Bu yazıda, İstanbul'da son günlerde iklim değişikliği etkisiyle yaşanan olağan dışı hava olaylarının sonuçlarından hareketle kent planlaması ve kentsel altyapı ilişkisindeki sorunlar ve çözümler tartışılmaktadır.
Bir hafta arayla Türkiye’nin kentsel kalbi diyebileceğimiz İstanbul ve Marmara Bölgesi’nin çeşitli kesimlerinde yaşanan olağan dışı yağış olayları ve bunlar sonrasında yaşananlar çok uzun zamandır ertelediğimiz, görmezden geldiğimiz ve halının altına süpürdüğümüz gerçek sorunlarımızın en gerçeği ile bizleri acımasızca yüz yüze getirdi. Özellikle İstanbul’da yaşananlar –her ne kadar yüz yılda bir gelen yağış, afet, Avrupa’da da olan bir şey – normalleştirilmeye çalışıldıysa da, bu algıyı her zaman gezintiye çıktığı yerde ancak yüzerek hayatta kalabilen, bir haftadır su altında kalmış evinin eşyalarını kurutmaya çalışan, dükkanındaki harap olmuş mallardan seçebildiklerini bir kenara ayıran kentliye bu durumu anlatmak oldukça güçleşti. Aslında, mesele uzunca bir süredir siyasi çalkantılar arasında unuttuğumuz/unutturulan deprem ve iklim değişikliği gibi doğal süreçler karşısında ne kadar hazırlıksız, bilimsel olandan uzak, korunaksız ve yanlışlara boğulmuş durumda olduğumuzu hatırlamamız için çıplak bir uyarı olarak görülmeli. Görebilecek miyiz bu ayrı bir tartışma konusudur. Ama yine de duruma doğru bir yerden yaklaşma çabası göstermekle başlamalıyız diye düşünüyorum. O vakit doğru izler bırakmanın ilk adımını atmış oluruz.
İlk yaşanan yağış sonrasında özellikle İstanbul’da kentsel altyapının yetersiz ve etkisiz kalması, sayıları zaten ciddi oranda azalmış kalan tek tük kamusal açık alanın kentte sığınacak yer niteliğini kaybetmesi, ulaşım sisteminin felç olması farklı disiplinlerden uzmanlar – ya da uzman olmayanların – konuya ilişkin görüşlerini beyan etmelerine olanak tanıdı. Yaşanan durum öncelikle iklim değişikliğinin sonuçlarının görünür hale gelmesi açısından meteorologlar tarafından değerlendirildi. Yaşanan olağandışı yağışların temel sebebinin iklim değişikliği olduğu, bundan sonraki dönemde kısa ve orta vadede bu tür durumlara uyum sağlayacak politikalar geliştirilmesi gerektiği ama aşırı yağış karşısında kırılgan olunmasının temel sebebinin bu tür durumlar karşısında dayanıklı olmayan kent yapılarının olduğu vurgulandı. İstanbul’un mevcut şehir yapısı ve kentsel altyapısı ile iklim değişikliğinin getirdiği uzun süren kuraklıklar ve sıcak hava sonrasında çok kısa sürede aşırı yağışlar gibi doğa olaylarına karşı koyacak bir yapıya kavuşturulması için mutat “çarpık kentleşmeden vazgeçilmesi ve planlı şehirciliğin önemi” gibi vurgularda bulunuldu. İstanbul gibi deniz kenarında bulunan bir kentte bu tür felaketlerin yaşanmasının tam bir aymazlık olduğu muhalif kesimler tarafından da ifade edildi. Bu değerlendirmelerde belli ölçüde doğruluk payı bulunmakla birlikte – nasıl ki deprem karşısında alınması gereken gerçek önlemler planlama alanındayken zaman içinde alınan önlemler yapı güçlendirme alanına sıkışmışsa – meseleye gerçek bütünlüğü içinde bakılmadığında konunun sadece hava tahmini ve erken uyarı sistemlerinden ibaret sanılması ve uzun vadeli bir bakış açısından çok kısa sürede kopulması kaçınılmaz gibi görünmektedir. Bu sebeple, bu yazıda özellikle konunun temel nirengi noktasını oluşturduğunu düşündüğüm kent planlama ve kentsel altyapı arasındaki ilişki açısından bir açılım getirmeye çalışacağım.
Ama öncelikle iklim değişikliği ve hava olayları arasındaki ilişkinin gelişen veri bilimi penceresinden durumu ile ilişkili olarak konuya giriş yapmak gerekiyor. Yaklaşık yirmi yıldır tüm dünyada iklim değişikliğinin olası sonuçları ve hava olayları üzerindeki etkileri ile ilgili olarak bilgisayar destekli, veri temelli ve matematiksel modellere dayalı değerlendirme sistemleri geliştirilmeye çalışılıyor. Bu çabanın sebebi sadece iklim değişikliğinin gerçek olup olmadığını bilimsel olarak ortaya koymanın ötesinde aynı zamanda ülkeler ve kentler özelinde ortaya çıkabilecek olağanüstü durumları önceden kestirebilmek. Bu çalışmaların bir tarafında karmaşık matematiğe dayalı iklim ve hava modelleri yer alırken esas önemli olan tarafında ise etki analizi yapılabilmesine olanak tanıyan kentsel veriler yer alıyor. Belki hava olaylarının gidişatını kestirebilmek çok önemli ama, mevcut kent yapısı ve kentsel altyapı kapasitesi ile bu hava olaylarının olası etkilerini kestirebilmek çok daha önemli. Türkiye’de de bu tür hava tahmin çalışmalarını yapan bilim insanları, kamu kurumları ve akademik kuruluşlar bulunuyor. Ancak, kentlere ilişkin sağlıklı ve doğru veriye ulaşabilmek, bu verinin akışını sağlayabilmek imkansız denecek kadar zor. Üstüne üstlük temin edilse bile bu veriye dayalı olarak anlık analizler yapacak, etki analizleri sonucunda gerekli önlemleri alacak bir karar destek sistemimiz bulunmuyor. Bunun temel sebeplerinden birisi mevcut kentleşme biçimimiz. Daha yakın tarihlere kadar birçok kentimizde mevcut altyapı sistemlerinin haritaları bile bulunamayabiliyordu. Jeo-radar denilen bir yöntemle yer altındaki eski altyapı hatları tespit edilmeye çalışıldı. Birçok kentte de “hızlı proje yapmak” gerekçesiyle yapılan ulaşım ve konut projelerinde altyapı aktarımları yapılırken belli bir sistematik ve veri altyapısına dayalı olarak hareket edilmediği bilinen bir gerçek. Parçacı, günübirlik ve rant odaklı kentleşme süreçleri kentsel altyapıyı günlük hesaplarla sürekli değiştirirken, değişen hava olayları karşısında bu verilere dayalı bir sistemi kurmak mümkün olsa bile inanılmaz denecek kadar zor bir iş ve kimse buna girişmiyor. Yerele yönetimlerin öncelikleri de el yordamıyla ve kerameti kendinden menkul kurumsal iş yapış biçimleriyle oluşmuş kentsel altyapı yapım biçimlerini değiştirme dışında sistematik ve yenilikçi yöntemlere girişmekten çok uzak bir görünüm arz ediyor. Kentsel altyapı yönetiminde kıyıda köşede SCADA gibi elektronik sistemler kullanılıyor olsa da bu sistemler her sabah kalktığında kentte yeni bir karar alan, kent planlarını sürekli değiştiren yönetim anlayışları karşısında etkisiz kalmaya mahkum.
Gerçekte ilk dikkate alınması gereken hususlardan birisi, ülkenin uzun vadeli politikalarının oluşturulması ve bu politikaların mekan yansıtılması sürecinde iklim değişikliğinin veri temelli bir yaklaşımla temel unsurlardan birisi olarak kabul edilmesidir. Son yirmi yıldır Türkiye’de birçok ulusal stratejik plan ve strateji belgesi hazırlandı. Ulaştırma, şehircilik ve çevre gibi konularda bu stratejilerin çok önemli bir kısmının doğrudan iklim değişikliği ile ilgisinin bulunduğu aşikardır. Ancak, özellikle Kalkınma Planları gibi önemli belgelerde iklim değişikliği genel belirleyici bir etken olarak değil de ağırlıklı olarak sektörel bir sorun alanı olarak ele alınmaktadır. Bu sektörel ele alışın uygulamaya yansıması ise yerel yönetimler ve yatırımcı kuruluşları dışarıda bırakan, nihai olarak yurttaşların bireysel davranışlarını sorumlu kılan bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Yapısal önlemler alınmasını, bilim ve veriye dayalı önlemleri önceleyen bir yaklaşım ne yazık ki henüz yerleşmemiştir. Özellikle kent planlaması ve kentsel altyapı ilişkisinin kurulmasında bu eksiklik derin bir şekilde hissedilmektedir. Kalkınma planlarının yapılması sonrasında Kalkınma Ajansları tarafından yapılan ve bölgesel kalkınmanın yönünü belirlemesi beklenen bölge planlarında ve illerde arazi varlığının kullanımını belirleyen çevre düzeni planlarında da iklim değişikliğinin ana belirleyici etmenlerden birisi olarak değil de daha çok bir arka plan fon bilgisi olarak ele alındığı görülmektedir. İklim ve hava olaylarına ilişkin planlama verileri çoğunlukla ya çok eskidir, ya da güncel bilimsel yaklaşımlara dayanmadıkları için de gündelik hayata, sektörlere ve ülkenin geleceğine etkileri tam olarak kestirilememektedir. Türkiye’nin geleceği için öncelikle ülke planlama süreçlerinde iklim değişikliğinin bir ana unsur olarak en başa oturtulması gerekmektedir. Kalkınma ve iklim değişikliği maliyetlerinin ve olumsuz etkilerinin azaltılması için bu tür bir anlayış değişikliği yaşamsaldır.
Kuşkusuz bu tür bütünsel ve bütüncül ele alışlarda yerleşim alanlarında gündelik yaşamın kesintisiz, güvenli ve sorunsuz devam edebilmesi için en önemli unsur yerleşmelerin iklim değişikliği bağlamında coğrafya ve doğal yapı ile kurduğu ilişkidir. Burada tarihten öğrenebileceğimiz çok fazla şey var. Tarihteki uygarlıklara ve yerleşimlere bakıldığında, insan uygarlıklarının akıbetini belirleyen en önemli unsurun ekolojik sistem ile kurulan uyum olduğu bilinmektedir. Ne zaman bir uygarlık kendi içinde bulunduğu ekolojik sınırları zorlasa ya da değiştirmeye kalksa, kendi sonunu hazırlayan adımları atmış olduğunun farkına bile varamadan ortadan kalkmıştır. Bunun en acı örneklerinden birisi belki de eski Güney Amerika Uygarlıklarıdır. Kentlerde nüfus artışı sonrasında artan gıda ihtiyacını karşılamak için yağmur ormanlarını keserek mısır tarlası açan Mayalar, Aztekler yağmur ormanı toprakları çok özel bir ekosistem olduğundan dolayı birkaç sene içinde verimini yitirince, bundan dolayı güneş tanrısının kendilerine kızdığını düşünerek insan kurban etmeye başlamışlardır. Bunun için de yağmur ormanları içindeki kabilelerden insan toplamışlardır. Tam bunların yaşandığı bir dönemde, doğudan gelen beyaz adamların kurtarıcıları olacağına inanan bu uygarlıklar, İspanyol Hernan Cortes ve 200 atlı adamı karşısında dayanamamış, birkaç on yıl içinde dünya yüzünde görülmemiş bir soykırıma uğramışlardır. Benzer örnekleri Anadolu’daki birçok antik ve antik dönem sonrası kentinde de izlemek mümkündür. İnsan uygarlığı bu kez böylesi bir durumla topyekun karşı karşıyadır. Ancak, dünyanın gezegensel dinamikleri sebebiyle iklim değişikliğinin etkilerini bazı ülkeler diğerlerinden daha önce ve daha şiddetle yaşamaktadır. Yaklaşık bir on yıldır Endonezya deniz seviyelerinin yükselmesi ile mücadele etmeye çalışmaktadır. Türkiye gibi ülkelerin bulunduğu bölgelerde de uzun süreli kuraklıkları şiddetli yağış rejim değişiklikleri izlemeye başlamıştır.
Kentsel yerleşimlerin yapılanmasında bulundukları bölgenin yağış rejimi ve suyla kurdukları ilişkinin ne kadar önemli olduğunu uzunca bir süredir biliyoruz. Yakın coğrafyamızda Avrupa kentlerinin suyla kurdukları ilişki ile Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslarda bulunan kentlerin suyla kurdukları ilişki arasında yapısal bir farklılık olduğu kent tarihçileri ve coğrafyacılar tarafından ortaya konmuştur. Çok fazla yağış alan, suya ulaşım konusunda daha şanslı görünen Avrupa’nın çoğunluğunda kentler nehir kenarlarında ya da ovaların ortasında kurulurken, Türkiye gibi coğrafyalarda, kentler dağ ve tepe yamaçlarına kurulmuştur. Bu farklılığın güvenlik gibi sebepleri olsa da temel sebep, yağış rejiminin değişmesi sebebiyle, kentlerin suya erişimlerini kolaylaştırmaktır. Binlerce yıl süren bir öğrenme süreci sonunda Anadolu kentleri sudan yararlanmak için yamaçlara yapılaşmanın önemini anlamış, buna karşılık sellere karşı can ve mal kayıplarını önleyecek bir yapılaşma tarzı geliştirmişlerdir. Bu yapılaşma tarzında dere yataklarına mümkün olduğu kadar yapılaşmaktan uzak durmak, kent içinde toprağın aşırı yağışlarda emiciliğini engelleyecek müdahalelerden kaçınmak gibi temel ilkeler kolayca göze çarpar. Ancak, modern zamanlara gelindiğinde bu ilkeler biraz teknolojinin getirdiği güven, biraz da kentleşme sürecinin değişimi ile göz ardı edilmeye başlanmıştır.
Sanayileşme sonrası dönemde, kentleşme sürecinin yarattığı çok hızlı nüfus artışı karşısında bir yanda ortaya çıkan temiz su ihtiyacını karşılaşmak ve sağlıklı bir yapılaşmayı sağlamak, bir yandan da atıkları uzaklaştırmak ve salgın hastalıkları önlemek gibi ihtiyaçları karşılamak için aydınlanma sonrası dönemde ortaya çıkan bilimsel devrimlerin katkısıyla kentsel altyapı sistemleri kurulmaya başlandı. Bu kentsel altyapı sistemlerinin kurulması kolay olmadı ama sonunda gelişen mühendislik teknolojileri ve kent planlama anlayışı ile kentleşme sürecine uygun bir kentsel altyapı sisteminin temel unsurları ve ilkeleri belirlendi. Yirminci yüzyıl boyunca da 19. Yüzyılda kurulmuş altyapı sistemlerinin kentlerin gelişim sürecine paralel olarak daha da geliştirilmesi için çaba harcandı. Bu süreçten öğrenilen en önemli ilkelerden birisi kent planlama ve kentsel altyapı yatırımları arasında mutlak bir uyumun olması gerekliliğiydi. Kentsel altyapısı planlanmamış bir kentte kentin gelişimini planlamak yaşanamayan çevreler oluştururken, kimsenin yaşamadığı yerlere kentsel altyapı yatırımları yapmak da çok ciddi maliyetleri kamunun sırtına yüklemekteydi. Ancak, kent planlama ve kentsel altyapı arasındaki ilişkiyi kurmak çok zorlu bir uğraştı ve öncelikle kurumsallaşma, bilime ve mühendislik yaklaşımlarına inanmayı gerektiriyordu. Çok acı tecrübeler sonrasında gelişmiş ülkelerin önemli bir kısmı bu iki uğraş arasındaki ilişkinin kentlerin geleceği açısından önemini öğrendiler ve kentsel sistemlerini buna göre tasarladılar. Ancak, gelişmiş ülkelerde bu ilişki halen daha tam olarak anlaşılamadığı gibi, iklim değişikliği gibi etkenler, bu anlayışın oluşumu konusunda çelişkili yaşamsal etkiler yaratmaktadır.
Özellikle gelişmekte olan ülkelerde kent planlama, kentsel arsa rantı, kentsel altyapı yatırımları, konut üretimi ve arazi kullanımı gibi temel konularda bütünleşik bir yaklaşımın bulunmaması ve kentlerin gelişiminde bütüncül ve sistem yaklaşımına dayalı anlayışın hakim olmaması çok temel bir sorun alanı olarak ifade edilmektedir. Genel olarak, yapılaşma ve gerekli altyapı sağlama süreçlerinin birbirinden ayrı ve ardışık süreçler olarak kabul edilmeleri, kentsel altyapı yatırımlarının siyasal iletişim stratejilerinde görünürlüğünün düşük olması ve yatırım süresince kentsel yaşamı kesintiye uğratabilecek etkiler yaratabilmesi gibi sebeplerle gündelik hayatta fark edilmese de birçok şehircilik sorununun kaynağı bu yaklaşımın eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Esasen, bütünleşik bir kent planlama ve yönetim sisteminde, istikrarlı bir kentsel planlama ve uygulanması süreci ile kentsel altyapı planlamasının eş fazda gerçekleştirilmesinin gerekliliği kabul edilir. Kent planlama ile kentte oluşturulan nüfus, alan kullanım, ulaşım-dolaşım, işlev kararlarına koşut altyapı yatırım kararlarının alınması, bu kararların alımında kentte mevcut ve gelecekte ihtiyaç duyulabilecek altyapılara ilişkin teknolojilerin ve yöntemin sürekli olarak iyileştirilmesi amaçlanır. Burada ayrıca çok değişmeden süregelen bazı temel planlama mühendislik çözümlerinin de bulunduğu, bunların göz ardı edilmesinin büyük sorunlar doğuracağı da genel olarak bilinir. Örneğin planlama açısından bakıldığında, nüfus ve yapı yoğunluğu ile kentsel kamusal açık alanlar ve ulaşım sistemleri arasındaki dengenin iyi kurulması hava olayları ve ekolojik sistem ile ilişki açısından çok önemlidir. Çünkü, kentin mikro klimasının ve oluşturduğu yüzey alanlarının doğal su ve havalanma döngüsü gibi süreçler karşısında kenti kırılganlaştırmaması beklenir. Kentte aşırı yapı ve nüfus yoğunluklarının oluşturulmasının bir bedeli ve maliyeti olduğu bilinir. Diğer yandan kentsel altyapı sistemlerinde de temiz su, kanalizasyon, elektrik, doğalgaz ve haberleşme benzeri sistemlerin her birinin hakim teknolojik paradigma gereği yapılaşma ve coğrafi yapıya ilişkin kurallarının olduğu varsayılır. Örneğin, temiz su sistemlerinin kapasitesi boru çapıyla belirlenir çünkü boruların içerisinde hava bulunmaz ve basınçlıdır. Yani belli bir yere temiz su sağlamada nüfus miktarı ve nüfusa su eriştirecek borunun çapı önem kazanır. Ya da kanalizasyon boruları basınçsızdır ama atık su belli bir debinin altına düştüğünde beton künklerde tortu yapıp tıkanmalara sebep olabilirken, belli bir debinin üstüne çıktığında borular aşınır ve toprağa sızma yapar. Diğer tüm altyapı sistemlerinde benzer durumlar tespit edilir.
Bu durumun daha iyi anlaşılmasını sağlamak için Türkiye’den çok klasik bir örnek verebiliriz. İmar planları yapılır, bir mahallede kaç kişinin yaşayacağı, kaç yapının ve kaç konutun bulunacağı yaklaşık olarak plan kararına dönüştürülür. Plan yapılırken temel bazı altyapı parametreleri, örneğin topoğrafya belli ölçüde dikkate alınmaya çalışılır, mevcut mühendislik altyapısı varsa değerlendirilir. Planın yürürlüğe girmesinin ardından, kentsel altyapı planlamasına girişilir ve mühendislik çalışmalarına başlanır. Temiz su için nüfusa uygun boru çapıyla içme suyu boruları döşenir ve parsellere kadar eriştirilir. Aynı şekilde, kanalizasyon için de beton künk adı verilen borularla gerekli altyapı oluşturulur. Elektrik sistemi ve doğalgaz altyapısı için de gerekli voltajı sağlayacak trafolar ve reglaj istasyonları kurulur. Tüm bu çalışmalarda en temel veri nüfus verileridir. Ancak, mevcut koşullarda, bu sistematik düşünülmeden belli kişi ve grupların kentsel ranttan yararlanması için yapılan imar planı değişiklikleriyle zaman içerisinde öngörülen nüfus atamalarında değişiklikler oluşur. Belki on bin kişinin yaşayacağı yerde elli bin kişi yaşamaya başlar. Ancak, bu değişikliğin kentsel altyapı üzerinde yarattığı etkiler zamanla hissedilmeye başlandığı için talebe ve nihai olarak altyapı sistemlerinin güncellenmesine belli bir süre sonra yansır. Nüfus arttığı için öncelikle yüksek katlı yapılarda üst katlara su çıkmamaya, elektrik voltajı düşmeye başlar. Bir yandan da kanalizasyon sistemlerinde debi artışı sebebiyle çatlamalar ve sızmalar başlar. Çoğunlukla yolların altında birlikte döşenen temiz su ve kanalizasyon boruları arasında sıvı geçişleri olabilir. Temiz su yetmediği için basınçla vakum etkisi yaratan borular, kanalizasyon borularından sızan kirli su, temiz su borularının içine girebilir. Özellikle yaz sonlarında yağış rejiminin değiştiği dönemlerde de bu durum içme suyu kaynaklı ishal, tifo, kolera ve dizanteri benzeri hastalıkların ortaya çıkmasına kadar gidebilir. Öte yandan elektrik voltajı yetmediği için yeni trafo istasyonları kurma gereği doğabilir. Bunun için yer ayrılmadığı için de tek boş yer olan park ve çocuk bahçelerinin bir kenarına yeni bir trafo konur, üzerine de bir kurukafa işareti konulur. Sonra da çocukların zarar görmemesi için dua edilir. Bu ve benzeri zincirleme etkileri birçok konuda izlemek mümkündür. Hele hele iklim değişikliğinin etkisi altında bu etkiler giderek daha fazla öne çıkmaya başlar.
Öte yandan, yapılan imar planları sonrasında gerçekleştirilen kentsel yatırımların süreçlerinde de kentsel altyapı açısından önemli sorunlar yaşanabilmektedir. Özellikle ulaşım yapılarının ve kentsel hizmet alanlarının üretilmesinde uygulamada mühendislik kurallarının göz ardı edilmesi, kimi zaman geçerliliği olmayan kestirmeci çözümlerin yaygınlaşması önemli bir sorun alanı oluşturmaktadır. Siyasi meşruiyet açısından günübirlik kazanımlar ve kısa dönemli taleplerin karşılanması için uzun vadeli planlamaya dayanmayan yatırımların yapılması çok önemli bir sorun alanı oluşturmaktadır. Bu anlamda en sık rastlanılan uygulamalar ulaşım alanında karşımıza çıkmaktadır. Mühendislik çözümleri hızlı şekilde yapılabilen, siyasi getirisi yüksek köprü, tünel, yol genişletme gibi çalışmalarının yer yer etki analizleri yapılmadan ve kısa erimli yöntemlerle yaygınlaştırılması buna örnek olarak gösterilebilir. Hızla değişen özellikle de otomobil odaklı ulaşım yatırımlarının aynı zamanda kentteki iktisadi dinamikleri, kentsel rant birikimini değiştirdiği ve paradoksal olarak nüfus dengelerini değiştiren yoğunluk artışı taleplerini arttırdığı ve nihai olarak kentsel altyapı kapasitesini aşırı yüklediği ve yeni maliyetleri zorunlu kıldığı bilinmektedir. İklim değişikliği gibi etkiler de bu döngünün etkilerini daha da derinleştirmektedir.
Meselenin çok önemli bir boyutu mevcut kent planlama pratiklerimizle de çok yakından ilgilidir. Mevcut planlama standartları her ne kadar kentsel gelişimde belli bir düzeyi tuttursa da, iklim değişikliği ve afet tehdidi gibi sorunlar karşısında kentte oluşan genel yapılanma kentsel altyapı açısından yetersiz kalmaktadır. Bu yetersizliğin çok önemli bir kısmı plan değişiklikleriyle oluşturulmaktadır. Sonuçta özellikle olağan dışı hava olayları karşısında kentlerin dayanıklı hale getirilmesinde çok önemli bir paya sahip olan kamusal ve yarı-kamusal açık alanların miktarının, coğrafi yapıyla ilişkisinin ve bu alanlarda yapılan düzenlemelerin kent planlama ile nasıl şekillendirildiği çok önemli hale gelmektedir. Özellikle kent planlaması ile tanımlanan tüm alanların bir şekilde üzerinde kaynak harcanması ve yapılaşmaya gidilmesi gereken alanlar olarak algılanması ciddi bir sorun alanıdır. Kent içerisindeki açık alanların, kentin dışındaki eko sistemin bir parçası olduğu anlaşılmadan yapılan müdahaleler kentleri bu anlamda kırılgan ve dayanıksız hale getirmektedir. Kentteki bitki örtüsüne iklim yapısına uygun olmayan, bu sebeple sürekli sökülüp dikme yoluyla yapılan bitkilendirme, yapay su öğelerinin abartılı kullanımı, açık alanların tıpkı kapalı alanlar gibi yapılandırılması, kamusal alanların sürekli olarak azalması ve kamusal, yarı-kamusal alanların aralarındaki ekolojik akışların sürekli kesintiye uğraması önemli sorunlar arasındadır. Özellikle planlamada konut ve rant getiren alanların eğimi düşük ve kullanımı kolay arazilere konması, geriye kalan kullanımı ve işletmesi zor, birbirinden kopuk alanların da açık alan olarak planlanması da bu anlamda sorun yaratmaktadır. Yine planlamada dere yataklarının, sulak alanların ve kıyı alanlarının denetimsiz bir şekilde yapılaşmaya açılması, doğal dere ve akarsuların mevcut kentsel atık su sistemi içine alınması kentlerin doğal yağış rejimi ile ilişkisini çok ciddi anlamda olumsuz etkilemektedir.
Kent planlama sürecinde ekolojik bir yaklaşımın benimsenmemesi yanı sıra, kentsel tasarım dediğimiz, yapılaşmış çevrenin unsurlarının tasarlanması ve yapılandırılması için yapılan çalışmalar da kentsel altyapı ve iklim değişikliği karşısında kentlerin dayanıklılığı açısından yaşamsaldır. Kent içerisinde yolların, kaldırımların, parkların, çocuk bahçelerinin, meydanların, yapıların bahçelerinin, otoparkların ve daha birçok alanın su geçirmeyen asfalt ve beton gibi malzemelerle kaplanması, suyun doğal akışı önüne çeşitli engeller konması, doğal olarak su döngüsünün kentte deniz ve nehirlere akacak yer bulamaması ve su baskınlarına sebep olmasına yol açmaktadır. Burada kentte yapılar dışındaki alanların bütünsel bir anlayışla tasarlanmaması önemli bir sorudur. Her yapı adası ve parseli, her yerel yönetim kendi anlayışına uygun malzeme ve yöntemle kamusal alanları şekillendirmekte kentsel tasarım açısından ekolojik süreçlere uygun olmayan alanlar ortaya çıkmaktadır.
Her ne kadar Devlet Su İşleri gibi bazı önemli kamu kurumlarının geleneksel olarak mühendislik kurallarının kurumsallaşması adına önemli mesafeler aldığı bilinse de, genel olarak kent yönetiminde ve planlamasında kent planlama ve kentsel altyapı ilişkisini bütünsel, ekolojik yapıyı ve iklim değişikliği süreçlerini dikkate alarak, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin yardımıyla kuran yeni bir sistematiğin kurulması gerektiği açıktır. Bu tür bir yapı oluşturmadan, kent planlama ve kentsel altyapı süreçlerinin birbirinde kopuk ve kentsel yaşamın daha yaşanabilir hale getirilmesine katkıda bulunması mümkün olmayan bir girdapta kaybolması kaçınılmazdır. Kent yönetimlerinin katılımcı, siyasal popülizmi ve kentsel rant dağıtımı kent yaşamının iklim değişikliği gibi süreçlere kurman etmeyen bir anlayışla yeniden ele alınması ve yapılandırılması gerektiği de açıktır. Yeni büyükşehir belediyesi gibi yapılar oluşturulurken sanki kent yapısı ve verilen hizmetleri hiç değiştirmeden, afet ve iklim değişikliği gibi sorunları dikkate almadan eski hizmet sunum biçimleriyle ilerlemek yeterlidir diyerek sürdürmek artık mümkün değildir. Mümkün olsa bile sürdürülebilir değildir. Çünkü dün Ankara’yı, bugün İstanbul’u ve yarın diğer şehirleri etkisi altına alacak afet ve iklim değişikliği gibi olayların yaratacağı sellerin ve su baskınlarının altında bunları görmeyen belediye başkanlarının, bürokratların, siyasetçilerin, akademisyenlerin de kalmaları sandığımızdan çok daha yakındır. Bir an önce siyasi tarafgirliğe dayalı tartışmaları bırakıp gerçek sorunlarımıza odaklanamadığımız müddetçe üstü yapı altı şişhane bir kentte belirsiz bir geleceğe bakmaya devam ediyor olacağız…