Taşa Toprağa Duyduğu O Baş Edilemez İlgi

Elif Sokullu, bu yazısında beklenmedik bir fırsat olarak karşısına çıkan arkeoloji stajı deneyiminden, sahada edindiği gözlem ve öğrenimlerden, geçmiş medeniyetlerden alınabilecek derslerden ve bu deneyimin mimarlık algısı üzerindeki etkilerinden söz ediyor.

Hayat yapılan planlara uymaz ama en beklenmedik vakitlerde, umulmaz yerlerde sürprizler yapmayı da pek sever. Phoenix Arkeoloji Projesi de benim için işte böyle bir fırsattı; çıktı geldi, karşıma dikiliverdi ki kaçırılır gibi değildi… Şans eseri karşıma çıkan bir projeye cevap bile beklemeden gönderdiğim bir e-postayla kendimi taşın toprağın içinde tarihi araştırırken buldum.

Apollon Kutsal Alanı, Phoenix Antik Kenti

Apollon Kutsal Alanı, Phoenix Antik Kenti

Lise öğreniminin sonuna doğru birçok sınıf arkadaşım tıp, mühendislik gibi bölümler seçerken, ailem ve yakın çevremin de benden beklentileri beni başka seçimlere yöneltti. Bunun üzerine benim de mutlu olabileceğim bir bölüme karar verip şu an ikinci sınıf öğrencisi olduğum Özyeğin Üniversitesinde mimarlık bölümünü kazandım. Ne de olsa antik kentleri oyun parkı gibi gören, her köşede kendinden büyük kalıntılar arayan bir çocuk olarak büyümüştüm. “Taşa toprağa” olan merakımı da hiç kaybetmemiş, kendimce ilgilenmeye devam etmiştim.

Sosyal medyada gezinirken ¨taştan topraktan¨ gelecek haberleri meğer dinliyormuşum. Günlerden bir gündü ve Phoenix antik kentinden ses geldi, geldi beni buldu…

Sosyal medyanın o bitmek bilmeyen gönderilerini kaydırırken içlerinden bir tanesi dikkatimi çekmişti. Yazları ziyaret ettiğimiz tatil kasabalarının yakınlarında, Taşlıca köyünde, antik kalıntıların fotoğrafıydı bu… Yazın ziyaret ederim düşüncesiyle takibe alıp bir köşeye saklamıştım ben de…

Mimarlık eğitimimin ikinci dönemindeydim; staj arayışları başlamıştı. Birinci sınıfların yaptığı araştırma stajı bizim de kendi aramızdaki konuşma konularımız arasında yer alıyordu. Çoğu kişinin okulda yapıp kolayca aradan çıkardığı bu stajı arkeolojik kazı çalışmaları ve araştırma projelerinde yapabileceğimi öğrenince kafamdaki o küçük hain ses arkeolojik bir çalışmaya başvurmamı, okulda klimanın altında rahatça geçirebileceğim o iki haftayı Akdeniz’in o kavurucu güneşinin altında geçirmemi söylüyordu.

Heyecanla Phoenix projesine e-posta attım. Doğrusu pek de bir beklentim olmadan gönderdiğim bir e-postaydı; ne de olsa teknik çizimi bile daha yeni yeni kâğıt üstünde öğrenen, rölöve almayı bile bilmeyen mini mini birler diye tabir edilebilecek birinci sınıf öğrencisiydim. Daha da beklemediğim ise hızlı bir şekilde cevap almaktı. Bu şekilde de proje başkanı Dr. Asil Yaman ile tanışmış oldum. Özgeçmiş ve referans mektuplarını da gönderince bir anda kendimi kabul e-postasıyla bakışırken bulmuştum.

Günler uzadı, finaller ve jüriler geçti, hava ısındı. Ağustosun gelmesiyle benim de rotam Marmaris’e çevrildi. Lojmana yerleşme, ekiple tanışma ve ertesi gün sabah beşte kalkış… Karanlıkta edilen kahvaltının ardından araçlara doluşup saat altıda hareket. Arabayla gidebileceğimiz son noktaya kadar gidip köyün en uç noktasına park ettik. Eşyaları sırtlandıktan sonra yürüyüşümüz başladı. İsmini sonuna kadar hak eden Taşlıca köyünde, Bozburun yarımadasının dağlarında taşlı tepelere tırmanıyorduk. Güneş yükseldikçe biz daha da yükseliyor, işlerimizi sıcak bastırmadan bitirmeyi umuyorduk. Vardığımızda farklı bir dünyaya girmiş gibi hissettim. Baktığınızda herhangi bir dağın yamacına yığılmış tonlarca taş ama gerçekten baktığınızda duvarlar, girişler, mezarlar, surlar… O an bilmesem de ilk gördüğümde taşlardan ibaret olan arkaik döneme ait bu yerleşimi bir hafta içinde avucumun içi gibi öğrenecek, hangi taşın hangi duvara ait olduğunu ezberleyecektim.

Sahadaki çalışmalar başlayınca benim yeni olduğum unutulmadı. Arkeolojik çalışmaların nasıl işlediği, bir yüzey araştırmasında sahaya çıkıldığı zaman sırasıyla nelerin yapıldığı anlatıldı. Çok geçmeden ben de ucundan tutabileceğim bir işi bulmuştum, bütün yapıların tek tek numaralandırılıp arşiv için fotoğraflanmasında yardımcı oluyordum. İlk bakışta taş deyip geçeceğim bu yapılar yavaş yavaş şekil alıyor, anlam kazanıyordu. Yapılar, duvarlar, surlar, sokaklar gözlerimin önünde yükseliyor; bir Anka kuşu misali küllerin içinde yeniden doğuyordu. Taşlıca’da kaldığım süre boyunca bunu yapmak giderek kolaylaştı. Bir yapıyı görmek istediğimde nerede aramam gerektiğini öğreniyor, baktığımda ne görmem gerektiğini anlamaya başlıyordum. Arkeoloji okumuş, bu alanda çalışan insanların becerisiyle kendimi kıyaslayamam tabii ki ama ben bakmak ve görmek arasındaki farkı yavaş yavaş kavramaya başlamıştım sadece. Bu farkındalık arkeoloji ile sınırlı kalmamış, mimarlık eğitimimde de algımı etkilemişti. Belki normalde yıllar sonra anlayabileceğim bu olguyu iki haftada anlamış, günlük yaşantıma eklemiştim. Herhangi bir yapıya, bölgeye ya da konsepte baktığımda bakmakla yetinmemeye, gördüklerimi anlamaya, göremediklerimi görmeye çalışmayı öğrendim.

Neyse ki her sabah alacakaranlıkta kalkıp sahaya çıkmama gerek yoktu, benim işim bilgisayar başında çizimlerleydi. Farklı yerleşimlere ait farklı planlar çizerek ofis saatlerini geçiriyordum. Bölge arkaik dönemden günümüze kadar birçok yerleşimleri barındırmış, farklı zamanlara ev sahipliği yapmıştı. Bu kiracıların hepsi bir öncekinden etkilenmiş, bir sonrakine de kendinden bir şeyler bırakmıştı. Bu, buraya özgü bir şey değil tabii ki… Bir medeniyet kurulurken bir öncekinden alıntı yapar, bir sonrakine gömüler bırakır. İki hafta bile olsa tarihle bu kadar iç içe yaşamak bakış açımı değiştirmiş, bazı şeylere yönelen gözlem ve algılama tecrübemi artırmıştı.

Günümüzde yaşamın sürdüğü köyde, Taşlıca’da, yazları yaşanan su kıtlığı ile savaşmak için her evin altında su depoları bulunur. Bu depolar baharda yağmur suyu ile dolar, yazın kullanılır. Bu kadar basit bile olsa geçmişten öğrenebileceğimiz birçok şey var. Stajda belki de öğrendiğim en önemli konulardan biri buydu; geçmiş medeniyetlerin üzerimizdeki etkisinin bina kenarlarında süsleme olarak kullanılan antik dönemden aktarılmış Büyük Menderesi temsil eden Meander desenlerinin ilerisine gitmesi gerektiğinin, geçmişten öğrenebileceğimiz çok şey olduğu.

Taşlıca’da geçirdiğim iki hafta boyunca iki defa sahaya çıkmış; rölöve almak, GPS ile bir noktayı belirlemek ve antik kalıntıların teknik çizimlerini çizmek gibi temelleri öğrenmiş; ofiste geçirdiğim süre boyunca çeşitli beceriler edinmiştim. Arşivlerin nasıl oluşturulduğunu az çok öğrenmiş, arkeologların çizimlerinin hem çok farklı hem de çok da farklı olmadığını görmüştüm. Bambaşka alanlardan, apayrı ülkelerden birçok insan ile tanışmış; farklı sesleri dinleyip bütün bu seslerin tek bir proje altında birleşmesine şahit olmuştum. Arkeolojinin temellerini öğrenmiş, bir mimar olarak benim de içinde bulunabileceğimi görmüştüm. Öğrendiğim derslerde anlatılan bilgilerinin dışında birçok farklı düşünceyi dinlemiş, pek çok konuda yeni algılar oluşturma şansım olmuştu. Ama belki de kazandığım en önemli farkındalığı saha çalışması için çıktığımız dağlara, yaptığım çizimlere bakınca; kabul olmayı beklemeden başvurduğum stajı mutlu bir şekilde bitirince gördüm.

Halen mimarlık eğitimini sürdüren, mimarlığa merakıyla hevesli ve tutkulu bir ¨talebe¨ olarak şuna karar verdim:

¨Hiçbir hedef ulaşılamaz, hiçbir dağ çıkılamaz değildi!¨

Etiketler

Bir yanıt yazın