba isminin başına diye şaşırırdı hakkında yazı yazacak yazarlar, editörler. İTÜ Mimarlık mezunuydu, aynı okulda yüksek lisansını yapmıştı. 50’li yıllarda İstanbul Belediyesi’nde şehir plancısı olarak çalışmış, Menderes’in İstanbul’u talan eden imar kararlarına en büyük tepkileri de yine o göstermiş ve istifa etmişti. Sonrasında araştırma görevlisi olmuş, üniversite tarafından Londra’ya gönderilmişti. Londra’da BBC için üretilecek kameraların araştırma çalışmalarına ve ILFORD’daki emisyon araştırmalarına katılmış, Türkiye’ye dönünce İTÜ’de Foto Film Merkezi’ni kurup başkanlığını yapmıştı. Aynı yıllarda tasarımlarını üretmek için bir atölye kurmuş, bu atölye daha sonra, hala çalışmalarını sürdürdüğü mobilya markası halini almıştı. Yapı Endüstri Merkezi’nin kurucuları arasında yer almıştı. Bilgisayar destekli animasyon konusunda çalışmalara başlamış, ileriki yıllarda hazırladığı filmlerle yurtdışındaki birçok animasyon festivaline katılmıştı (Bir röportajında, yurt dışında katıldığı bir animasyon festivalinde, sadece kendisinin bilgisayarda yapılmış bir animasyon filmle yer aldığını belirtir). 1972’de Zeki Triko’nun Osmanbey’deki mağazasının iç mekan projesini yapmış, bu vesile ile moda fotoğrafçılığına da başlamıştı. Güler Umur’la birlikte Guyzenco markasını kurmuş, bu markayla ürettikleri tasarımlar birçok farklı moda ve tasarım fuarında yer almış, Avrupa’daki butiklerde satılmıştı. 1981’de Avrupa Güzellik Yarışması’nın genel sanat yönetmenliğini yapmıştı. Anthony Dawson’un “The Hunter from the Future” ve “The Arc of the Sun-God”* filmlerinde sanat yönetmenliği yapmıştı. 1985’te UNICEF’e danışman olmuş, Kanada hükümetinin desteği ile iletişim konulu belgesel filmler hazırlamıştı. Ürettiği heykelleri, tasarımları ve çeşitli sanat eserleri ile yurt içinde ve yurt dışında birçok sergide ve fuarda yer almış, üniversitelerde dersler vermiş, konferanslara katılmıştı. Türkiye’deki plastik mobilya üretiminin öncülerinden olmuş, 200’e yakın ürün tasarımı yapmış, birçok farklı yayında makaleleri ve röportajları yayınlanmıştı…
Hayatımda tanıdığım en üretken insanlardan biriydi bu özgeçmişin sahibi ve Taksim-Beşiktaş dolmuşlarının kahyasının oturduğu sandalyenin de tasarımcısıydı. Bahsettiğim bu ünlü Türk tasarımcı, Yılmaz Zenger idi.
Y.Mimar, tasarımcı, sanatçı, şehir plancı Yılmaz Zenger
Peki, biz, Eames’leri, Saarinen’i, Noguchi’yi, Aalto’yu tanırken, Yılmaz Zenger’i neden tanımıyorduk? Kahve içmek için oturduğumuz bir kafede, Tolix bar taburesinin orijinal olup olmadığını bile ayırt edebiliyorken, Yılmaz Zenger’in sandalyesini yolda gördüğümüzde neden tanımıyorduk?
Çünkü kimse gözümüze sokmuyordu Yılmaz Zenger’i, Eamesleri gözümüze soktuğu gibi. Türkiye’de basılan dergilerde Isamu Noguchi hakkında, Frank Gehry hakkında, Patricia Urquiola hakkında yazılmış birçok yazı okuyabiliyorduk ama İTÜ Mimarlık Fakültesi’nin kütüphanesinde bile Yılmaz Zenger hakkında yazılmış doğru dürüst bir yayın bulamıyorduk. Yılmaz Zenger YEM’in kurucularındandı, fakat YEM’e girdiğimizde gözümüzü alan, iştahımızı kabartan birbirinden renkli kitaplar hep Zaha Hadid ile Rem Koolhaas’la, New York’taki loftlarla, şu aralar iyi işler yapan ofislerin seçilmiş işleri ile ilgiliydi. Okulda hocamız Harry Bertoia’yı araştırmamız için ödev veriyordu fakat kimse gidin Yılmaz Zenger’i araştırın demiyordu. Ben gidip yüzyıl ortası modernizmi, Finlandiya ve İskandinav mobilyası hakkında tez yazıyordum, fakat Yılmaz Zenger hakkında tez yazmıyordum. Kimse yazmıyordu. Kimse bu konuda üzerine düşeni yeterince yapmıyordu. Ve bu yüzden unutuluyordu –eğer çocukları da onların mesleğini sürdürmek istemiyorsa- Yılmaz Zengerler, İlhan Komanlar, Sadi Özişler… Bu yüzden tanımıyorduk Yılmaz Zenger’in mobilyasını yolda gördüğümüzde. Belki de bu yüzden çok yol kat edemiyordu Türk mobilya tasarımı…
*Bazı sahneleri İstanbul’da geçen “The Arc of the Sun-God” filminden bazı görüntüler için: https://www.youtube.com/watch?v=HNRjylo7s_4
**Bu yazıyı Yılmaz Zenger hakkında şimdiye kadar hiçbir yazı yazmamış olmamın verdiği mahcubiyet ve sorumluluk duygusu ile yazdım. Bu sorumluluğumu bana hatırlattığı için Taksim-Beşiktaş dolmuşlarının kahyasına ve o mobilyayı iyice yıpratana kadar kullanan eski kullanıcısına teşekkür ederim.
***Yılmaz Zenger’in özgeçmişi ile bile, sayfalarca yazı yazılabilir, fakat yazıyı çok uzatmamak adına, özellikle özgeçmiş kısmını biraz kısa tutmaya çalıştım. Kendisi hakkında geniş bir bilgiye internette ulaşabilirsiniz.
3 yorum
edit: Bugün gördüm Ali’yi, yeni sandalyesinde oturuyordu. “Senin güzel turuncu bi sandalyen vardı ne oldu ona” diye sordum, “Ya kırıldı o, nazar değdi ona” dedi 🙂
Bravo
Bravo harika bir yazı olmuş.