9.05.’24 tarihinde, “Hatay Yeniden Canlanıyor Toplantısı Üzerine” yapılan basın açıklamanızda -özellikle bu çalışmaların yapılma biçimi konusunda- getirdiğiniz eleştirilerin büyük bir bölümüne katılıyor olsam da eksik ve yanlış olduğunu düşündüğüm önemli noktalarda açıklama yapmayı kendi adıma gerekli görüyorum.
Yazınızı okur okumaz yazdıklarımı biraz bekletip, güvendiğim insanlarla tartışarak gözden geçirdim. Haklısınız diyerek yazmaya gerek duymadığım bir noktaya gelmek isterdim. Bunca ‘itiş kakış’ın arasına bir de Mimarlar Odası’nı koymanın alemi yoktu ama ne yazık ki yazmak zorunluluk oldu…
Türkiye gibi hiçbir şeyin olması gerektiği gibi yürümediği bir ülkede bu gibi karmaşık, önemli ve acil konularda yöntemin yanı sıra yapılanlara da bakmakta yarar var diye düşünüyor ve olabildiğince kısa değinmelerle önemli bulduğum noktalarda düşüncelerimi ve bu düşüncelerle nereye varmaya çalıştığımı açıkça belirtmek istiyorum.
Sizin yazınızda altını çizdiğim yerleri numaralandırdım ve yazımın içine aldım ama bağlamı anlayabilmek için her iki yazının birlikte okunması daha iyi olur.
… büyük oranda sermaye güdümüne bırakılan yapı üretim-denetim süreçlerinin sonunda elde edilmiş yapılı ve doğal çevrelerin çöktüğü… (1) ve … bütüncül olmayan imar planlarına izin verilmesi… (2) diyerek anlatmaya çalıştıklarınız “malûmu ilâm” etmekten başka bir şey değil. Evet, durum bu, hep böyleydi, şimdi de böyle ve ‘devrim’e kadar’ da bu böyle sürecek gibi görünüyor… Durup beklemek yerine bu denli acil bir durumda ‘her şeye rağmen’ yapılacak bir şey olabilir mi diye düşünmek ve bu düşünceyle davranmak mümkün ve dahası gerekli değil mi..?
… Mimarlar Odası olarak afet sonrası kentlerin yeniden yapılandırılmasında geçmişte yapılan hatalardan ders alınarak “bilim dışı” kararlara son verilmesini ve kamu yararı ile yurttaşlarımızın anayasal haklarının öncelendiği bir anlayışın gözetilmesi gerektiğini düşünmekteyiz… (3) cümleleri depremden bir hafta sonra söylendiğinde anlamlı olurdu ama depremden 15 ay sonra söylendiğinde sadece bir cümle olmaktan öteye geçemiyor… Evet dediğiniz gibi olmalıydı ama ol(a)madı..! Peki bu durumda dediğiniz gibi olmasını mı beklemeliydik yoksa elimizden geleni mi yapmalıydık? Öznesi belirsiz, dilek kipinde kurduğunuz bu cümleyle nereye varılabilir? Kim yapacak bu dediklerinizi? Felaketin ardından 15 ay sonra bu cümleyi kurmak ancak ‘acizlikle’ açıklanabilir. Aciz olmak ise elinizi kolunuzu bağlar ve şimdi olduğu gibi söylenmekten öteye götürmez…
… tasarım ve planlama sürecinin Türkiye Tasarım Vakfı’na devredilmesinin şeffaflıktan uzak ve sorunlu olduğunu düşünmekteyiz. Hatay kent merkezi bölge ve kent bütünü ile ilişki kurularak, kentin ekonomik kalkınma senaryoları ile ilişkilendirilerek , şehir planlama ilke ve esasları çerçevesinde kentte yaşayanlar, sivil toplum örgütleri, meslek odaları ve uzmanların katılımı ile gerçekleşecek bir planlama süreci sonunda ele alınmalıdır… (4) diyerek -yine- geç kalmış bir cümleyle bitirmişsiniz; üstelik bunca zaman sonra cümle “………. alınmalıdır” değil, ‘……… alınmalıydı’ diye bitmeliydi… Alın(a)madı çünkü merkezi otorite ve bağlı kurumları bu tür çalışma yöntemlerine ‘yatkın’ değil. Ceberrut bütün iktidarlar gibi bizimkiler de “ben bilirimci” anlayışla davranıyor. Üstelik bildikleri bir şey de yok..! İktidara bağlı kurumlar da genellikle bu davranışı benimseyip aynı çizgide davranmayı kullanışlı buluyor olmalılar… Bu yüzden ‘kapalı kapılar ardında’ kalıyor yapılanlar. Buna rağmen açıkça söylemeliyim ki TTV’nin başlangıçta sürdürdüğü kapalılık sonunda -sınırlı da olsa- açıklığa kavuşarak bir tür ‘paylaşım’a dönüştü. Bu konuda işin içinde olan mimarlık ekiplerinin katkıları çok önemliydi. İstemediğimiz ve doğru bulmadığımız bir kapalılığın içinde çalışmaya başladık ama çalışmalarımızın yanı sıra ısrarlı taleplerimizle belirli bir açıklığa varılmasını da sağlamış olduk. Süreç şeffaf değil, çalışmayız demek yerine içinde bulunduğumuz durumu dönüştürerek çalışmayı tercih ettik. Kendi projelerimizi Antakyalılarla ve Antakya yerel örgütleriyle paylaşıp, tartışarak ilerlettik…
… belirlenen pilot bölge özelinde mimari tasarımların geliştirilme sürecini kapsadığı anlaşılmaktadır… (5) cümlelerinde belirtilen “pilot bölge” içinde çalıştık. Asi Nehri’nin batısında kalan ve 20’lerde Fransızlar tarafından yapılmış master plan doğrultusunda yapılaşmış bölge için bu master planın izlerini koruyarak yeni çalışmaların hazırlanması konusunda bizim çalışmalara katılmamızdan önce alınmış ilke kararını benimsedik ve bu doğrultuda sadece küçük değişiklikler yaparak çalışmamız istenen adalarda yeni önerilerimizi hazırladık. Zamanın önemi yüzünden büyük oranda doğru bulduğumuz master plan kararlarını ve hangi adada çalışacağımız konusunu olduğu gibi kabul ettik ama çalışma ekiplerinin ve danışmanların katıldığı düzenli toplantılarla ortak ilkeler belirlemeye çalıştık…
… bir eşgüdümün sağlanamadığı ve plana dair kararların projeyi yürüten paydaşlar arasında bile farklılaştığı anlaşılmaktadır… (6) diyorsunuz, plana dair kararların ana ilkelere uyarak farklı yorumlamalarla ele alınmasından daha iyi ne olabilir? “Eşgüdüm” dediğiniz nedir? ‘Stalinist’ bir planlama anlayışı mı?
… dere yataklarının yapılaşmaya kapatılması, yeşil koridorların oluşturulması, ana arter izlerinin korunması, idari yapıların kent merkezinden çeperlere taşınması, sosyal ve kültürel donatı alanlarının arttırılması gibi ilkesel kararların bilimsel şehircilik ilkelerine uygun olduğu düşünülmekle birlikte deprem öncesi yoğun yapılaşmanın benzer ölçeklerde sürdürülmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Bu durumun pilot bölge özelindeki projelerde çok katlı ve yoğun yapılaşma ile karşılık bulduğu anlaşılmaktadır… (7) cümleleriyle belirttiklerinizin bir övgü olduğunu düşünüyorum. “Artık bu kadarını da söylemezsek ayıp olur” diyerek yazılmış gibi de olsa bir tür övgü gibi tınlıyor… Bu çalışmanın içinde olan ve ülkenin mimar ortalamasının epeyce üzerinde olan mimarlık ofislerinden biri olarak her zaman olduğu gibi yetki almayı ve sorumluluk duymayı önemsiyoruz. Kimi zaman ‘yasal olmadığı halde meşru olan’ davranışlarımızın kaynağını da bu ‘yetki ve sorumluluk dengesi’ sağlıyor… “Deprem öncesi yoğun yapılaşmanın sürdürülmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır” cümlesinden olacak olanı anladığınızı ama gerekçesini anlamadığınızı görüyorum; bizim çalıştığımız 11 ve 12 adalarından örnekle açıklamaya çalışayım: bu iki adada toplam 302 ev ve 71 dükkân vardı yıkımdan önce. Buradaki hak sahiplerini aynı yapı adalarında tutabilmek için bu sayıyı sağlamalıydık. Bu bir ilke kararıydı ve bize göre doğruydu. Gerçekten de 302 evi ve 71 dükkânı sağladık. Kullanımı sırasında bu yerleşkenin bakım masraflarını karşılaması için burada yaşayanların ‘müşterek sahip’ olduğu 5 dükkân daha sağladık. Kendini yönetebileceğini umduğumuz bu yerleşkeler için de “otonom ada” ismini yakıştırdık…
Bildiğiniz gibi, hiçbir tasarım her şeyi çözmek için yapılmaz çünkü yapılamaz. Buradaki en önemli kararlardan biri deprem öncesi burada yaşayanların eski adreslerine dönmeleri olduğu için yıkımdan önceki yoğunluğu azaltmayı düşünmedik. Tıpkı demografik yapıyı bozmamak için sayıları arttırmayı düşünmediğimiz gibi… Bu sayıları korurken de fiziksel mekâna dair en önemli karar apartmanların birbirinden ayrı arka bahçelerini birleştirip ortak kullanım alanı olabilecek bir ‘ara bahçe’ oluşturmaktı, oluşturduk. Aynı noktaların yıkım öncesi ve bizim önerimizdeki kütle etkilerine bakarak değerlendirme
yapmak çok daha doğru olacaktır…
…havuşlu ev plan tipinin sıra evler bağlamında büyütülerek avlulu bir örüntüyle biçimlendirildiği görülmektedir… (8) cümlesi, bir mimarlık okulundaki jüri eleştirisi gibi. Evet böyle bir noktadan yola çıktık ve buraya vardık. Çıkış noktamız ve vardığımız yer anlaşılmış görünüyor.
… bu stratejinin gerçekleşen plan şemalarında ciddi anlamda büyük ve yoğun kütlelere ulaştığı hemen tüm projelerde gözlemlenmektedir. Geleneksel yapılı çevrede iklime uyum sağlamak adına büyük oranda bir ya da iki katlı yapıların çevrelediği avlulu biçimlenişin kimi önerilerde on kata varan yüksekliklerde tasarlanmış çağdaş bir kentte nasıl bir etki yaratacağı ciddi anlamda belirsizdir ve sosyo-kültürel süreklilikten ve kalıcılıktan uzaktır. Tasarımcı ekiplerden beklenen yoğun emsal baskısı, pilot bölgedeki yapılaşmanın avlu etrafında şekillenmiş bir çevreden çok geniş cepheli büyük blokların birbirine karşılıklı derin boşluklar içerisinde birbirine bakan bir bina formasyonuna ulaştığı kesindir… (9) yargınızda “Sosyo-kültürel süreklilik ve kalıcılık” dediğiniz şey nedir? ‘Aynı adrese dönmek’ bu tanıma girmiyor mu? “Ekiplerden beklenen yoğun emsal baskısı” doğru bir tanım değil, 7. Maddede yoğunluk gerekçesini açıklamıştım; önerilerimiz yoğun çünkü yıkımdan önce de yoğundu ve burada yaşayan insanların yıkımdan önceki adreslerine dönmelerini önemsiyorduk. Ne daha az, ne daha çok insana razı olmayacaktı ‘buralılar’ ve biz de olmadık. Bu yüzden 9’daki ‘mimari kritik’ “jenerik” olarak anlamlı olmakla birlikte “spesifik” alarak anlamsızlaşıyor…
… sürdürülebilir sosyo-kültürel çevre yaklaşımından bağımsız, “sözde yeni ve çağdaş”, gerçek anlamda “zorlayıcı ve tepeden inme” bir kent ve yapılaşma tasavvurundan öteye gidememiştir… (10) bu yargı da -yine- ezberlenmiş bir tekerleme gibi. Umarım burada yazdıklarım biraz daha dikkatli bakmanızı sağlar. Yapmaya çalıştığımız şey fiziksel ve duygusal olarak eskinin yol ve yapı izlerini, yaşamsal yoğunluklarını, büyüklüklerini, koruyarak şimdinin yapılarını yapmak ve olabildiğince ‘kentin hafızası’nı korumaya çalışmaktı. Üslûpçu bir tanım duymak istiyorsanız “Akdeniz Moderni” diye adlandırabilirsiniz. Katlardaki açık sirkülasyon hatları, evlere girmeden önceki taşlıklar ve ortak kullanım alanları da bu anlayışın uzantısındaki mekânsal öneriler. Tıpkı her evin karşılıklı pencereler sayesinde havalanabilmesi gibi…
… proje bünyesinde depremzede mimarların bulunmasının gerekliliği ve bu anlamda kapsayıcı bir tutum elde etmekle birlikte, süreçte görev alan diğer grupların hangi ilkelerle belirlendiği konusu ise şeffaflıktan uzaktır… (11) doğru bir cümle. 4. Maddede açıklamaya çalıştığım gibi bu saçma sapan kapalılık ne yazık ki her yerde var. Kapalı kaldıkça da haklı olarak kapalı kapılar ardında bir dolap çevrildiği kuşkusu artıyor. Kendi durumumu açıklamaya çalışayım: Bu çalışmaya beni hiç kimse çağırmadı. Hiçbir kişi ve kurum tarafından ne kişi olarak ne de ofis olarak davet edilmedim/edilmedik. “Ortak Akıl Antakya” çalışma grubunun içindeydim. TTV’nin çalışmalarından haberim vardı ama kimse bu konuda konuşmadığı için ne yapıldığı hakkında hiçbir fikrim yoktu… Çağrılmadığım halde 1 Eylül ‘23 tarihinde TTV tarafından AKM’de düzenlenen genişletilmiş bir toplantıya gittim, kimse beni engellemedi, tam tersine buyur etti. Gün boyu süren tartışmalar sonunda içinde olduğum çalışma grubunun sözcüsü olarak düşüncelerimizi ve ayrıca kendi düşüncelerimi açıklama fırsatı buldum ve TTV’nin yürüttüğü çalışmalara böylelikle dahil oldum. ‘23 Kasım’da konsept projeyi, ‘24 Ocak’ta kesin projeyi ve Şubat’ta revizyonları teslim ettik. O günden bugüne kadar konu üzerindeki tartışmalar sürdü ve sonunda 30 Nisan’daki bilgilendirme toplantısına gelindi. “Şeffaflıktan uzak” olan durumun bana/bize ilişkin ‘şeffaf’ hali budur…Bundan sonraki konut yerleşkeleri için başka proje almayacağımızı, proje çalışmalarının yerel ofisler tarafından sürdürülmesinin doğru olacağını, bizim danışman konumunda kalmamızın ortak ilkelerin sürdürülmesi açısından doğru olacağını da ayrıca belirttik…
… “Hatay yeniden canlanıyor” tanıtımı ile birlikte, kentin gelecek ile ilgili ümit ve projeleri “rantçı” ellere servis yapılarak, Hatay halkı ve Türkiye mimarlığı devre dışı bırakılmıştır… (12) gibi tumturaklı bir cümleyle ‘öldürücü darbe’yi indiren meslek örgütüm tarafından “rantçı eller” grubuna dahil edilmiş bir mimar olarak (!) Türkiye muhalefetinin geleneksel yöntemiyle, konunun dışında durarak söylenmeyi, beylik lâflarla “ben dememiş miydim” demeyi tercih etmediğim için tavrımızdan da önerimizden de memnunum… Bildiğim kadarıyla ekonomistlerin tanımıyla “rantçı” olmak için devletin müdahalesiyle, serbest piyasa kurallarına uygun olandan çok daha fazlasını kazanıyor olmanız gerekir ve bizim konumumuz bu tanıma girmiyor… Bizim önerilerimizle başkalarının rantçı olma ihtimali de azalıyor… Kuşkusuz sonuna kadar gidip, inşa edecek bir gücümüz yok. Birinci aşama burada bitti. ‘İdare’ tarafından inandırıcı gerekçelere dayanmayan değişiklikler istendiğinde onları ikna etmiştik ama buna rağmen her an her şey sil baştan olabilir. Eğer böyle olursa üzülerek de olsa biz artık bu işin içinde olmayız…
İyimserliğimi korumak istiyorum; umarım bizim denetimimizde inşa edilir ve burada yazılanların ne anlama geldiğini görebiliriz ve asıl önemlisi siz de görebilirsiniz…
Ne yaptığımızı gerçekten merak ediyor ve anlamlı eleştirilerde bulunarak bu konuya dahil olmak istiyorsanız davetiniz üzerine istediğiniz herhangi bir yerde önerimizi anlatmak isterim. Sizler bizim meslek örgütümüz olarak, yetki ve sorumluluklarınızı kullanıp bu daveti yapabilir ve şimdi olduğundan çok daha verimli tartışmaların önünü açabilirsiniz…
Türkiye Tasarım Vakfı’nın (TTV) Düzenlediği “Hatay Yeniden Canlanıyor” Toplantısı Üzerine