Topçu Kışlası’nı diriltmek ne anlama geliyor?

Türkiye'de AKP iktidarının mimarlık ve şehircilik danışmanlarının ve idarecilerinin vizyonu pek parlak değil. Bu nedenle AKP yöneticileri iktidarlarını yeni bir yapı yapmak yerine ancak eski bir yapıyı canlandırmakla taçlandırmayı hayal edebiliyorlar.

“Bir iş, tamamlanacağı zamanı doldurana dek uzar”. Verimlilik tartışmalarının bu ünlü deyişi, bürokrasi ve şirketlerdeki verimlilik üzerinde pek çok kitabı olan C.Northcote Parkinson’un hicivlerle dolu ünlü kitabı Parkinson Kanunu’undan. Parkinson’un aynı kitabında fazla dikkat çekmemiş mimarlıkla ilgili bir bölüm de var. Büyük şirketlerdeki verimsizlikleri ve bürokratik saçmalıkları incelerken Parkinson, şirketlerin kendilerine gösterişli müdürlük binaları yaptırdıktan kısa süre sonra güçlerini kaybettiklerini fark etmiş. Sadece şirketler değil tarihte de pek çok önemli iktidarın en güçlü zamanlarında inşa ettirdikleri haşmetli yapılar da bu iktidarların zayıfladıkların dönemin işaretleri olmuş. Örneğin, Paris’ten Versailles’e taşınan 14.Louis, inşa ettirdiği devasa sarayda hükümdarlığının en iyi yıllarını geçirmedi ve zamanla politik gücünü kaybetti.


Versailles Sarayı

İngiliz Kralı 5.George Hindistan sömürgesinde yepyeni bir kent kurma emrini verip inanılmaz miktarda para harcadıktan ve ülkenin yeni başkenti olarak Yeni Delhi’yi ilan ettikten sadece 16 yıl sonra Hindistan bağımsızlığını ilan etti.


Yeni Delhi

1950’de Irak kralı II. Faysal yeni Bağdat’ı kurmak için Wright’tan Le Corbusier’e dek dönemin en ünlü mimarları ile çalışmaya başladıktan çok kısa süre sonra ailesi ile birlikte katledildi. Daha geçtiğimiz sene devrilen Kaddafi bile benzer bir akıbeti yaşadı; mimar Tabanlıoğlu’na tüm Afrika ülkelerinin liderlerini ağırlayacak ihtişamlı bir kongre binası yaptırdı ancak bunun saadetini süremedi, sonu malum.


Opera Bağdat


Tripoli Kongre Merkezi- Tabanlıoğlu Mimarlık

Parkinson’un analizlerine göre büyük şirketler de benzer kaderleri paylaşıyordu. Ona göre bir kurum veya kişi gösterişli bir yapı yapmak için esas işinden zaman bulup meşgul olabiliyorsa bir şeyler ya ters gitmiştir ya da gidecektir. Amerika’nın medya devlerinden CBS New York’taki yeni genel müdürlük binasını ünlü mimar Eero Saarinen’e tasarlattıktan sonra ne yazık ki uzun süre bu yapıda huzurlu bir ömrü olmadı ve rakiplerinin gerisinde kaldı.


CBS New York Binası

Benzer şekilde ilk trans okyanus uçuşlarını gerçekleştiren efsanevi havayolu şirketi PanAm, gücünün doruğunda iken New York’ta inşa ettirdiği yeni gökdelenine 1963’te taşındıktan yaklaşık 10 sene sonra petrol krizi ile birlikte inişe geçti ve bundan 20 sene sonra da iflas etti.


PanAm Binası

Günümüzde de Parkinson’un bu analizlerinin çoğu durumda geçerli olduğunu savunuluyor. Örneğin AT&T telefon şirketi, postmodernizmin ikonlarından biri sayılan Philip Johnson’un eseri New York’taki ünlü binasına 1984’te taşındığında çoktan çatırdamaya başlamıştı. Benzer şekilde Renzo Piano tarafından tasarlanan yeni binasına taşındıktan çok kısa süre sonra New York Times gazetesi, internet yayıncılığı yüzünden zor durumda kaldı. Bu tarihsel gerçeklerden güç alan bir iddia da bu aralar sıkça bahsedilir oldu: Apple’ın patronu Steve Jobs’un ölmeden önce başlattığı Foster tarafından tasarlanan devasa simit şeklindeki yeni merkez binasının inşaatı tamamlanmadan, ellerinde Apple hisselerini bulunduranların bunlardan bir an önce kurtulmaları öneriliyor.


Apple Genel Merkez Binası- Foster + Partners

Bir benzer iddia da Türkiye’de ortaya konabilir belki: Her ne kadar bir yatırım projesi olsa da tüm haşmeti ile tamamlanmakta olan ve sahibinin binanın her aşaması ile şahsen ilgilendiği Zorlu Center, holdingin geleceği için nasıl bir sinyal veriyor göreceğiz.


Zorlu Center

Mimarlığın büyülü cazibesi ile iktidarlarını ve egolarını parlatmak isteyen diktatörlerin, cumhurbaşkanlarının, başbakanların, devasa şirketleri yöneten iş adamlarının ilginç hikayelerini “Gösterişli Yapı Kompleksi” (Edifice Complex) adı altında 2005 yılında kitap haline getiren ünlü mimarlık eleştirmeni Deyan Sudjic de benzer argümanlar sunuyor.

Hitler’in veya Mussolini gibi diktatörlerin güçlerini mimarlık yolu ile gösterme çabaları ve en büyük projelerini daha inşa edemeden acı sona ulaşmaları çok bilindik hikayeler. Ancak kitapta benzer diktatörlerden Saddam Hüseyin’in dünyanın en büyük camisi gibi sayısız gösterişli yapı yapma kompleksinden; Tony Blair gibi demokratik bir ülkenin başbakanının ne işe yarayacağı bilinmeyen Londra’nın en masraflı yapısı olan Milenyum Kubbesi yüzünden yaşadığı sıkıntılardan; Mitterand’ın Paris’i Avrupa’nın başkenti yapma hevesi ile başlattığı “Büyük Paris Projeleri” ve temel geometrik formlarla ilgili takıntılarından bahseden pek çok bölüm var.

Sudjic, sadece politikacıları değil para sahibi zengin iş adamlarını ve büyük kurumların yöneticilerini de mercek altına almış kitabında. Örneğin, Guggenheim’in meşhur yöneticisi Thomas Krens’in Bilbao ile başlayan dünyada bir seri Guggenheim müze açma planlarının yarım kalması, vakıf yönetimini finansal açıdan zor durumda bırakması ile pahalı mimarlar ve gösterişli yapılarla yaşadığı maceranın pek de iyi bitmeyen sonunu da Sudjic’in kitabında okumak mümkün.

Gösteriş iktidarlığı

Gösterişli mimarlık her zaman gücün, iktidarın ve paranın ürünü olmuştur. Ego sadece yaratıcılıklarından dolayı mimarlarda değil, belki de çok daha fazlası ile mimarlara iş veren idarecilerde, kurumlarda ve yöneticilerde. Ancak hem Parkinson hem de Sudjic’in de gösterdiği gibi iktidar sahipleri mimarlıkla ilgilenmeye başladıklarında zaten iktidarlar ulaşabilecekleri zirveye gelmiş oluyorlar çoğu kez. Belki de biraz içgüdü, biraz egolarının yönlendirmesi ile artık yavaş yavaş bu dünyadan, siyaset sahnesinde veya piyasadan çekilmeden önce her zaman konuşulacak, itibarlarını görünür ve sonsuz kılacak haşmetli yapılar yapma hevesine kapılıyorlar. Mimarlığın iktidarla olan ilişkisine hep masallardaki mutlu son perspektifinden bakıldığı için işin bu boyutu gözden kaçıyor ama çoğu kez bu keyfi süremeden veya yapıların bitmiş hallerini bile görme şansları olmadan krallar, diktatörler, hükümetler ve hatta şirketler tarih kitaplarında bir başlık oluveriyorlar.

Türkiye’de ise AKP iktidarının mimarlıkla ve şehircilikle ilgili danışmanlarının ve idarecilerinin vizyonu pek de parlak değil. Bu nedenle AKP yöneticileri iktidarlarını yeni bir yapı yapmak yerine ancak eski bir yapıyı canlandırmakla veya kopyasını yapmakla taçlandırmayı hayal edebiliyorlar. Ataşehir’deki Selimiye camisi kopyası, kervansaray cami karışımı adalet sarayları, okul binaları bu yaklaşımın bir örneği.


Ataşehir Camisi

Tarihselci bir yaklaşımla Osmanlı-Selçuklu sentezi diye sarıldıkları ve son on yılda inşa edilen tüm kamu yapılarının rüküş mimarisi bugüne dek kendi iktidarlarına pek de somut bir fayda sağlamadı. Mimarlık ve şehircilikle olan bu zayıf ilişkinin aslında AKP yöneticileri de farkında ama siyasi duruşlarına uyan bir şekilde bu sorunu nitelikli olarak nasıl çözeceklerini bir türlü keşfedemediler. Buna rağmen AKP mimarlık ve şehircilik bilimine hep uzak durdu. Sayıları bu ilgisizlikle ters orantılı bir şekilde artan mimarlık fakültelerindeki akademisyenler ve buradan mezun olan mimarlar artık AKP hükümetinin kendilerini lüzumsuz ve hatta engelleyici “enteller” olarak görmesine öyle alıştı ki onlar da hükümetin, belediyelerin, TOKİ’nin projelerine kayıtsız ve suskun kalmayı tercih ettiler. Diyalog kurulamayacağını anlayan akademik dünya eleştiri bile yapmaya zahmet etmiyor, sadece içten içe yaşanan sarkastik bir küskünlük hakim. AKP’nin ve belediyelerin kendi görüşlerine yakın mimarlığı vasat ama medyatik olmayı becerebilen bir kaç mimarı yanlarına alarak inşa ettikleri veya meşrulaştırmaya çalıştıkları yapılar da ne Türkiye’de ne de uluslararası mimarlık gündeminde söz konusu bile olmadı, bilakis ciddi mimarlık ortamlarında bunlar alay konusu haline geldi, gelmeye de devam ediyor.

Coğrafyada çılgın maceralar

Öte yandan iki oydan birini almış, ekonomik olarak ülkenin en parlak döneminde, neredeyse sınırsız yetkilere sahip bir çevre ve şehircilik bakanlığı yaratmış bir iktidar partisinin bu topraklarda bırakacağı kayda değer bir mimarlık eserinin olmayışı hala AKP’yi rahatsız ediyor. Bu nedenle İstanbul’a kanal açmak gibi artık sağduyu ekseninin tam tersinde devasa coğrafi müdahaleler gündeme sürüldü.

Türkiye’deki iktidarların bu ülkenin coğrafyası ile pek de barışık olmadığı bilinse de AKP iktidarı, bu ilişkinin en sert dönemini temsil ediyor herhalde. Tüm bilimsel itirazlara ve sık sık hasar göreceği bilinmesine rağmen Karadeniz’in kenarına otoyol inşa edip buradaki dağ-deniz ilişkisini alt üst eden, her fırsatta denizi doldurup kıyı çizgisini yeniden çizen, bir kaç yüz kilo altın için bir dağı ortadan kaldıran, yapılaşma için ormanları kağıt üzerinde orman olmaktan çıkaran, enerji ihtiyacı argümanı ile sonuçlarını fazla düşünmeden çok sayıda dere yatağını HES yapmak için kapatan bir iktidarın belediyeleri de kent merkezinde karayollarını yer altına almak, meydanları ters yüz etmek, apar topar tüneller açmakta sakınca görmüyor elbet. İktidarın coğrafya ile yaşadığı bu coşkun imar gösterisinden ilham alan bir bakan Çeşme ile İzmir’i deniz yolu ile birbirine bağlamak için Karaburun yarımadasını ikiye bölmeyi ve Efes antik kentine denizi getirmeyi, bir vali daha çok turist gelmesi için Sinop’u ikiye ayırmayı, bir inşaat şirketi Marmara denizine ay yıldız şeklinde ada yapmayı, bir başka belediye başkanı kentine Venedik kanalları açmayı telaffuz edebiliyor.

AKP medya mekanizmalarının deşifresini bugüne dek belki de en iyi çözen siyasi parti ve attıkları her zoka medya tarafından afiyetle yutuluyor. Sıra dışı olmanın, muhteşemliğin, gösterişin makbul olduğu günümüz medyası yüzünden aslında vasat ama “çılgın” mimarların projeleri tartışılıyor, sözleri itibar görüyor; öte yandan sağduyu ve akıl ise sıkıcı ve sıradan bulunuyor, görmezden geliniyor. Aşkı için dağları delen Ferhat’ı yüzyıllardır hayranlıkla dinlemiş bir kültürde elbette bu projeler “çılgın”lıkları ile itibar görüyorlar.

Taksim ise fethedilmesi gereken bir plato, potansiyel bir iktidar vitrini olarak bellenmiş durumda. Çünkü AKP Selimiye camisinin kopyasını Ataşehir’de yol kenarına dikse de, Dolmabahçe vadisini delik deşik de etse hala bunlar yeterince görünür ve ihtişamlı projeler değil. Bu yüzden hiç bir ilgi görmeyen ama gerçekten yeniden düzenlenmesi acilen gereken yayaların her gün ezilme tehlikesi geçirdiği Mecidiyeköy ve Zincirlikuyu kavşakları, kaçak otoparka dönen Karaköy meydanı gibi alanlar yerine önce aslında pek de sorunu olmayan Taksim’de bir şeyler yapılmalı. AKM’yi yıkıp yeniden yapamayan AKP, seçim vaadi olan bu projelerle kentin en önemli meydanını alt üst ederek hem coğrafyaya meydan okuyacak, hem de ortadan kalkmış tarihi bir yapıyı dirilterek, iktidarın şanını vitrinde parlatacak. Bunun ardından sıra Kadıköy, Beşiktaş ve Üsküdar meydanlarına gelecek ve hepimiz yer altında dolaşan kentliler olacağız; yukarısı ise hep beklediğimiz kıymetli turistlere kalacak.

Bu yüzden, Topçu Kışlasını diriltme çabalarını, Taksim’i alt üst etme projesini bir de Sudjic ve Parkinson’un analiz ettiği “gösterişli yapı yapma sendromu” merceği ile incelemekte fayda var. Aslında kentin en önemli düğüm noktasına dozerlerle girildiğinde Kadir Topbaş yaklaşan seçimlerde bu düğümün ayağına dolanacağının farkında belki. 70 senelik bir parkı ortadan kaldırma pahasına ne işe yarayacağı bilinmeyen, muhtemelen bir kaç sene içinde niteliksiz bir pasaja dönüşecek pahalı bir “mumya” bina yapmak da beklendiğinin aksine AKP’ye fazla bir şey katmayacak; belki gelen tepkilerle AKP yönetimi de bunun farkına vardı. Bu yüzden Taksim’de bu projelerin gerçekleştirilme ihtimali hayli zayıf aslında. Ortaya ihtişamlı bir yapı koyma hırsı, başka bir çözüm bulamamanın çaresizliği ve itirazlara rağmen inatlaşma uğruna Taksim’de sözü edilen projeler uygulansa bile bu müdahalelerin sadece fiziksel değil siyasi değişimlerin de işaretçisi olacağını görmek gerek. Tarihteki örnekleri yukarıda sayıldığı gibi, gösteriş amacı ile yapılan her yapı iktidardan inen bir basamak, kimi zaman bir mezar taşı…

Etiketler

Bir yanıt yazın