Terbiyesizle Edepsiz Üzerine Harut ile Marut Hikâyesi

Edepsizden terbiye beklemek gereksizdir, geçme katırın önünden teper, zira onun aslı eşektir!”
Bu tırnak [“] içindeki deyişin sahibi yoktur, demek ki anonimdir, herkese aittir.
Biz de kullansak, bundan ne çıkar?
Bugün telif ücretini dahi ödemeyen yayınevleri olduğuna göre bizden bu lakırdının müellifi bir şey talep etse üçün beşini alır…
Bu deyiş mühimdir!
Kime ait olursa olsun edepsizle terbiyesiz arasındaki ince çizgiyi bize gösterir.
Ayrıca 3’ün 5’ini alır dediğimiz için argoyu kullandığımızdan biz de terbiye eksikliği gösterir, ama hemen yazımızla kendimizi affettiririz.

Terbiyesizle edepsiz arasında ciddiye alınması gereken önemli bir fark var!

Her terbiyesiz edepsiz olmaz, bazen edeplisine de rast gelinir…

Aynı şekilde, edepsiz adamın terbiyelisi hemen her köşe başında kendini gösterir ki, böylesi aslına bakarsanız, daha fenadır.

Terbiyesini takdim edip edepsizliğini bu perdenin arkasında tiyatro edeninden korkmalıdır.

Rezilliğin son perdesi şeyleri gözünü kırpmadan yapacağını anlayıp, sayılı fırtınalardan biri daha geliyor diye edepsize karşı tedbir alana kadar, edep fakiri elini çabuk tutup edeceğini eder…

Zira karşınızda edepsizliğine terbiye kuralları çerçevesinde kalıp ve kılıf uyduran birisi vardır; maazallah…

Şimdi, ahlak dersi vermeye kalkan hocalar gibi, terbiyesiz kime denir, edepsiz kimdir diye aynayı çevirip insana bir bakalım. Ayna faydalı-faideli şeydir; lafını esirgemeyen, doğru sözlü bir cam parçasıdır.

Bilirsiniz ki terazi dirhemle tartar, ayna ise yalanı olmayan bir sırlı camdır.

Mesnevi’de yazıldığı gibi, “Ayna ile terazi kimse incinmesin, utanmasın diye doğru sözü saklar mı?” [Mesnevî, 1.cilt,3549, s.284]

Terbiyesiz, en kısa tanımıyla, görgüsüzdür, yani kabadır, tüyü bozuk bir adamdır. Hat derken hot der, akım derken bokum der, hasılı yontulmamıştır, kalas bozmasıdır, kısacası terbiye edilmemiştir.

Terbiyesi eksik kalmış sulu köfte gibi üzerine azıcık yumurta sarısı ve yarım limonu çatalla çırpıp köpürme kıvamındayken döker, bir taşım da kaynatırsanız belki adam olacaktır.

Çıkmayan candan umut kesilmeyeceği gibi, terbiyesizin de ümit gösteren bir efendi yanı vardır.

Ama edepsiz öyle midir, ya!

Ona ne yapsanız, ne etseniz nafiledir!

Edepsizin çorbasına değil bir tane, kümes dolusu sepet sepet yumurta kırsanız ve sulu yatak limonundan şerbet şerbet dökseniz, terbiyesi olmaz, tarifesi işe yaramaz.
Onun fıtratında, yani varoluşunda değişiklik yapmanız olanaksızdır.

Edepsiz adam ne yapar eder, ahlaksızlığını yine gösterir; kendini ele verir.

Varoluşunun gereğidir edepsizliği…

Konuşurken karşısındakini ısırır gibidir, dudaklar zehirden, dili ateştendir.

Son söylenecek, hatta hiç ağza alınmayacak şeyi pattadanak yüzünüze tokat atar gibi söyler; acımasızdır…

Kalp kırmak onun için sıradan bir şeydir, pazardan alınmış üç kuruşluk bir çay bardağını yere fırlatır gibi kırar, üzerine basıp da geçer.

Edepsiz aynı zamanda gamsızdır, dünyayı dert etmez.

Lakırdısını dirhemle satan eskilerin deyişiyle ‘Dünya gamsızla arsızın imiş!’; bu nedenle arsızdır.

Dahası, dünyayı kendisine hediye edilmiş zannıyla yaşar.

Her şey ona hizmet etmeli, her zaman her şey onun çevresinde dönmelidir. Bir mecliste, sofrada, cemaatin içinde sohbet mi ediliyor, muhakkak o kalabalığın merkezinde olmalı, onun lakırdısı edilmedi mi surat asmalıdır.

Bu hâliyle has be has bencildir…

Nerede bir edepsiz görürseniz, gidip terbiyesize sığınınız; en azından ikincisinin belki efendiden bir adam olmak ihtimali vardır.

Şimdi gelelim bunca lafı, Haliç’in tekne kalabalığında sandal gezdirmek gibisinden zorlukla, niye ettiğimize! Öyle ya, merak edip durursunuz, bilmez miyiz?

La galanterie olarak Frenk dillerinde yer etmiş kelime, bilhassa kadına karşı aşırı düşkünlük, kadın denilince hazırola geçmek hâlini, itiyadını-alışkanlığını açıklar. Galanteri erkek her fırsatta kadına iltifat, ikram, ihsan, ihtiramat-saygı gösterir; nezaketinin sınırı yoktur.

Canlandırma-ilustrasyon eserleri pek meşhur olan Amerikalı ressam Mort Künstler’in havuz başında galanteri erkekleri etrafına toplamış genç kadın resmi lafımızın burasında bize lazım olur. İlustrasyonu 1960’lı yıllarda yaptığını, galanterilerden birisinin sigara paketi uzattığından anlıyoruz; bugün talep etmedikçe, Amerika’da bir hanıma sigara uzatmak kabalıktır; o vakitler incelik sayılıyordu. Galanteri erkeklerden hangisine yüz vereceği anlaşılamayan sarışın hanımın bikini üstü yok gibidir; belki vardır, merakta kalırız.

Erkeğin galanteri olmayanının kadın karşısında, velev ki at gibi davranmıyorsa, pek şansı yoktur! Kadınların şövalye ruhlu erkeğe dudak ucuyla tebessüm edip geçici bir aşk yaşamaya hazır olduklarını ifade etmesi, az şey sayılmaz; bu aşkın şerefine nice can kıyılmıştır. Fakat kadına karşı nezâket gösterisinde haddini aşan çapkınları da görmezden gelmeyin; bunlardan birisi Don Juan’dır. Don Juan’ın saraylarda öpmediği el, bûse kondurmadığı omuz, makas alıp sıkıştırmadığı yanak kalmadığını Bağdat’taki Sağır Sultan bile duymuştur. El öpmek galanterinin ilk adımıdır, sonrası kısmete kalır.

Erica Guliana-Nachez’in, aramızda hâlen üreten bir ressam olarak aristokratik aşklar çizdiğini biliyoruz. İşte onlardan bir tanesi, kara kalem gravür çalışması olarak sunulur ki galanteri erkek kadın karşısında iki büklüm eğilmiştir; çevreye bakarsanız bir sarayın bahçesindedirler. Çizilmiş bir büyük tanrısal tasarının ilk aşaması el öpmektir, buradaki soylu erkek bu göreve taliptir.

Galanteri erkek büyük ölçüde monoman karakterlidir; hem edebiyatta, sanatta hem mitolojide, hatta dinlerin kutsal kitaplarında sıkça karşımıza çıkacaklardır.

Don Juan için Monoman Karakter diye bir edebî-psikolojik tanım ve teşhis koyulduğunu burada aktarmalıyız; lazım olacaktır. Bir şeye saplantılı kalmış karakterler, monomandır; La galanteri olmak biraz da tutkulu saplantıdır.

Nihayetinde aranan ve el uzatılan kadın la femme introuvable, yani Don Quijote’nin hayalindeki kadın Dulcinealı Toboso gibi bulunmaz kadın değildir ya!

Elimi sallasam ellisi diyen nicesi zuhur eder.

Ne ki, bulunmaz Hint kumaşı gibi birini gördük diye karşısına ilk çıkan kadının Şeytanî planlarına esir olmuş ve Tanrı’yla yaptıkları pazarlığı daha ilk merhalesinde bozmuş Harut ve Marut bizim sözümüzü dinlemez.

Harut ve Marut eski bir hikâyedir; Zerdüştlük zamanlarından, Pers İmparatorluğu tarihinden kalmadır.

Fakat Ortadoğu dinlerinin hepsinde kabul görmüş, son olarak da Kur’an’da, Bakara suresinin 102.ayetinde zikredilmek suretiyle, İslam’ın resmî hikâyelerinden birisi olmuştur.

Farsî ve Arabî kaynaklarda Harut’la Marut’a dair çizilmiş, bugünün illüstrasyonlu kitapları gibi tek bir eser vardır ki, Cennet’i mekân olsun, Kazvin kentinden Zekeriya İbn Muhammad adlı hattat, ressam, astronom, fizikçi bize bunu kültür mirası diye bırakmıştır.

11.yüzyıl başında yaşamış bulunan Zekeriya Hoca’nın Arapça yazdığı “Var olan Tuhaf Şeylerin ve Yaratıkların Hikâyesi” başlıklı eserinde Harut&Marut’u başaşağı, ayaklarından asılmış olarak görür, ibret alırız.

Fakat evvela hikâyesi mühimdir; galanteri erkeklere ders olsun diye…

Anlat diye bekliyorsunuz, hiç bekletmez, hemen anlatırım:

Tanrı katında uslu uslu oturan iki melek vardı. Birisi Harut, ötekisi de Marut; Edi ile Büdü gibi…

Bu iki melek, yeryüzünde insanların habire günah işlediğini görmekle acı çekiyor, arada bir gidip Tanrı katında, “Efendim, sizin her türlü ihsanınızla dünyada keyif çatan insanoğlu nasıl bu kabahatleri işleyebiliyor ki, akıl almıyor!” diye serzenişte bulunuyordu.

Tanrı ise “Ey meleklerim, sizin bunlara aklınız ermez!” diyordu, “Ben insanları şehvet ve ihtiras duygusuyla yaratıp dünya üzerine saldım… O yüzden bunları yapıyorlar. Siz bu kötülüklerden masumsunuz!”

Harut ve Marut, Tanrı’nın niye insanları şehvetle yaratıp, sonra suç işletip ilahî adalet karşısında mücrim duruma soktuğunu bir türlü anlaması elbette beklenemezdi.
Lakin bu iki, efendiden çıtkırıldım meleğin birden bire insanlaşacağı tuttu.

Dediler ki, “Ey yüce tanrımız, bize insan kimliği ver, dünyaya gidelim bak biz öyle yapmayacağız!”

Söz mü, söz! Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın…

Tanrının, Harut’la Marut’a insandaki şehvet, ihtiras, harislik duygularını verip yeryüzüne yolcu etmesi işten değildi. Işınlanmış gibi yeryüzüne indiler, iner inmez dünya güzeli bir kadınla karşılaştılar.

Kadın seksiydi, meleklerin aklı başından gitti.

Her ikisi de kadına sahip olmak ve onunla yatağa girmek için bir telaş duydu.

Kadın, kadınlığı gereği bunu fark edecek ve iki meleğe, demek ki yeryüzüne erkek olarak inmişlerdi, “Sizinle zina ederim, fakat şartlarım var!” diye cevap verecekti.

Maksat erkeği yokuşa sürmektir; ne kadar yokuş yukarı ter dökerse, kadın için o kadar değerlidir.

Harut ve Marut, “Vallahi ne dersen yaparız, hatta birbirimizi öldürmemizi istersen onu dahi göz kırpmadan hallederiz, yeter ki seninle cimâ edelim!” demiştir.

İki melek eskisi, taze erkekler o kadına âşık olmuştur.

Bir kadına âşık olmak, cesaret ister…

Kadın kalbi hassas sismograf gibidir, erkek yüreğindeki her türden zelzeleyi evvelinden hisseder, kaydeder, icabında kullanır… Güzellik abidesi diye nakledilen kadın da melekten bozma erkeklerin niyetini çakozlamıştır…

Güzeller güzeli kadın, “Ben putperestim, evvela benim putuma tapınız!” der, sonra “Bu da yetmez, içki içmezseniz cimâ ve zinâ eylemem!” diye şart koşar. Şarap testilerinin biri gelir, ötekisi gider…

Harut ve Marut’un barutu bir kez ateş almıştır, ne yapıp edip kadına sahip olmak üzere her şeyi göze almaya hazır bulunurlar.

Böyle alengirli işler olunca, bütün ötekiler gibi takiye yapmaya, mezhebini ve dinini saklamaya alışıktır bizim melek eskisi erkekler, “Yahu şu kadını elde etmek uğruna şakacıktan evet desek ne çıkar!” diye insansı bir örnek gösterip kabul ederler.

Tam o sırada bu muhavereye, yani sohbete kulak misafiri olan zavallı birisi ortaya çıkmasın mı, hikâye bu, tabii çıkar!

Kadın,”Bizim zinâmıza, cimamıza şahit olan bu adamın katli vâciptir. Gidip, öldürmezseniz asla arzunuza kavuşamazsınız… Size parmak ucu dahi göstermem… ” diye iki meleği cinayete teşvik eder.

-Ey Feminist kadın okurlar, hele avukat ve bir de solcuysa, bana kızmasın; ben dinî bir masalı anlatıyorum; misojinst de değilim!-

İşte kadının azmettirmesiyle Harut ve Marut gidip bir cinayete ortak olur.

Bunca zahmetten sonra kadından beklediklerine kavuşsalar, hani iktisatta marjinal fayda hesabıyla fena olmayacaktır, ama fena olur, kadın ortadan kaybolur; Harut ve Marut dımdızlak ortada kalır.

Bütün bu olan biteni seyreden Tanrı, iki meleğini cezalandırmak üzere, onları baş aşağı asılı olarak bir kubur çukurunda, yani kanalizasyon kokuları içinde sonsuza kadar gömülü bırakmaya karar verir.

Ceza yeri Bağdat’tır. Bu Bağdat, zaten cezaevi gibidir…

Bilmem ki çoğu Bağdat’ta geçen 1001 Gece Masalları’nda bu hikâye yer etmiş midir?

Kur’an’da ve diğer dinî kaynaklarda aktarıldığına bakarsanız, Harut ve Marut adlı saftirik meleklerin bu oyuna gelişinde Şeytan’ın parmağı vardır; Şeytan umulmadık bir kapının arkasında durur.

Şimdi geliyoruz, bu işin anhasına minhasına!

Harut ile Marut’un kişilik tahlilleri başlı başına bir meseledir; bütün dinleri alakadar etmiştir, koca koca âlimler bu iki çapkın melek üzerine konuşmuştur.

Fakat bir elin nesi var iki elin sesi var misali kadın olmazsa çapkın da olmayacağından, çapkınlık erkekten geldiği kadar, kadının davetkâr duruşunda kendi bataklığına kavuşacaktır.

Çoktandır İtalyan Sinemasını seyretmedik, haydi gelin biraz beyazperdeye bakalım; ne var, ne yok diye!

1973 yapımı Malizia – Şeytanî başlıklı İtalyan filminde, o vakitler otuzlarındaki Laura Antonelli’nin baştan çıkarıcı pozları zamanın erkeklerini gişe başına koşturmuştu.

Filmde Angela adıyla, dikkat buyurursanız Melek adını taşıyıp rol alan Laura’nın, mesela, bisiklete binerken genç delikanlının aklını başından alan pozları da pek meşhurdur ve sinema tarihinde, Marilyn Monroe’nun havalanmış etekleri gibi unutulur şey değildir.

Delikanlının bu bisiklet sahnesinden sonra ne terbiyesi kalır, ne edebi; aklı başından gider.

Tımarhanelik olsa yeridir…

Biz lafımızın contasını gevşetip, eskiden beri baş aşağı salınan meleklerimizi çamur içinde hepten unuttuk, ama koca koca din âlimlerinin bu melek-insan-şeytan karması yaratıklar üzerine ettiği lafın ardı arkası kesilmez.

Hepsinin üzerinde mutabık olduğuna bakarsanız, Harut terbiyesiz ama edepsiz değildir, fakat Marut Harut’u baştan çıkartacak kadar hem terbiyesiz, hem üstelik edepsizdir.

Kur’an’ın Kâf suresinde, 16-18 ayetlerde anlatılan Kirâmen Kâtipleri gibi, hem sağımızda hem solumuzda duran melekler gibi hiç değildirler.

Birisi kötücül, ötekisi iyidir; mesele terbiye ile edep meselesidir.

Dinî ve mitolojik tarihin baklava börek misali, derin sondaj gerektiren yerlerine ait hikâyeler bu kadar olur; hatası ve eksiğini düzeltmesi de bir başka yazara kalsın…

Ben edebimle ve İstanbul terbiyemle, işte burada, müsaade-i şâhanenize sığınır, Karagöz ve Hacivat piyesi gibi, “Yıktık perdeyi eyleyip viran, varayım sahibine haber vereyim hemân!” derim.

Zaten, zannımızca, Karagöz ve Hacivat dahi Harut ile Marut’un bir Osmanlı versiyonudur.

Cevdet Kudret üstadımızın toparladığı, Bursa’nın Çekirgeli iki kahramanından birisi terbiyesiz, ötekisi edepsizdir; Hacı Cavcav Hacivat’ın aslında terbiyeli bir edepsiz olduğu söylenir.

Fakat siz ne derseniz deyiniz, bana göre hem terbiyesiz hem de edepsiz olan Şeytan’ıharutn ta kendisidir.

Şeytan’a güvenmeyiniz, kutsal kitapları ezbere bilirmiş!

Zaten, unutmayınız ki, Şeytan İncil okumayı pek sever.

Belki, destûr çekmez ve besmele getirmezseniz, Kur’an dahi okur…

Etiketler

Bir yanıt yazın