Taksim Meydanı'nda toplanmaya çalışanları şiddetle bastırsanız da, bu alanlara çıkmak isteyenler oldukça, meydanın siyasetten arındırılmasını sağlayamazsınız.
İfade özgürlüğü, kamusal alan hakkından ayrı düşünülemez. Kişilerin, toplulukların kendilerini ifade edecekleri yer, kamusal alanlardır. Taksim Meydanı gibi fiziki veya Twitter gibi sanal, kamusal alanlar.
Kamusallık (kent meydanları, sokaklar, parklar gibi) mekanda üretildiği ölçüde ifade de özgürleşir. Kamusallık medyada, internette özgürce üretildiğinde ifade de özgürleşir. Malum, ülkede Taksim Meydanı, Gezi Parkı ve Twitter gibi kamusal mecralar bir açık, bir kapalı.
Önümüz bayram. İşçinin, emekçinin bayramı, 1 Mayıs. Ve bu bayramın mekanı hepimizin bildiği üzere Taksim Meydanı. Ancak yine hepimizin bildiği üzere, Haziran’ın ilk iki haftasındaki geçici özgürleşmenin dışında, 1 Mayıs 2013 tarihinden beri Taksim Meydanı işçiye, emekçiye (tekrardan) kapalı.
İktidar, burayı her türlü toplumsal harekete kapatmak için olağanüstü bir çabayla OHAL uygulamalarını devreye soktu, meydan ve çevresini kuşattı. Bu kuşatma süreci aslında ‘kamu-özel-ortaklığı’ şeklinde yürüyor. Bir taraftan iktidarın kuşatması siyasi alanı daraltarak sermayeye alan açıyor. Diğer taraftan, onun açtığı yoldan ilerleyen sermaye, kent merkezini kendi mekanlarıyla kuşatıyor. Beyoğlu’nda devam etmekte olan bu ikili kuşatma sürecinin iktidar ayağına bakalım.
Aslında Gezi’ye kadar, Beyoğlu özelinde iktidarın kuşatma mimarisi, Avrupa Kültür Başkenti ve ‘Cool İstanbul’ çerçevesinde kendini gösterdi. Beyoğlu Belediyesi masa-sandalye operasyonlarıyla yurttaşın sokakla bağını önce kesip sonra ‘disipline’ etmeyi amaçladı. Polis, İstiklal Caddesi boyunca (TOMA yerine) son model arabalarla, zabıta ise ‘binyılın buluşu’ Ginger ve elektrikli araçlarla bir aşağı bir yukarı devriye gezdi. Beyoğlu’nun heterojen mekan kullanımını ve kullanıcılarını homojenleştirmeyi amaçlayan turizm odaklı imar planı yapıldı. ‘Siviller’, sokak çocuklarını ve madde bağımlısı gençleri İstiklal Caddesi’nden uzak tuttu. Tarlabaşı Yenileme Projesi’yle Beyoğlu’nda sermayeye geniş bir alan açıldı.
Bütün bu politikalar halen devam etmekle birlikte Gezi İsyanı’ndan beri, Taksim ve Beyoğlu bölgesinde tam anlamıyla bir iktidar kuşatması yaşanmakta. Bu kuşatmanın bir TOMA ve Akrep’ler, rap rap diye yürüyen çevik kuvvet mangaları, sık sık hissedilen gaz bombaları ile fazlasıyla ‘aktif’ yanı, bir de sivil polisleri, MOBESE kameraları ile, ‘pasif’ yanı mevcut.
Örneğin Taksim Meydanı, İstiklal Caddesi, ve Tünel Meydanı boyunca yaklaşık 2 km’lik hat boyunca 30 MOBESE kamerası konumlandırılmış durumda. Bu kameralar asıl olarak ‘insani güvenliği’ değil, devlet/iktidar güvenliğini sağlamak için kesintisiz bir şekilde bu alanı gözetliyorlar. Polis şiddeti sonucunda hayatını kaybeden veya yaralananların sorumlularının bulunması söz konusu olduğunda sistem devre dışı kalırken gösteri ve toplanma hakkını kullanmak isteyenlere karşı bir baskı mekanizması olarak devreye sokulduğu görülmekte.
MOBESE deyip geçmemek lazım. Bu sistemin, fonksiyonel olmasının (yani iktidarın güvenlik aygıtının yurttaşı 7/24 gözetlemesinin) yanında, sembolik anlamı daha da önemli. MOBESE, (hacimli, soğuk, metalik kaidesi, 3+1 kamera sisteminin tektip tasarımı, ve görünür bir şekilde konumlandırılmaları ile) kuşatma mimarisinin agresif anıtları olarak kentin kamusal alanlarında iktidarın varlığını sürekli hatırlatmakta, sivil alanı militarize etmektedir. Bugün bırakın anacadde ve meydanları, Beyoğlu’nun ve birçok ‘muhalif’ mahallenin sokak aralarında bile bu ‘anıtlar’ dikilmekte.
Taksim Meydanı’nda fiili OHAL’in coğrafyasına baktığımızda ne görüyoruz? Bir dizi mekânsal müdahale, gözetleme sistemleri, taktiksel hamleler ile Taksim sadece Türkiye’de değil, muhtemelen Avrupa’da da en militarist kentsel noktalardan biri halini almış durumda.
Tarlabaşı Bulvarı ve Cumhuriyet Caddesi bağlantısının Tünel ile yer altına alınması, hem Meydan’a giriş çıkışlarda yaya akışını sınırlandırarak ‘kontrol noktası’ olarak işlev görmekte, hem de Meydan’ın ‘yasaklandığı’ durumlarda araç trafiğinin etkilenmemesini sağlamakta. Atatürk Kültür Merkezi (AKM), Gezi İsyanı’ndan beri polis karakoluna çevrilmiş durumda. Maksem’in önünde çevik otobüsleri ve TOMA’lar için sürekli bir otopark alanı mevcut. Gezi Parkı’nın etrafını görünmez bir duvar gibi çevreleyen MOBESE’ler var. Park sık sık kapatılıyor. Taksim Cumhuriyet Anıtı’nın etrafı en ufak bir hareketlenme durumunda güvenlik kordonu ile çevriliyor.
Nasıl Taksim Meydanı iktidarın kuşatması altındaysa, Gezi Parkı da benzer bir kuşatmanın altında. Burada sadece Gezi Parkı’nın etrafını saran MOBESE duvarı, ve en ufak bir eylemlilik halinde geçiş yasağı uygulanmasından bahsetmiyorum. Genel olarak iktidarın ‘çevre’ anlayışının ‘kuşatmacı’ bir yaklaşım olduğunu, nasıl kamusal mekan tahakküm altına alınıyorsa, parklara da aynı tahakkümün uygulandığını iddia etmekteyim. İşte Gezi Parkı’nda, ağaçlar kesildikten sonra yerine çekilen duvar, ve bu duvar üzerine örülen dikey/yapay bahçe bunun bir örneği. Sol tarafta, Gezi sırasında yıkım üzerinde kurulmaya çalışılan kent bostanı, ki o bahçeye ekilen her bir bitki serumlarla yoğun bakım altında özenle ele alınmıştı, sağ tarafta Park’ın tekrar kuşatılmasından sonra belediyenin yaptığı dikey bahçeli, rulo çimli çevre düzenlemesi! ‘Ekolojik’ olmaktan çok ama çok uzak olan kuşatmacı anlayış, peyzajı yapılı çevrenin dışsal, dekoratif bir öğesi olarak ele almakta.
Kamusal alanlar tamamen iktidarların kontrolüne bırakıldığında bizi bekleyen tehlikenin gözümüze sokulurcasına en görünür örneği Yenikapı Meydan Projesi. Burası, siyasetten arındırılmak istenen Taksim Meydanı’na (kentin merkezine) alternatif olarak gösterilmekte. Malum, Yenikapı Projesi denizi doldurarak, tarihi yarımadanın uzaydan görüntüsü değiştirilerek yapıldı. Dolgusu için 30 küsur, meydan düzenlemesi için 80 küsur milyon TL harcandı. Böylesine bir ‘meydanda’, ifadenin ne kadar özgürleşebileceği, toplantı ve gösteri hakkının ne kadar layıkıyla yerine getirilebileceği kabak gibi ortada.
Yaklaşık 2 sene önce ‘Bugün ayağımızın altından Taksim kayarsa, yarın Yenikapı’da denize dökülmemiz işten bile değil’ demiştim. Aslında, özgür olması gereken, toplumsal iradenin ürettiği kent meydanlarını yasaklamak, veya Yenikapı Meydanı gibi devasa iktidar meydanları yaratmak, iktidarlar için bir paradoks. Meydanları ne kadar kapatmaya çalışsanız da, Taksim Meydanı’nda toplanmaya çalışanları şiddetle bastırsanız da, bu alanlara çıkmak isteyenler oldukça, meydanın siyasetten arındırılmasını sağlayamazsınız. ‘Taksim yasak’ dediğinizde, zaten demokratikleşme mücadelesi veren toplumsal güçlerin ‘demokrasi değiliz’ mesajını teyit etmiş olursunuz, en fazla. Veya Yenikapı gibi ‘en büyük meydanı’ bile yapsanız, buraya çıkmak isteyen ‘sivil’ bir toplum bulamadığınızda, meydanın büyüklüğü demokrasiye olan uzaklığınızı belgelemenin ötesine geçemez. Toplumsalın sokağa ve meydana sahip çıkma iradesi devam ettiği sürece, yasaklar (yarın yasaklanana kadar), bugün çiğnenmek için varlar.