Etiler’de bir villa rölövesi almaya gidiyoruz. Başıma gelecekleri tahmin ediyorum ama kapıya gelene kadar artistliğimden ödün vermiyorum.
Sen hiç yaşanan bir eve rölöve almaya gittin mi?
Gitme. Çünkü o kutsallaştırdığımız mimarlık mesleğinin en trajik anılarını ben böyle zamanlarda yaşadım.
Yıl 2009, bir mimarlık ofisinde çalışıyorum. O gün hem okul, hem iş arkadaşım Engin’le Etiler’de bir villa rölövesi almaya gidiyoruz. Başıma gelecekleri tahmin ediyorum ama kapıya gelene kadar artistliğimden ödün vermiyorum.
Belki “Avrupai” bir ev hanımıdır, “buyrun, lütfen çıkarmayın” der diye umuyorum.
Demiyor…
Benim ayaklarım 46 numara, terlik olmuyor. O andan sonra hepimizin kutsallaştırdığı o “havalı mimar” kimliğimden iyice uzaklaşıyorum.
Yaşanan evde rölöve almak zaten başlı başına bir dert. Elinde metre, ayağında çorapla evlerinde dolaşan teşekküllü bir tüpçü oluyorum artık. Hatta salonda perdeci, banyoda tesisatçı, garajda marangoz rolünü üstleniyorum. Taşkışla’da Converse, mezun olduktan sonra Camper giyerdim ben. Şimdiyse emprimiş bir çorapla yabancı bir evde geziniyordum. İTÜ’de sabahlara kadar çalıştığım dört yılın karşılığı bu muydu ya rabbi’?
Ama meslek kutsal ya, yaptığım işe bok sürdürmeden görevimi profesyonelce icra ediyorum.
Bir an lazer metreyle hava atayım diyorum, meret artık seramikçilerde bile var, o da bir işe yaramıyor. Bazı odalarda yalandan 360° lazer teraziyi çalıştırıp ortalığı alevlendiriyorum. Merdivenin sinüsünden bahsediyor, rölöve kağıdına gereksiz perspektifler çiziyorum. Ama vardığım nokta ortalama bir tüpçüden, işbilir bir tüpçüye çıkabiliyor, o kadar.
Ta ki, sıra 16 yaşındaki oğlanın odasına gelene kadar.
Evin hanımı çok kibar, tatlı da bir kadın. “Siz mimarsınız değil mi çocuklar” diyor (lazer şov işe yaramış). Kafamı yavaşça eğerek onaylıyorum. Ayak parmaklarımla yine göz göze geliyorum. Küçük-müçük, keşke giyeydim şu terlikleri diyorum.
“Okancım, sen de iyi çalış ki abilerin gibi mimar ol” diyor.
“Nasıl gireyim İTÜ Mimarlığa anne, derece yapmam lazım” diye cevap veriyor Okan.
Anlamak için Engin’in gözlerine bakıyorum. Yahu 2003’te İTÜ Mimarlık iyiydi de, öyle hedef gösterilecek bir bölüm de değildi sanki? Akşam eve döndüğümde hemen üniversite puanlarına bakıyorum.
Hayret…
Yıllar içinde mimarlık, İTÜ’nün yüksek puanlı bölümlerinden biri olmuş, girdiğim bölüm prim yapmış, haberim yok. 10 yıl önce Fikirtepe’den ev almış gibi hissediyorum.
Oysa 2002’de benim üniversite sonucum oldukça travmatik bir sonuç döndürmüş, beklentilerimin çok altında bir puan alabilmiştim.
O dönemde bir yazılım firmasında tasarımcı olarak çalışıyordum. Patronlarım Cem ve Zafer abinin zeka ve başarılarına hayrandım. Türkiye ilk 100’ünden genç dehalardı ve o gün beni kenara çekmişlerdi. Hayatıma yön vermek konusunda bana yardımcı olacaklardı. Kariyerim ve kaderim onların öngörü ve stratejileriyle şekillenecekti.
Cem abi omzumdan tuttu ve gözlerimin içine baktı. Hayatımın en önemli kararını vereceğim konuşmasını yaptı.
“Dostum” dedi. “Bu durumda ya İTÜ Mimarlık, ya Boğaziçi Felsefe’ye gireceksin. En güzel kızlar orada.”
31 yorum
Arkitera gibi bir kurumdan beklemezdim.
“Avrupai” kelimesini tırnak içinde yazılmasının, evde ayakkabıyla dolaşma fikrini Avrupai bulmak gibi aptalca bir yaklaşımla dalga geçtiğinin anlaşılacağını umdum. Mesleğimi bölümde kız var diye seçtiğimin kabulune kadar geldiyse artık, direnmeyip her yazımın altına “yazılanlar yalan dolandır, kolay hazımlıktır, midede dağılmalıktır.” satırını eklemekte fayda var.
Bunu eklemeye ısrarla direniyordum ama beklentimi düşürmenin vakti geldi sanıyorum (ofansif almayın lütfen). Aynı görüşte olduğum ve aynı şeyleri eleştirdiğim insanların, bu anlatıma kızmalarını hayretler içerisinde izliyorum.
Aslında tüm yazılarımın mimarların egosuyla dalga geçtiğini belli ki iğnelemeyle anlatamayacağım. Eprimiş çoraplarımdan bahsetmek suretiyle toplumda prim yaptığımın düşünülmesi mimarlarla dalga geçmekte haklı olduğum konusunda güvenimi tazeledi.
Yazılanlar iğneleme, iğneleme. “Why so serious” diyeceğim, bu sefer de başkaları gelip niye ingilizce diye kızacak.
Bu yayına yakışmadı denilince bir an kafamı kaldırıp sol üste baktım. yazıyı Arkitera yerine “Quarterly Journal of Economics”e mi göndermişim diye, yoo, oraya da göndermemişim. Ama bu konuya benim cevap vermem yanlış olur. Belki de böyle bir kuruma yakışmamıştır hakikaten. Editörler de bu yorumları okuyor, eleştiriyi alıyorlardır diye tahmin ediyorum.
Size aşağıda bir kaç link vereyim, neşemizi bulalım.
http://rktr.co/1uZ2FdX
Bu yazımda benzinciden 10 liraya aldığım gözlükle ne kadar üstün bir mimar olduğumu, mimarlık mesleğini kutsayarak anlattım.
http://rktr.co/1xLNu4X
Bu yazımda mimarların ne kadar seksi olduğunu ve diğer insanların ne kadar seksi olmadığını anlattım.
http://rktr.co/1uZ2GPd
Bu yazımda da çatı katı yerine penthouse diyerek diğer insanlardan ne kadar daha üstün olduğum üzerinde durdum.
Yazıyla ilgili söylenebilecekler aşağıda çok net ifade edilmiş zaten . Ancak, Arkitera’nın yayın politikasını anlamakta zorlanıyorum, anladığım kadarıyla içinde mimarlık kelimesi geçen herhangi bir şey yayınlanabiliyor. Ya da yazarın mimarlık diplomasına sahip olması yeterli. Öte yandan son 30 gün içinde en çok okunan yazı olmuş bu “şaheser”. Demokrasi güzel şey, pek tabi herkes istediğini söylesin de, bu sene üniversite tercihini yapacak olan ve kazara bu yazıyı okuyan çocuğa karşı hiç mi sorumluluğumuz yok?
Kendisine hiç bu kadar dışarıdan bakan bir insan görmemiştim, gördüysem de bu şekilde fütursuzca dışa vuran . Bir ”mimar” kişi ki( kendini tanımazmış gibi) gözleriyle sürekli kendi bedenine dıştan bakıyor, çoraplarını gözlemliyor, kendini o şekilde inceleyip, inşa ediyor. Maskeler gerçekten de iç ile dış (ruh ile akıl yani) arasında bir varolma sorununu çözen bir şeyden ziyade, sorunun kendi kaynağı haline gelmiş. Tüpçü, seramikçi bölümlerine zaten hiç gitmeye gerek yok, parantezi açıp kapatıyorum. Bir mizah kaygısı güttüğü belli olan yazı aslında gülünç bir duruma geliyor. Dışarıdan kendini şöyle prestijli böyle entelektüel belki hümanist gösteren bir takım meslek imajlarının içi aslında bu derece yüzeysel, yapay ve saçma sapan. Yazarın henüz genç olduğunu düşünüyordum ki, 2002 de Üniversite sınavına girmiş olduğuna göre bu seçenek de ortadan kalkıyor. Ne kendine ne başkalarına bu derece vitrinden bakmayan her insan bir mimarlık (vb. prestijli olduğu varsayılan meslekler -kime göre neye göre- ) diplomasının gerektirdiği (ki aslında gerektirmez) saygı ve sevgiden daha fazlasını hak eder, seramikçi , tüpçü, işsiz, aylak vb. hiç farketmez , zaten neden farketsin ki. Neye dayanarak toplumun belli bir kesiminin başka kendisinin başka tavırlara ve ayrıcalıklara sahip olması gerektiğini düşünür ki insan. Amaçsız, saçma bir yazı olmuş, biraz da üzücü. hedeflendiği gibi matrak da değil.
Henüz , tenkit üslubu konusunda yeterince “avrupai” değiliz sanırım. Batının lüzumsuz ciddiyetini almışız galiba onun yerine. Hep yazdın, hep eleştirildin. Olsun. Yine yaz yine eleştiril. Daha iyi eleştiril.
yaşanan bir evde rölöve almaya gittim, hala gidiyorum. ayaklarım da 46 numara, yanımda galoş var. tıpkı emlakçılar, elektrik süpürgesi pazarlayanlar, kombi bakımı yapanlar vb. gibi!
Yazarın kendi blogundaki yazıları takip eden biri olarak -içlerinde eğlenceli, ve ilginç bulduklarım olmuştur – bu son yazısının altındaki sert eleştiriye hak vermeden edemiyorum. Yazılarındaki samimiyet ilgimi çekmiştir ancak geldiği nokta samimiyetin ötesinde çevremizdeki çoğu mimar(!)da gözlemlediğimiz kendini mesleğinden ötürü büyük görme, adeta mesleğini bir birikimden, deneyimden çok giysi/ maske olarak olarak kullanan ve ‘mimarlık bir yaşam felsefesidir’ diyen hocalarımızı/ büyüklerimizi ( kaldı ki ben böyle düşünmüyorum) yöntem olarak bile değil sadece şekil olarak izleyen birinin yaklaşımını görüyorum bu yazıda. Belki yine bir blogda bu kadar kötü karşılanmayabilirdi ama Arkitera’da böylesi içerikten yoksun bir yazı olmamalıydı çünkü şekilcilikten öte bir şey yok yazıda maalesef, mizah bile.
Konu bunun gibi bir yazının eleştirisi , yayınının eleştirisi ise bir an için kendi kabuğunuzdan sıyrılıp özeleştiri yapmayı aklınıza getirebilirdiniz belki. Bir sürü yerde mimarlıkla ilgili gerek iğneleyici gerek mizah içeren ama eninde sonunda içinde yaratıcı bir incelik bir farklılık barındıran yani değer katan yazı bulmak ve bunları keyifle okumak mümkün. Ama linkini verdiğiniz yazıları da okumuş ve tarzınızı bilen biri olarak bence bu, eleştirilere karşı gerçekten ‘ofansif’ bir tavır.
Oo arkadas destegi de gecikmemis. Sen yaz da berbat bile olsa biz arkani koruruz tavirlari gercekten umut verici. Bu yazinin basarisi okunma sayisiyla alakali degildir. Baslik ilgi cekici yazarin uslubu da ilgi cekici bence. Kaldi ki ben kendisiyle hicbir alakam olmadigi halde diger yazilarindaki samimiyeti ve mizahi elestirileri ve saglam gozlemleri begendigimi ama bu yazida bir icerik sorunu oldugunu belirtmeme ragmen en ufak bir ‘acaba mi? ‘ olmadi , bu egoyla ve savunmaci yaklasimla olmayacak da galiba. Cunku biz gercekten en iyisini biliriz yaptik mi en iyisini yapariz. Her zaman! Bravo , yürü, supersin , harikasin. Bir de biz var ya millet olarak cok komigiz, ya da cok ciddiyiz, ya da cok asagilik bir irkiz, ama hep birlikteyiz iste boyle hep ayni kefedeyiz. Komedinin dibi budur, aynen devam.
Arkadaşlar şu an yazacaklarımı buradan yazmam aslında uygun değil fakat yapmak zorundayım ; hem sizlere hem de yazıyı okuyacaklara uyarı olması için. Yazının sahibi arkadaşla ilgili, kendisinin henüz bilmediği, herkesin kendisinden gizlediği önemli bir bilgi vermem gerekiyor. Arkadaşımız uzun bir süredir tedavisi oldukça acılı, zor bir hastalığın pençesinde. Tüm ailesi, arkadaşları, “patron”ları, rölöve almaya gittiği evin sahibi ve itüye girmesi bir hayal olan genç, doğalgazın olmadığı zamanlarda evine tüp hizmeti getiren tüpçü amca, “yaptığı işe “bok” sürmeden görevini profesyonelce yapan” tesisatçı dayı ve etrafındaki kendisi hariç diğer herkes ondan bu onulmaz hastalığını gizliyor. Hastalığını öğrendiğinde “kutsal meslek” mimarlığı bırakacağından, kendini dağlara taşlara atacağından, derviş misali yollara düşüp çare aramaya kalkışacağından korkuyorlar, o doktor senin bu doktor benim gezip kendini perişan etmesinden korkuyolarlar. Zavallı arkadaşımız ne yazık ki çok zor durumda. Tedavisini ise hastalığı tanımlayan ve reçetesini veren Alfred Adler bize söylüyor,
“Üstünlük kompleksi, Alfred Adler tarafından ortaya atılan Bireysel Psikolojinin temel ilkelerinden biridir. Kişinin doğuştan var olan aşağılık kompleksine dayanarak kendini diğer insanlardan daha üstün görme, yüceltme karmaşasıdır.
Kişi hep üstün duruma geçme, sahip olma, kendini kahraman gibi görme davranışları gösterir.
Adler, bu gibi insanların aile, geçmiş anılar gibi faktörlerden dolayı toplumun dışında kaldığını, soyutlandığını ifade eder.
Tedavi şeklininse dostane ve güleryüz çerçevesinde, içinde bulundukları durumu hoşgörüyle kendilerine anlatarak onları bu durumdan kurtarmamız gerektiğini savunur. Onun için bundan başka çıkar yol yoktur.”
Arkitera gibi bir kurumdan bunu da beklemezdim Emre Akyazı.
Yazıyı değil ama eski bir Kültür Bakanı’nı (güncel bir bakan da gelebilirdi) etkinliğe davet etmesini Arkitera gibi bir kurumdan beklemezdim.
Trol, İskandinavya folklorunda genellikle dev ya da cüce olarak resmedilen, mağaralarda yaşayan efsanevî, çirkin bir yaratıktır.
Önceki yazılarınızdaki hissedilen ağır ironi kokusu bunda biraz hafif kalmış. Bu yazı biraz daha hızlı ateşte piştiyse demek. 🙂
Bu arada yorumlarda dikkatimi çekti. röleve değil rölöve olacak. 🙂
Bu yazı seksist ve sınıf ayırımcıdır. 100 editöre sorun cevap bu olacaktır. Dalganızı geçin Ömer Bey, biz at gözlüklü mizah anlayışı olmayan mimarlarla. Ama siz de bir at gözlüğünüzü çıkarın da öyle okuyun bu yazıyı, “güzel” olmayan kadının gözünden. Lazer metresi olan tüpçünün gözünden. Evini mimara yaptırmak isteyen ev hanımının gözünden.
”Arkitera….. (vs) bunu beklemezdim.” olmadığına göre paydaşlar kısmı biraz rahatsız etmiş, -nasıl desem- , ironisi biraz eksik kalmış. İmam trollük yaparsa cemaat 3 dakikada yazdığı yazıyla”mizah” arar, bu yazıda cemaat imamı aşmış bile mesela. (metafor yapıyor olduğumu belirteyim,karışmasın, tek söz sanatı ironi değil.)
Çirkinlik meselesine gelirsek, canlı ve cansız varlıkları, özellikle de canlıları- güzel ya da çirkin diye tasnif etmemeye gayret ediyorum. ama kendini bu şekilde teşhis eden ”efsanevi ”kişinin bu özeleştirisine (ya da eleştiri demeyelim), itirafına saygı duymam gerektiğini düşündüm. bir de sanki cüceymiş gibi göründü bu mesafeden, uzaklık yanılgısıdır belki, ironili aynadır, odakla merkez arasında farklı göstermektedir.
“İroniden anlamayan nesle aşina değilim.”
Sizi kutluyorum. Elestirilere karsi her seferinde tek dozda kullanacaginiz guzel bir taktik. Arkiterayi gozunde cok buyutenler varsa demek ki.
http://rktr.co/1z1MrQy
rölöve alan anlar ancak. Nişantaşında bir dükkanın rölövesini almıştık. ayakkabıları çıkarmadık ama bir usta karizması vardı tabi. o an mimar olduğumu haykırmak istedim beni yok sayan teknisyene ve mal sahibine.
Mimarlığın, bir tüpçüden, bir marangozdan yahut bir tesisatçıdan farklı olmayı gerektirdiğini düşünmüyorum. Türkiye’de ki çalışma koşullarını özellikle sorguladığımız bu dönemde bu yazı oldukça sevimsiz gözüktü.
Efendim ben de daha yeni yazı verdim Arkitera’ya Hindistan’a bir gezi hakkında. Yorumları görünce korktum. Arkitera’dan beklemezdim hemen kabul ettiler. Umarım hızlıca yayınlanır. Bana bu kadar sıkı “dalmazsınız” umarım. Keza Sedat’ın en beğendiğim yazısı olmasa bile “mimarın evdeki hali” açısından kabul edilebilir dozda.
Şimdi ben de bir anı patlatayım. Ekonomik krizde özel butik tasarım yapan ve yeni açtığım mağazamın yeri dolayısılığıyla ciddi kira ödeyen biriydim ben. İmanım gevriyordu kiraya para yetiştirmek için. Elemanım bile yok durumum o kadar fena. Bir odasında mahalle arasındaki raylı dolaptan yaptırıp verim alamayan üst gelir grubundan birileri mağazama genel ölçüler ve fotolarla geldiler. Parasını verip tasarlanmış bir dolap yaptırmak istiyorlardı. Genel olarak tasarladım, fiyatta anlaştık. Evelerine gidip kesin ölçü almam gerekti. Keza ilk ölçüde bazı yanlışlar olabilirdi.
Eve gittim ailenin yatak odasındayım. Oğlan var harbiden sevimli. Komik bir çocuk çok sevdim ama sevdiğimi anladı pek bir hiperaktif, ölçü almamı engelliyor. Çantamı karıştırıyor, efenim tam ölçü alacağım o köşede arabasıyla oynamak istiyor. Ayaklarımın arasında dolaşıyor. Bu kadar rahatsızlık verirken annesi normal karşılıyor. Çocuğun ismi Demir. Babası da Demir tüccarı. Ben de çocuğum olursa ismini AutoCAD koyarım filan diye düşünürken annesi içeri gidiyor. O sırada yatakta zıplamaya devam eden Demir’e
“Demircim bak çok zıpladın oynadın, koştun. Bak yanakların kıpkırmızı oldu. Bir rahat dursan ha yavrucum”
dedim o da bana “Koşmaktan değil o, domates yedim de ondan” dedi. Ay yaramaz ama sevimli. Sormayın.
Neyse içeri geçtik. Baba da geldi. Hanımefendiden genel olarak son kez istekleri hakkında konuşurken konu yine Demir’e geldi. Ben de içeride bana dediğini anlatayım dedim.
Kadın şaşırarak “Aaa Demir domates mi yedin” diye panikledi. Baba da açıkladı Demir’in domatese alerjisi varmış. Panikle doktor arandı evde hazır tutulan ilaçlara hücum edildi. Ben de o hengamede ayak altında dolaşmadım kendim kapıyı kapadım ve çıktım evden.
Neyse ben de arada bir anımı şeetmiş oldum. Bir rahat olsanız arkadaşlar. Bence o kadar kıyamet kopacak bir yazı değil.
Kolay gele.
sonra da o adam gelmiş ve buraya yorum yapmış.
Yazık piyano da çok acıtır ya…
Sedat, yapılan bütün bu yorum ve eleştirilerden , bir sonraki yazın için gayet sağlam bir malzeme çıkmış gibi görünüyor. Lucky you!
Sedat, o terliklerle tarz değilsin. Mimar gibi tarz olman için sana pabuç lazım.
(Bu arada önceki yazılarını okurken hissettiğim “Bu kişi hangi gezegende yaşıyor acaba?” sorusunun cevabını bu yazınla ” Bizim dünyamız hatta Türkiye’de” olarak kanıtladığın için teşekkür ederim.)
Terlikle mimarlık konusu çok güzel gelsenize.
Her şey iyi gidiyordu da şu cinsiyetçiliğe gelmeseydik. (Seyda g yazınızı beğendim demek istiyorum)
Arkitera içinde numunelik birkaç erkek çalıştıran dişi dolu bir kurumdur. Bazen ofislerini ziyaret ettiğimde (Arkitera ile arkadaşlarımın orada çalışması dışında bir bağım yok) erkek muhabbeti yapmak için arka odada tek başına kalıp sonra yine içeri girdiğim doğrudur. Arkitera’da bugüne kadar 100 kişi çalışmışsa bunun 93’ü dişidir. Vallahi öyle. Hal böyleyken dişilere kötü muamele gibi bir durum her yerde olur burada olmaz.
Ne Sedat’ı ne de Arkitera’yı koruyacak değilim. Zaten Sedat’a “Diğer yazılarını çok hoş. Çok beğenmiştim onları ama yalan yok bunu beğenmedim” diyecek kadar dürsütüm.
Gelelim avatar meselesine. Ben kısa saçlı kadınları daha estetik bulurum. Zaten söz konusu avatarın kaynağı şuradan olabilir.
http://rktr.co/12oFmi0
Hem ne güzel, dişi üyelerin hemen bu avatardan kurtulması için bir dürtü de yaratabilir.
Fakat sizi temin ederim ki dert “kadınları aşağılamak” olmasa gerek.
Yine de haklısınız ben Arkitera’daki arkadaşlara bir baskıda bulunayım da “yumurta” gibi bir şey yapsınlar. Tivütır gibi.
Yani Arkitera gibi bir kurumdan beklemezdim diyorum. hehehe
Yorumunuzu beğendim ama. 🙂
Gülmek devrimci bir eylemdir… Somurtmaya lüzum görmüyoruz. Sevgiler herkese.
Dilerim bundan sonra rölöve almaya giderken yanında bir çift ayakkabı (evde giymek için tabi…) bulundurursun… 🙂
Bence burdaki çözüm GALOŞ ola bilirdi:))galoşu hafife almiyalım ,aldırtmıyalım…
hikayenin bir yerinde kendini über karizmatik hisseden mimarın arsızca sırıtan bir ayak parmağıyla gözgöze gelmesini bekledim. mimara oradan hello bende burdayım demesini hoş olurdu 🙁 yaşayan ev rölövesi 2 kısımda ele alınmalı çünkü 1) ayak kokusu 2) delik çoraptan fırlayan baş parmak 🙁