Mimarlıkta zaman ve zemin çok önemli belirleyiciler. Belki her şey için bu böyle; ama mimarlık için sanki daha da çok. Ancak ne zaman, nerede ve hangi bağlamda yapıldıklarını bildiğimizde anlayıp, anlamlandırabiliriz gördüklerimizi. Ve bu yüzden zaman ve zemin içindeki irili ufaklı bütün ayrıntılar da önemli belirleyicilere dönüşür. Venedik Mimarlık Bienali kapsamında, Türkiye bölümünde sergilenen Darzana zaman, zemin ve bağlam konusunda bana göre iyi bir enstalasyondu. Hala böyle düşünüyorum. Bu konuda daha önce Arkitera Forum’da yazdığım ve böyle düşünmeyenlerle yazışarak uzun uzun tartıştığım ve de bütün bunlara Arkitera arşivinden ulaşılabileceği için düşüncelerimi tekrar etmem gerekmiyor. Buna karşılık Liman sergisi kapsamında tekrar sergilenen Darzana’dan söz etmeden geçmek de olmuyor. İlk gördüğümde serginin açılış günüydü ve o kargaşada tam olarak anlamadığımı varsayarak ilk izlenimlerimin üzerinde durmadım ama ikinci ve üçüncü görüşlerimde de aynı şeyleri düşününce yazıp, paylaşmaya karar verdim. Bence Venedik’te olan İstanbul’da olmamıştı. İçine zorla sığdığı şık barakanın içinde, alabildiğine çiğ bir ışık altında asılı duran parçalar ne oldukları ve neden orada oldukları belirsiz nesnelere dönüşüyor ve bu nesnelerin biraradalıklarından kocaman anlamsız bir yığın oluşuyordu. Olabildiğince iyi bir fotoğrafını çekerek kendisini değil de bu fotoğrafı aklımda tutarak duruma ilişkin iyileştirici gerekçeler aramama rağmen duvarda asılı açıklama metni de ilk düşüncemi destekliyordu.
İlk gördüğümde “Tarih tekerrür eder ama ilkinde trajik olan ikincisinde komik olur.” cümlesi gelmişti dilimin ucuna ve dilimin ucundakini birileriyle paylaşmamış ve üzerinde de durmamıştım; ama sonraki görüşlerimde de bu cümle çıkıp geldi. Bilindiği gibi bu tespit Marx’ın “Louis Bonaparte’ın 18. Brumiere’i”(The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte) kitabındandır. Bu cümlenin geçtiği metni internette ararken “mekân-praxis” adlı blogda (gasmekan.wordpress.com) da aynı metin üzerine bir yazı buldum; demek istediğimi anlattığı için olduğu gibi aktarıyorum: “… altında ezildiğimiz tarihin külliyatına atıf-üstü-atıflar yaparak kendimizi emniyette hissettiğimiz isimler, semboller, sloganlar ve temsiliyetler üzerinden öznel tarihimizi öykündüğümüz tarihler aracılığı ile yeniden ve ısrarla konumlandırmaya çabalarız.” İlk gördüğümde de dilimin ucuna gelen cümlenin doğrusu ise Marx’ın ağzından şuydu: “Hegel, bir yerde şöyle bir gözlemde bulunur: Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak.”
2 yorum
Koca bir ülkenin mimarlarının sanatsal algı ve yargı düzeyinin ne kadar düşük olduğunu -elbette ki işlenebilir bilgi düzeyiyle doğru orantılı olarak- Darzana hakkında yaptığımız olumlu ya da olumsuz yorumların niteliğinde ve saplantılığında gördük. Bunu ifade ederek başlayayım.
Bu yazınızın üzerine (size direkt değil) genel bir soru beliriyor kafamda.
Darzana’nın, barındırdığı nitelikler ve yöntemler doğrultusunda bir ‘gestaltung’ (Türkçesi ne kadar doğru çeviridir tartışılır ancak ‘sanatsal yaratı’) olduğu kabul edilebilir (edilmelidir). Esas soru: Bu sanatsal yaratı, kendisini çevreleyen mekan değiştikçe niteliğini değiştiriyor mu?
Bunun cevabı evet ise, bu sanatsal yaratının yaratıcıları veya sergileyicileri bunu gözden kaçıracak kadar bilgisiz mi?
Sorunun cevabı hayır ise, Arsenale’deki Darzana’yı öven fikirler ortaya koyanlar (alt okumalar yapılarak anlaşılabilecek olduğu ifade edilen) bu sanatsal yaratının niteliğini mekandan bağımsız olarak algılayabilecek ya da yorumlayabilecek seviyede değiller miydi?
Darzana’dan aklımda kalan, gördüğüm, okuduklarım, yorumlarım ve duyduklarımdan sonra hatırladığım yalnızca şu: “iyi fotoğraf veriyor ama …”
Herkese selam,
Şİmdi konu dönüp dolaşıp mekan ve içinde hissedilenlere kadar geldi. Darzana hakkında -bu minvalde- iki adet yazı yazdım, söz konusu işi çok sevenlerle, hiç beğenmeyenlerin hışmına uğradı. İki tarafa da yaranamadık 🙂 Daha objektif bakanlar ise nispeten ufak bir tebessümle karşıladılar.
Sayın Sayın’ın (bu ikileme çok hoşuma gidiyor) düşündüklerini ve hatta ve hatta duygularını dile getirme şekli çok steril ve etkileyici. Bu yüzden ilk yazısı “Yahu ben de gidip gördüm, onu hissettiklerini neden ben de hissedemedim” diye hayıflanmama sebep olmuştu.
İyi fotoğraf verme meselesini de Bienal mekanının alakasız yerlerini çekerek, bilmem kaç km taşıdığım DSLR makinem ve yüksek ışık alabilen L sınıfı lenslerimin marifeti ve tabii az biraz da kendi zevkimle harmanlamıştım. Yine de tek söylediğim şey “Mekan zaten iyi abi, ceketimi assam sevilir” (ki bu laf böyle değildi haliba) KESİNLİKLE DEĞİLDİ.
Mekan büyülüydü ve zaten içindeki ışık çok yerindeydi, ki işler özel olarak aydınlatılıyordu. Paket janjanlıydı ama ben buradayım diye bağırmayacak kadar da kendinden emindi. Böyle olunca bir sanat ifadesi olarak iş kendini daha rahat gösteriyordu. Bunun eleştirilecek, kötülenecek tarafı yoktur.
Louvre’u gezen turistlerin daha çok nerelere uğradığını gösteren haritalar vardır, sanki ayak izlerini kırmızya boyar gibi. Tabii ünlü La Gioconda veya La Joconde (Mona Lisa) olduğu salon kıpkırmızı. Kocaman bir salonda, yüzlerce kişi üşüşmüş ve fotoğraf çekiyor. Hem de tabletlerle çekiyorlar, onlarca “tepsi” gibi tablet yüzünden ufacık tablo görünmüyor. Zaten belirli bir seviyeden daha fazla yaklaştırmıyorlar ve belli ki sundukları tablo aslında bir kopya. Orijinalini o kadar çok flaş önüne çıkartırlar mı sizce?
Kısacası çoğunluk bunun böyle olduğunu bile bile canım Louvre’u gezmek yerine saatlerini o salonda harcıyor.
Uzatmayayım. Bienal mekanı sanat ifadesine artı değer katmaktadır. Darzana o mekandan soyutlanınca daha bir savunmasız kalmış. Ben gidip görmedim. Bir Türk mimar kişisi Instagramda “Vaauuuww, marveolus, awsome” kelimelerinden birini kullanarak, Türkiye’de de sergileneceği haberini vermişti (hangisini kullandı tam olarak hatırlamıyorum) bu yüzden de biraz hususi gör(e)medim.
Sayın, Sayın’ın yaklaşımına katılıyorum ama ilk değeri görmekte de zorlanmıştım biraz.
Neden?
Bir sanat ifadesi olarak söz konusu sergi, arkasında Haliç Tersaneleri’nin AKP türü sessiz sedasız ve en fazla kar getirecek şekilde DÜMDÜZ edilmesine, kamuoyundan saklanması gerçeğine daynadığından çok buruk bir görüntü vermiştir. Bu burukluğu arkaya atacak kadar geniş bir duygusal sanat kavrayışımın olmaması yüzündendir belki de.
Özetle bu gerçeği YOKMUŞ gibi sayma genişliği “sadece sanata değer verelim” tavsiyesiyle dahi kapanmıyor benim gözümde.
Teşekkürler