Taksim son yılların yeni kavga alanı olmuş gibi gözüküyor.
İstanbul’un modern tarihi boyunca hep böyle simgesel kavga alanları vardır. O alanı düzenlemek, yepyeni ve “çağdaş” bir biçime kavuşturmak için girişimlerde bulunulur. Orası öyle yetkin bir biçimde yeniden yapılacaktır ki girişimde bulunan iktidarın başarılarını ve doğruluğunu onun üzerinde kolayca okumak (sözde) mümkün olacaktır. Genellikle iktidar hangi siyasal hedeflere öncelikli bir mimari görünürlük kazandırmak istiyorsa, o kavga alanında bunu “ötekiler”e mimarlığın diliyle ilan eder. “Ötekiler”in kimler olduğunu ise anlatmaya bile belki gerek yok. Onlar, iktidarın kendi varlık gerekçesi olarak gördüğü, düzeltme misyonuyla eylemde bulunduğuna inandığı “siyaseten yanlış olanlar”dır. Onlar geçmişte ülkenin başarısız olmasına yol açmışlardır, dolayısıyla da terbiye ve ıslah edileceklerdir. Yeniden biçim verilen kavga alanları onlara ibret olsun diye yapılacaktır. “Siyaseten yanlış olanlar” oradan ibret alacak, “nedamet getirecek” ve yeni siyasal doğruluk rejiminin haklılığına ikna olacaklardır. Dönemlere göre hedef alınanlar değişir. 2. Mahmut Dönemi’nde Yeniçeriler ve onlarla müttefik olan İstanbul orta sınıflarıdır bunlar. İttihat ve Terakki döneminde Abdülhamit Devri’ni temsil edenlerdir. Erken Cumhuriyet’te Gayrimüslimler’dir, iktidarın değişim programına ikna olmayan herkestir, gelenekselcilerdir, eski rejim artıklarıdır. Demokrat Parti döneminde Tek Parti Dönemi ile özdeş olduğu düşünülenlerdir. 1960’ın ardından DP dönemini temsil edenlerdir. Bugün de durum hiç farklı değil. Kimler terbiye edilmek isteniyorsa, mekan onlara iktidarın terbiyevi misyonunu inşai araçlarla gösterecektir.
İronik olan şu ki daha erken 19. yüzyıldan beri uygulana gelen bu siyasal-kentsel değişim programları daima hüsranla sonuçlanır. Böyle biçimlendirilmiş olup da, sonuçta hangi siyasal görüşte olursa olsun, çoğunlukça beğenilmiş ve benimsenmiş bir kentsel alan bu kentte ne yazık ki yoktur. Kendisini üreten mantık sürdüğü müddetçe olmayacaktır da. Taksim için de aynen böyledir ve şu anda gündemde olan çocuksu projeyle de sonuç bir kez daha hüsran olacaktır. Ama önce kısa bir tarihsel özet vereyim.
Söz konusu siyasal-kentsel terbiye programlarının ilki 2. Mahmud döneminde, 1820’lerden başlayarak Beyazıt Meydanı’nda uygulamaya konur. Beyazıt Meydanı çevresini kuşatan ticari yapılardan arındırılmaya başlanır. Boşaltılır. Adım adım hiç kimseye ait olmayan bir trafik odağına dönüştürülür. Yaşayan bir mekanken, yeni askeri otoriteyi içeren kompleksin, yani, Bab-ı Seraskeri’nin önündeki bir ideolojik dehşet odağına, tarla benzeri bir boşluğa dönüştürülür. Belki o yüzden sık sık idamlar için kullanılır. İttihat ve Terakki’nin kısa iktidarında kavga alanı Ayasofya Meydanı olur. Haseki Hamamı’nın bile yıktırılıp meydanın genişletilmesine kalkışılacaktır. O yıktırılamaz, ama çevresi boşaltılır. “Avrupai” bir kentsel görüntü haline getirilir. Erken Cumhuriyet ise, Taksim’in kavga alanı olma potansiyelini keşfeder. Burası bazı açılardan çok verimli bir alandır da… O zamanlar Levanten ve Gayrimüslimler’in yaşama bölgesinde konumlandığı için Türkleştirilecektir. Örneğin, kentte sayısız yer varken Canonica’nın anıtı burada inşa edilecek, “ötekiler”e gösterilecektir.
Ne var ki, kent mekanlarını siyasal ikonlar gibi düşünme alışkanlığı bir kez doğduktan sonra sürekli olarak kendini yeniden üretir. Kent bir siyasal ilan tahtası olmadığından, kendi tarihselliğini vareder. Örneğin, Beyazıt 2. Mahmut devrindeki haliyle kalmaz; her çağda eskileri aşındıran yeni ikonik anlamlar edinir; bir yapboz setine döndürülür. 1960’tan itibaren orası artık Hürriyet Meydanı’dır. Yeniden düzenlenmesi için çabalanır. Öğrenci eylemleriyle karakterize olur. Dolayısıyla, 1980 askeri yönetimi bile oraya müdahale etmeyi ilk işlerinden biri sayar: Meydanın özel yapım kaplama taşları kısmen sökülüp ortasına ilkel çiçek tarhları yapılarak bütünlüğü bozulur. Çünkü, orada artık miting yapılmamalıdır. Taksim de Erken Cumhuriyet’teki anlam ve şeklini korumaz. 1960’ta ortası dev bir süngüyle donatılıp herkese kimin sözünün geçeceği orada hatırlatılır. 1980 askeri rejimi süngüyü kaldırır, çünkü 1960 askeri rejiminin sonuçlarıyla özdeşleşmekten kaçınmakta, hatta onu inkar etmektedir. 1980’ler biterken ise, meydan başka bir kavgaya odak oluşturmaya başlar. Örneğin, büyük bir camiyle taçlandırılması için kavgalar verilir. Yapmak isteyenler de, yaptırtmak istemeyenler de aslında dinsel bir gereksinmenin giderilmesiyle zerre kadar ilgili değildir. Kavga, başta tanımladığım gibi, yine çocuksu araçlarla verilen siyasal kavgadır.
Bugün ne oluyor? O iki yüzyıllık kavganın yeni bir dehşetengiz biçimiyle yüz yüzeyiz. Yapılmak istenenlerin yine kentsel tasarım kaygılarıyla, mimari gereksinmelerle bir ilgisi olmadığı besbelli. Olsaydı, İstanbul’da gerçekten acil düzenleme bekleyen alanlar, meydanlar dururken, kentin belki en az sorunlu yerlerinden biri olan Taksim’e yönelik bir ısrarla karşılaşmazdık. Örneğin, korkunç Aksaray yeniden düzenlenirdi. Daha ütopik olansa, duyarlı bir kent yönetimi Taksim’i yeniden düzenlemek yerine, Türkiye’nin muhtemelen en özgün meydan tasarımını ortaya koymuş olan Turgut Cansever’in yarım kalmış ve tahrip edilmiş Beyazıt Meydanı’nı tamamlamayı düşünürdü. Tarihsel önemi pek az ve hakkındaki mimari veriler hiç mertebesinde olan Taksim Topçu Kışlası’nın rekonstrüksiyonu yerine, Cansever’in Beyazıt Meydanı’nın rekonstrüksiyonu yapılmaya kalkışılırdı. Şayet Beyazıt Meydanı’nın rekonstrüksiyonu yapılmaya kalkışılsaydı, öncelikli hedefin mimarlık ve tasarım olduğuna biraz daha fazla ikna olurduk. Ancak, amaç o olsaydı, Türkiye’nin 20. yüzyıl içinde yapılmış ve mimari tasarım konusu olmuş iki önemli parkından biri (diğeri Gençlik Parkı) olan Gezi Parkı’nın ortadan kaldırılmasına zaten çalışılmazdı. Henri Prost’un Gezi Parkı tasarımını ciddiye almayıp yok etmeye kalkanlar, doğal olarak Cansever’in Beyazıt tasarımını da ciddiye almıyorlar. Bir kez daha kavganın mimarlık ve kent tasarımı kavgası olmadığını görüyoruz. Eğer öyle olsaydı, kent yönetimi, fikirlerini önemsediğini ileri sürdüğü Cansever’in eseri Beyazıt’a sahip çıkar; boş yere Taksim’le uğraşmazdı. Herkese, hala mahvedilmeye devam eden Beyazıt’a bir uğramalarını öneririm.
Kimse kusuruma bakmasın, Topçu Kışlası’nın yeniden yapımını da, Taksim’in sözde yayalaştırılmasını da birer mimari öneri olarak değerlendirmeye değer bulmuyorum. Söyleyebileceğim, her ikisinin de akla ziyan saçmalıklar olduğudur. Taksim’i, Pekin’in zırva Tienanmen Meydanı’na benzer devasa bir boşluk haline getirmenin bir yararı olacağına inanmıyorum. Öte yandan, bir metropolün mekanlarını yayalaştırmanın yolu ne yazık ki otoları yer altına gömmekten geçmiyor. Kışlanın yeniden yapımınıysa, iyi niyetli bir öneri olarak bile düşünemeyeceğim. Tarihsel açıdan bu kadar önemsiz bir yapıyı “ihya etme”nin olsa olsa ortaya çıkacak yapı metrakaresini pazarlamak gibi bir hedefi olabilir. Rekonstrüksiyon gibi bir teknik işlem sadece çok önemli mimari kayıpları telafi etmek için uygulanır. Şu kadarını söyleyeyim: Berlin’de 1950’lerde yıktırılıp ortadan kaldırılan mimarlık tarihi bağlamında çok çok önemli Alman İmparatorluk Sarayı’nın yeniden yapımı için Berlinliler 1990’dan beri tartışıyorlar. Bir türlü “yeniden yapalım” diyemiyorlar. Neden mi? Çünkü orada demokratik ikna mekanizmaları çalışıyor. İkna olunmuyorsa, mutabakat oluşmuyorsa, öyle girişimler gerçeğe dönüşmüyor da ondan. Türkiye’de mimarlık da dahil her alanda, her hangi bir dönemde ikna ve mutabakat mekanizmalarının çalıştığına tanık olan biri varsa, bana lütfen haber versin.
Taksim’i ihya etmek isteyenlere hınzır bir öneride bulunayım: Amaç İstanbul’un tarihsel kimliğine sahip çıkmaksa, kaybı dünya çapında denebilecek kadar önemli olduğu kuşkusuz bir yapının rekonstrüksiyonunu yapalım: Beyazıt’ta Simkeşhane’nin önündeki Theodosius Zafer Takı’nın sözgelimi. Kaidesi ve neredeyse tüm fragmanları çevrede ufalanmış ve dağınık halde duruyor. Amaç, kültürel süreklilik, mimari önem ve tarihselliği merkeze alarak düşünmekse, buyurun yapın.
Kuşkusuz, bunu becerebilecek bir kültürel açıklık ve ideolojik serinkanlılığın bu ülkeye daha çok çok uzak olduğunu biliyorum. O yapılabilseydi kavga değil, sükunetle tartışma ve gerçek bir kültürel hoşgörü alanında yaşıyor olurduk. Tabii ki, yaşamıyoruz. Taksim’i düzenlemeyi ve kışlayı yeniden yapmayı öngören mevcut öneri, başta sözünü ettiğim iki yüzyıllık siyasal kavganın bildik otoriter dilinin yeni bir şekli sadece. Galiba buradan bir yere varılamayacağını hala kavrayamadık. Sorum şu: Her yeni iktidar sadece argümanları biraz farklı olan aynı totaliter dili, aynı ikonik-ideolojik itişmeleri yeniden mi üretecek? Bunun kentsel mekana ve yandaş veya muhalif herkese yeni açmazlar üreten ideolojik bir dehşet uygulamak olduğunu ne zaman fark edeceğiz?