Mülksüzler’in yazıldığı dönem olan 1968 kuşağı, geçtiğimiz yüzyılda sisteme karşı eleştirel yaklaşımların en çok gündemde olduğu, entelektüel çevrelerin konvansiyonel toplum mekanizmalarına karşı en fazla eleştirel fikir ürettiği dönemlerden biridir. Bu dönemde Marx’ın metinleri ve Diyalektik Materyalizm kuramı yeniden ele alınmış ve dönemin koşullarına göre yeniden yorumlanmıştır. Bu paralellikte Diyalektik Materyalizm üzerine düşünmek ve Diyaektik Materyalizm’i bugünün koşulları kapsamında değerlendirmek, mevcut ileyişe karşı çıkan bir mimarlığın olabilirliği ve bunun olası yöntemleri hakkında fikir vermektedir. David Harvey’in Ursula Leguin’e de değinerek ortaya attığı Diyalektik Ütopya kavramı, şimdiye kadar üretilen ve sistemin dışında kendi başına var olan ütopik yaklaşımların başarısızlığına karşılık bizzat sistemin içinde ve sistemle birlikte var olmayı başarabilen yaklaşımlara dikkat çekmektedir. Sistemle kurduğu diyalektik ilişki çerçevesinde yer yer sistemle çatışan ve bu sayede sistemi sarsmayı amaç edinen anarşizan yaklaşımlar, bu bağlamda umut vericidir.
Olası dünyaların keşfi olan roman bugün ütopik duygu ve hassasiyetleri aramanın temel zemini olageldi… Bu tür romanlar toplumların ve uzamsallıkların daimi mücadele süreçleri tarafından biçimlendiğini kabul ederler genelde. Roman türü gerektiğinde daha güçlü bir uzamzamansal dinamik hissi yaratmaya uygundur. (Harvey, 2000)
Mülksüzler birbirine karşıt iki gezegen olan Anarres ve Urras’ta kurgulanmaktadır. Anarres’te karşılıklı yardımlaşmaya dayalı bir anarşist toplum, Urras’ta ise bugünkü mevcut düzenin benzeri bir toplum hüküm sürmektedir. İki gezegenin isimlerinde de bu iki farklı toplum düzenine atıfta bulunulmaktadır.
Anarşist dünya “Anarres”in adı, bir yandan Anarşi’yi (Anarşi: bassızlık-Yunancada arche: baş, başat; ana- öntakısı ise olumsuz iyelik, -siz, -sız demek) çağrıştırırken, bir yandan da “şeyleri,” mal ve mülkleri olmayan anlamına geliyor (Latince’de res: şey, nesne). Kapitalistlerin ve devletçilerin dünyası “Urras” ise, öncelikle ABD ve SSCB’nin harflerinden devşirilmiş (USA ve USSR). İlk iki harfi olan Ur- ise Almanca’da ilk, kaynak, başlangıç anlamına gelen bir öntakı. Bu anlamda, Urras, Anarres’e giden göçmenlerin kaynağı, ikili gezegen sistemindeki hayatın başlangıç noktası, eski dünya. (Somay, 1990)
Urras eski dünyadır çünkü Anarresliler uzun zaman önce Urras’tan Anarres’e göç ederek burada yeni bir yaşam kurmuşlardır ve kurdukları yaşam Odoculuk anlayışına dayanmaktadır. Kitabın yazarı LeGuin “Odoculuk”un anarşizm olduğunu ileri sürmektedir. “Sağı solu bombalamak anlamında değil: kendine hangi saygıdeğer adı verirse versin bunun adı tedhişçiliktir. Aşırı sağın sosyal- Darwinist ekonomik özgürlükçülüğü de değil; düpedüz anarşizm: Eski Taocu düşüncede öngörülen, Shelley ve Kropotkin’in Goldmann ve Goodman’ın geliştirdiği biçimiyle.” (LeGuin, 1974) Anarşist Kropotkin, serbest piyasa ekonomisinin de temelini oluşturan, türlerin hayatta kalabilmek için birbirleriyle mücadele halinde olduklarını iddia eden Darwinci söylemi reddetmekte, tersine hayvanların zor koşullarla baş edebilmek amacıyla birlikte hareket ettiklerini, karşılıklı yardımlaşma içinde olduklarını iddia etmektedir. Bundan yola çıkarak karşılıklı yardımlaşmaya dayalı bir toplum öngören Kropotkin, insan toplulukları için şöyle söylemektedir: “Ve yine günümüzde, türümüzün daha da yüksek bir evrim seviyesine ulaşmasının garantisini karşılıklı yardımlaşmanın iyice yaygınlaşmasında görüyoruz.” (Kropotkin, 2001) Dolayısıyla Kropotkin’in görüşlerinden etkilenerek kurgulanan Odoculuk’u herhangi bir ideolojik kalıba sokmadan karşılıklı yardımlaşmaya, eşitliğe, ortak mülkiyete ve bireysel inisiyatife dayalı bir toplum düzeni olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. Toplumsal örgütlenmenin yanı sıra, çevresel bakımdan da bu iki gezegen birbirine karşıt niteliktedir. Anarres’te kuraklık, kıtlık, toprak yerine toz, bitkiler yerine çalılar ve yalnızca holum ağaçları ve hayvan olarak yalnızca balıklar bulunmaktadır. Mimarlık ise son derece işlevsel ve sadedir. Genelde yapılar tek katlıdır ve komün halinde yaşamak için yapılmışlardır. Urras’ta ise Anarres’teki yoksulluğa karşın, bolluk, geniş su rezervleri, yeşil bitki örtüsü ve çok sayıda canlı türü görülmektedir. Burada ihtişam mimarlıktan giysilere kadar her alanda kendini hissettirmektedir. Romandaki uzamzamansallık kendini bu noktada belli etmektedir. Toplumsal süreç bağlamında ele alınan karşıt iki gezegenden ideal olan Anarres uzamsal bağlamda incelendiğinde hiç de ideale yakın durmamaktadır. Tersi durumda ise biçimsel açıdan ideal görünen Urras, toplumsal süreç açısından değerlendirildiğinde tüm olumluluğunu yitirmektedir. Bu durumda hem Anarres hem de Urras birer “ideal ütopya” olmaktan çıkmakta, birleşip yeni bir ütopyayı, Mülksüzler’i yaratmaktadır. Anarres ve Urras’ın karşıtlıkları birbirlerini var etmekte, ikisinin birlikteliği anlam kazanmaktadır.
Hikaye Anarres’li fizikçi Shevek’in eşzamanlılık teoremini geliştirmek için Urras’a yaptığı ziyaret üzerinden gelişmektedir. Roman boyunca Anarres ve Urras’ta yaşananlar da, hem ardışık lineer bir süreç içinde hem de karşılaştırmalı bir eşzamanlılık içinde anlatılmaktadır. Hikaye boyunca iki zıt yaşam biçimi birbiriyle çarpıştırılır. Çarpışmanın temeline Shevek vardır ve bu süreçte yaşananları Shevek’in yaşadıkları ve düşündükleri üzerinden analiz ederiz. Anarres’teki kuraklık, kıtlık, toz ve fırtına yaşamı zorlaştırmakta, Urras’ta ise bolluk, su, biyolojik çeşitlilik ve ihtişam yaşamı büyüleyici derecede keyifli ve kolay kılmaktadır. Bu sebeple Anarres’te zor koşullarda yaşamayı gerekli kılacak olan, paylaşım, yeterli miktarda tüketim ve başkalarının haklarına saygılı özgürlük ahlakı yerleşmiştir. Buna karşılık Urras’ta kapitalist düzen benzeri toplumsal ayrışma, negatif özgürlük ve aşırı tüketim hakimdir. Roman boyunca özgürlük, paylaşım,mülksüzlük, sahipsizlik, tüketim, dönüşüm gibi söylemler sorgulanmakta, bu söylemlerin görecelikleri ve olasılıkları masaya yatırılmaktadır.
Mülksüzlerin bir mimarlık araştırması için seçilmiş olmasının, David Harvey’in diyalektik ütopya tanımına yakın durması yanında, başka nedenler de bulunmaktadır. Mülksüzleri diyalektik ütopya bağlamında değerlendirmeden önce bu nedenlerden bahsetmek gerekmektedir çünkü bu nedenlerden birkaçı, onu diyalektik ütopya kavramına yaklaştırmaktadır.
Film setleri, romanlar, ütopyalar gibi kurgusal mekanlar gerçek hayatın karmaşıklaştırıcı çeşitliliğinden ve kontrol edilemez zaman faktöründen sıyrılmış olduğundan, yaratmak istediği atmosferi kolayca yaratmakta ve iletmek istediği mesajı doğrudan iletmektedir. Bu doğrultuda sisteme yönelik analizler yapabilmek ve alternatif bir mimarlığa dair çıkarımlarda bulunabilmek için Mülksüzler, kurgusallığından ötürü araştırmaya elverişlidir. Hem yapılı çevrede hem de olaylar örgüsünde nedensellikler ve ilişkiler apaçık belirtilmektedir. Bu sayede belirlenen temalar (paylaşım, özgürlük ve mülksüzlük) hakkında çıkarımlarda bulunmak kolaylaşır.
Bugünün yaklaşımında etkin olan holistik düşünce biçiminin iyi ve kötü, siyah ve beyaz arasındaki net ayrımı bulanıklaştırdığından ikinci bölümde bahsedilmişti. Mülksüzler bu bahsedilen holistik yaklaşıma sahiptir. Ele aldığı iki yaşam biçimini iyi ve kötü taraflarıyla tartmakta, ideal ve kesin bir biçim veya yöntem önermekten uzak durmaktadır. Roman boyunca ele alınan ve tez çalışmasının da altlığını oluşturan paylaşım, özgürlük, mülksüzlük kavramları tek taraflı ele alınmamaktadır. Bu kavramlara yöneltilen farklı bakış açıları, bu kavramların sunduğu ve esirgediği olanaklar ve bu kavramların olabilirliği ayrı ayrı tartışılmaktadır. Örneğin sloganlaştırılan içi boşaltılmış bir “özgürlük” kavramı yerine özgürlük, negatif ve pozitif özgürlük olarak ayrı ayrı ele alınmaktadır. Bu sebeple Mülksüzler, nesnelliğiyle akademik araştırma için elverişli bir ortam sunmaktadır.
“Ütopyaların en önemli işlevlerinden biri de ortaya koydukları dönemlerin ruhunu, arzularını yansıtmalarıdır” (Sevinç, 2004). Mülksüzler, etkileri 70’lerin ortalarına kadar süren 1968 yılının izlerini taşımaktadır. Bülent Somay’a göre Mülksüzlerin yayınlandığı dönemde 68 hareketi sona ermek üzereydi buna rağmen roman 60’ların devrimci ruhunu yansıtmaktadır. “Mülksüzler, temelleri 60’ların yıkıcı hareketleri zamanında atılmış, bu dönemde tasarlanmış ancak içeriğine zemin oluşturan koşulların neredeyse yok olduğu dönemde meyve veren ütopyalar nesline aittir” (Somay, 1990). Açıkça devletçi kapitalist sistem eleştirisi yapmakta ve devrim kavramını hedef almakta olan Mülksüzler, aynı zamanda gerçek hayata da göndermeler yapmaktadır. URRAS baş harflerinden de anlaşılacağı gibi USA ve SSCB’ye göndermedir ve Urras’ta anlatılan düzen açıkça kapitalizmdir. Ayrıca Arz diye geçen gezegenin Dünya’ya, Arz’lı Ainsetain’in de Einstein’a benzetmesi bahsedilebilecek diğer benzetmelerdir.
Marx’ın ikinci bölümde anlatılan diyalektik materyalizm düşüncesi tekrar ele alındığında, diyalektik materyalizmin temelinde ‘değişim’ olduğu ve ütopyacılığın gündelik yaşamdan kopukluğunun yanı sıra değişime açık olmaması sebebiyle diyalektik materyalizm düşüncesiyle örtüşmediği ve Marx’ın desteğini görmediği anımsanmaktadır. “Değişkenlik kavramına ütopyalarda rastlamıyoruz çünkü değişken olanı dizginleyebilmek mümkün olmamakta. Her şeyin belirlenmiş ya da tanımlanmış olması gerekli olduğundan esnek yada alternatiflere yatkın bir tutuma karşı … olmak ütopyaların tasarlanmasında dikkat edilen en önemli özelliklerden biridir” (Sevinç, 2004). Mülksüzler bu noktada ideal düzeni yakalamış ve bu sebeple kararlı, değişime kapalı geleneksel ütopyalardan ayrılmaktadır. Mülksüzler’de hiçbir zaman kararlı bir düzene tanık olmayız. Anarres’te yaşayanlar kendi düzenlerini sorgularken, Urras’ta devrim yanlıları düzeni değiştirmeye çalışmaktadır. Romanın sonlarına doğru Shevek, misafir olarak gittiği Urras’ta yaşadığı bir dizi çelişkiden sonra, Urras’ta onu destekleyenlerle birlikte devrim yaratmaya girişmektedir. Buna karşılık Anarres’te de düzenin işleyişi hakkında bir dizi karşıt görüş çatışmakta, değişim potansiyeli bu her görüş çatışmasında kendini hissettirmektedir. Öyle ki romanın sonunda Anarres önemli bir eşik noktasına gelmektedir. Shevek Urras’tan Anarres’e geri dönerken yanında birini de götürmektedir. Yolculuğunun sonunda Anarreslilerin Shevek’in yanındaki adamı ve hatta Shevek’i kabul edip etmeyecekleri belirsizdir. Ancak kabul etsinler veya etmesinler, dışarıdan herhangi birinin Anarres’e gelmesine tepkili Anarresliler için bu kuşkusuz iyi veya kötü bir değişim yaratacaktır.
Mülksüzler’in omurgasını oluşturan zıtlıkların çatışma hali ve sürekli değişim potansiyeli, onu diğer statik, mükemmel ve dışarı kapalı ütopyalardan ayırmakta ve David Harvey’in diyalektik ütopya dediği ütopyacılık türüne yaklaştırmaktadır. Aynı zamanda hem sürece hem de biçime dair söz söylüyor oluşu ona ‘uzamzamansal’ denmesini haklı çıkartmaktadır. David Harvey de uzamzamansal (diyalektik) ütopya kavramını açarken romancılığın bu kavrama uygun bir zemin olduğundan bahsetmekte ve bununla ilintili olarak Ursula LeGuin’in ismini vermekten kaçınmamaktadır. İki ayrı yaşam biçiminin birbirleriyle ve kendi biçimsellikleriyle girdikleri diyalektik ilişki, bir dizi yeni sorunsalın önünü açmakta, Ortaya çıkan bu bir dizi sorunsal, belirlenen üç toplumsal mesele bağlamında çalışmaya yön vermektedir. Biçimsel olarak betimlenen Anarres kenti ise çalışmayı mimari boyuta taşımaktadır.
Anarres’teki ideale yakın toplum düzenine karşılık olumsuz fiziksel çevreden bahsedilmişti. Buna ek olarak hem bu olumsuz çevre koşullarına direnebilmek adına şekillenmiş, hem de toplumun genel değerlerini ve düzenini yansıtan, Anarres’e özgü bir kentsel tipolojiden bahsetmek mümkündür. Bu tipoloji, Urras’ın ihtişamlı kentlerine karşın sadeliği, ekonomikliği ve işlevselliğiyle, birtakım farklılıklara rağmen modern mimarlık biçimlerini ve söylemlerini anımsatmaktadır. Örneğin Odo’nun “Aşırılık dışkıdır” sözü ile Mies van der Rohe’nin meşhur “Az, çoktur” sözü arasında paralellik kurmak mümkündür. Buna karşılık Urras’taki ihtişamdan etkilenen Shevek’in yer yer kontrol edemediği hisleri ise Venturi’nin Mies van der Rohe’ye ithafen söylediği “Az, sıkıcıdır” sözünü çağrıştırmaktadır. Bunun yanı sıra modern mimarlık biçimlerini ve söylemlerini akla getiren başka biçimlemelere de rastlanmaktadır.
…işlikler, fabrikalar, kamu evleri, yatakhaneler, öğrenme merkezleri, toplantı salonları, dağıtım merkezleri, depolar, yemekhaneler. En büyük yapılar genellikle acık alanların çevresinde kümelenmiş, bu da kente basit bir hücresel doku kazandırmıştı: birbiri ardına gelen alt topluluklar veya mahalleler. Ağır endüstri ve gıda fabrikaları kentin kıyısına yığılmıştı; hücre yapısı burada da yineleniyordu, birbiriyle ilişkili endüstri birimleri genellikle belli bir alan veya caddede yan yana yerleşmişlerdi. (LeGuin, 2008, p.88)
İlk olarak Anarres’in en büyük kenti Abbenay’ın bu betimlemesi akla Modern Mimarlık’ın kartezyen planlama anlayışını, hatta iş yerlerini merkezde, geniş yeşil alanlarda toplayan Le Corbusier’i getirmektedir. Ancak burada kent merkezinde yüksek katlı ofis binaları yerine ortak kullanıma dayalı büyük kamu yapıları bulunmaktadır ve bu yapılardan hiç biri yüksek katlı değildir. “Kentteki yapıların çoğu birbirine çok benziyordu; taştan veya dökme köpük taşından basit ama sağlarnca yapılmışlardı. Bazıları Shevek’e çok büyük geliyordu, ama hemen hepsi, depremlerin sıklığı yüzünden tek katlıydı.” (LeGuin, 2008, p.88) Anarres’teki kentsel oluşumun yanı sıra yapı bazında da modern mimarlık prensiplerine göndermeler bulunmaktadır. Çok sayıda cam kullanımı ve ışığı olabildiğine içeri alma çabası buna bir örnektir. “… camlar küçüktü ve kırılmayan, sert bir silikon plastiğinden yapılmıştı. Gerçi küçüktüler, ama çok fazla cam vardı, çünkü gün doğumundan bir saat öncesinden gün batırnından bir saat sonrasına dek yapay ışık sağlanmıyordu. Dışarıdaki ısı 15 derecenin üzerine çıktığında ısıtma da kesiliyordu “(LeGuin, 2008, p.89).
Ayrıca modern brütalist mimarlığın yapısal ve donanımsal öğelerin açıkta bırakılması yönündeki şeffaflığa dayalı teşhirciliği, Anarres’te yerel endüstriyi ve üretimi açıkça sergileme biçiminde yapısallaşmaktadır. Brütalizmin dürüstlük ve saydamlık gibi söylemleri paralelinde Anarres’te reklamlar ve ayrıştırıcı duvarlar bulunmamakta, kapılar kilitlenmemektedir.
…holum ipliği isleme fabrikaları, eğirme ve örme imalathaneleri, boyahaneler, kumaş ve giysi dağıtım merkezlerinden oluşuyordu; her alanın merkezinde, yerel endüstriyi gururla sergileyen, boyacının sanatının her turlu rengine boyanmış flama ve bayraklarla bastan aşağı donanmış direklerden oluşan küçük bir orman vardı. (LeGuin, 2008, p.88)
Hiçbir kapı kilitli değildi; çok azı kapalıydı. Hiçbir gizlilik ve hiçbir reklam yoktu. Hepsi oradaydı, bütün çalışma, kentin bütün yasamı, görmeye ve dokunmaya acık, bekliyorlardı. (LeGuin, 2008, p.90)
Ne de olsa dünyalarının tek sınırlayıcı duvarıydı o. Başka hiçbir yerde Girilmez levhasına rastlayamazlardı. (LeGuin, 2008, p.9)
Anarres’teki saydamlık, modernist yönelimden ayrı, buradaki toplumsal örgütlenme bazında da yorumlanabilmektedir. Burada toplum düzeni, tüm bireylerin eşitliği ve karşılıklı paylaşımı üzerine kuruludur. Anarres’te özel mülkiyet olmadığından, kimsenin karşı tarafı tehdit olarak görüp, sahip olduklarını ondan gizleme gibi bir durumu yoktur. Kentsel ölçekte ise, kimsenin “girilemez” levhası koyabileceği özel arazisi bulunmamaktadır. Bu sayede Anarres’te saydamlık sağlanabilmektedir. Modernite’nin toplumsal ölçekte yarattığı en köklü değişimlerden biri, toplumların bireyselleşmeye başlamasıdır. Modern mimarlık söylemleri de bu değişimin izlerini taşımaktadırlar. Özellikle Frank Lloyd Wright’ın Broadacre City’de önerdiği, her aileye düşen bir miktar arsanın içlerine tekil biçimde inşa edilmiş konutlar, bireysellik söyleminin bir mimari ütopyada doğrudan vücut bulmuş halidir. Anarres’te her aileye düşen tekil konutlar yoktur hatta Anarres’te aile kavramı bile bulunmamaktadır. Burada insanlar komünal konutlarda topluca yaşamakta, bir toplumu oluşturmaktadır. Ancak Odoculuk’a göre toplum olabilmek için önce birey olmak gerekmektedir. Burada bireycilik, başkalarının etkisi veya baskısı altında kalmadan kendi kararlarını verebilme özgürlüğüdür ve bu da Anarres mimarlığındaki kararlılıkta ve tekillikte biçimsel olarak ifade bulmaktadır. “Her şeyde bir canlılık vardı, hatlar keskindi, her şey açıktı. Her şey ayrı, tek basına duruyordu” (LeGuin, 2008, p.88).
Son olarak Anarres’te iklimsel koşullarla da bağlantılı olarak şekillenmiş çevresel duyarlılık ve bunun kente yansımasından söz edilmelidir. Anarres’te mevcut fiziksel koşullarla da ilintili olarak aşırı tüketim reddedilmiş, yeteri kadar tüketme prensibi toplumsal ahlak haline gelmiştir. Bunun kentsel biçimlenmeye yansımış hali geri dönüşüm sistemleri ve doğal enerji üretim araçlarıdır. Bu araçlar kent içinde baskın öğeler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kentin doğu ucundan gelen bir dizi göz kamaştırıcı parıltı yüzünden bir an gözlerini kapattı ve siyah noktalar görmeye başladı: Abbenay’ın arıtma tesisleri için güneş enerjisi sağlayan büyük parabolik aynalardı bunlar. (LeGuin, 2008, p.88)
… rüzgar türbinlerinin güçlü, dar kuleleri dışında bütün yapılar alçaktı. (LeGuin, 2008, p.88)
Abbenay’da enerji sorunu olması değildi bunun nedeni, rüzgar türbinleri ve ısınmada kullanılan yer ısı farkı üreteçleri gerekli enerjiyi sağlayabiliyordu; ama organik ekonomi ilkesi toplumun isleyişi için o kadar temel bir şeydi ki, ahlakı ve estetiği etkilememesi düşünülemezdi. (LeGuin, 2008, p.89)
Anarres mimarlığının belki modern mimarlığa bu denli atıfta bulunması bilinçli bir tercihtir. Neticede romanda her şey sorgulama halindedir ve hiçbir şey dogmatik biçimde önerilmemektedir. Eğer Mülksüzler, ideali öne sürdüğünü iddia eden klasik bir ütopya olsaydı, Anarres’e dair bahsedilen bu betimlemeler daha iyi bir toplum için sistemin dışında durabilen mimarlığı tarif ediyor olurdu. Bu bazı açılardan kabul edilebilir biçimsel bir yöntemdir ancak biçimsel kopyalama meseleye tam bir çözüm değildir. Üstelik “… Anarres kopyalamak için fazla muğlak bir ütopyadır…. Anarşist bir toplumu “kopyalamak” ayrıca kendiyle çelişen bir durumdur, çünkü kopyalamak her bireyin… kendi bireyselliğine son vermesi anlamına gelir… Odocu anarşiye göre, hedef, başkasını kopyalamak yada takip etmek değil, bağımsız ve özgürce yaşamaktır. ” (Stillman, 2005) Ayrıca geçmişte birebir gerçeğe aktarılan ütopyaların yaşayamadığı bilinmektedir. David Harvey’in de bahsettiği gibi bunlardan bazıları Robert Owen’ın önerisi üzerine hayata geçirilen New Harmony ve daha sonra birçok uydu şehre ilham veren Ebenezer Howard’ın Garden City’sidir. O halde yapılması gereken ele alınan meselelere kavramsal yaklaşmak ve bunun salt biçimsel olmayan başka mimari olasılıklarını araştırmaktır.
Mevcut kapitalist düzene karşı bir toplumun mimarlığını anlamak, öncelikle o toplumun mevcut düzenindeki aksaklıkları ve bu aksaklıkların sebeplerini kavramayı gerektirmektedir. Yapılı çevre, bu aksaklıkların somutlaşmış halidir. Açıkça Kapitalizm eleştirisinde bulunan Mülksüzler ele alındığında, eleştirinin roman boyunca üç temel kavram üzerinden sürdürüldüğü görülmektedir. Özgürlük, eşitlik ve aşırı tüketim Mülksüzler’de irdelenen, göreceliği ve olabilirliği sorgulanan üç kavramdır. Bu üç kavram Zizek’in kapitalizmin sonunu getireceğini iddia ettiği dört çelişkiden üçüyle örtüşmektedir. Zizek’in (2008) “ekolojik felaket tehdidi, entelektüel mülkiyet denen şeyle özel mülkiyet arasındaki uyumsuzluk,… ve yeni apartheid (ırk ayrımı) biçimleri” olarak sıraladığı bu üç çelişki, Mülksüzlerde’de ele alınan üç kavram paralelliğinde üç toplumsal soruna işaret etmektedir. Dördüncü bölümde* ‘toplumsal ayrışma’, ‘bireysel özgürlüklerin ihlali’ ve ‘çevresel tehdit’ olarak sıralanacak olan bu üç aksaklık, sistem karşıtı mimarlıkları incelemek için eksen oluşturmaktadır. Bu üç eksen yine romanda yer alan üç imge tarafından temsiledilmektedir. ‘Duvar’ imgesi ‘toplumsal ayrışma’yı; ‘doktor’ imgesi ‘bireysel özgürlüklerin ihlali’ni ve kullan at ‘uyku giysileri’ aşırı tüketim’i ifade etmektedir. Romanda ele alınan imgeler ve kavramlar ışığında ve yine romanda yaratılan tartışma zemininde, toplumsal aksaklıklar yorumlanmakta, bu aksaklıkların yapılı çevredeki somut halleri belirlenmektedir. Devamında, ele alınan her toplumsal sorun bağlamında sistem karşıtı mimarlıkların olabilirliği tartışılmaktadır.
Mimari pratiğin sisteme karşı çıkma potansiyeli, oluşturulan kavramsal zeminde ve ele alınan üç toplumsal mesele bağlamında değerlendirildiğinde, mutlak ideolojik doğruların ve biçimsel yöntemlerin işlerliğini yitirdiği, buna karşılık bütüncül yaklaşımlar ve yorumlar sonucu geliştirilen stratejilerin ve bireysel müdahalelerin önem kazandığı görülmektedir. İdeolojik söylemlerin kapitalist sistemin maddeselciliğinde eridiği günümüzde gündelik hayatla ilişki kuran yaklaşımlar, gerçekle ilişkisi kopuk ütopyalardan bir adım önde yer almaktadır. Mimarlık, gündelik hayatla yakın ilişkisi sayesinde sisteme karşı çıkma bağlamında umut vaat etmektedir.
Not:
*İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Anabilim Dalı Mimari Tasarım Yüksek Lisans Programı’nda Prof.Dr. Belkıs Uluoğlu danışmanlığında yapılan “Ursula Le Guin’in Mülksüzler’i Üzerinden Bir İnceleme: Kapitalist Sistemin Üç İç Çelişkisi ve Sisteme Karşı Çıkan Bir Mimarlığın Olabilirliği” başlıklı tezin tamamı https://polen.itu.edu.tr/bitstream/11527/3427/1/12414.pdf adresinde bulunabilir.