Uzun lakırdının sonunda tatlı hikâye.
Ev dediğin, mahremi bol yerdir.
İçinde, insana dair her türden saklanacak şey bulunur.
Evvel eski denir ki, ¨Boş kulübeye kilimini serdin mi, işte orası evin olur!¨
Ev insanın zırhıdır, içinde hürriyetini hissetmesini sağlar.
Orada yapılanları sokakta yapsanız, ya Mazhar Osman’a-tımarhaneye yollanır yahut Cibali Karakolu‘nun nezarethânesini boylarsınız.
Bunlar başa gelmesin diye ahali, evcağızına kapanıp insana dair ne halt edilecekse, rahat rahat eder…
O nedenle, evin gizli saklısına da akıl sır ermez.
Evden saraya, saraydan köşke, köşkten yalıya kadar hepsinin mâzisi nice nice sırla doludur.
Sırları tavan arasında aramaya kalkışanı olduğu gibi, yalı evlerinin kayıkhânesi, iskelesini de boşlamayanlar çokcadır.
İstanbul’a dair birçok dedikodunun sırdaşı bulunan Mahmut Efendi‘ye sorarsanız, denizine kayık indirilen yerlerin macerası, çatı altına, tavan arasına saklananlardan daha farklıdır.
Zira denize açılan bu mekânlar, öteden beri, o evlerin sırrını rüzgâra, poyrazmış karayelmiş demeden, habire verip durur; ne öğrenirsek, orada öğreniriz.
Deniz dudağı evlere yalı denir; galiba, suyun kıyıyı yalamasından üretilmiş, bir sözcüktür bu…
Fakat sözlükler başka söyler.
Rumcadan Türkçeye girmiş görünüyor, Γιαλός yani Galiea diye yazılıyor, ama dilimize, Türkçeye yalı diye bulaşmış; ne iyi olmuş…
Kabul ederiz; zaten denize dair ne varsa Ege’de, Arşipel’de, Akdeniz ve Marmara’da yok mudur?
Fakat bu iddiaya karşı olanları da, ele vermeliyim:
Yalı sözcüğünün seslerden üretilmiş, özbeöz Türkçe olduğunu savlayanı az değildir.
Onlara bakarsanız, yine Yunancada Onomatopeia diye adlandırılan doğadaki seslerden kelime üretmek sanatının bir neticesidir ki, Türkçede, bizim de iddia ettiğimiz gibi, denizin sularıyla kıyıyı yaladığı yere yalı denir!
Bu ikinci iddiayı yabana atmayınız; insan doğadaki sesleri taklit eder.
Alın, mesela, “işemek” sözcüğü şar şur etmekle, eski dilde teşarşür diye karşılık bulur; nitekim insan işerken şarul şurul diye ses duyar.
Bu sesin bir şelale gibi çağlayıp kulakları sağır etmesi Güliver’in maceralı yolculuğunda duyulmuştur; yalılarda pek duyulamaz.
Gulliver-Güliver, Lilliput ülkesinde, cücelerin cücesi insanlar arasında bir yangını söndürmek için pipisini çıkarıp işemiş, bu gönüllü itfaiyeciliği sırasında sidiğiyle Kral Hazretlerini de ıslatmış, buysa devlet suçu sayılıp idama mahkûm edilmesine neden olmuştur; fakat bu ayrı bir hikâyedir, meraklısı Jonathan
Swift’in eserini okusun.
Şar-şur edip gürültü çıkartması sadece masallarda olmaz, yalıda denizin şarıltısı günden güne değişir. Bazen usul usul okşar kıyıyı, bazen hırçınlaşır, yalı eviyle dalga geçer.
Bizim işimiz yalı kelimesinin macerasına bakınmak değil, kayıkhâne denilen esrarengiz yerlere bir göz atıp, yalı müştemilatının eskisini, oldu bittisini kolaçan etmektir.
İstanbul’da Boğaziçi ve adaların lebiderya, yani deniz dudağı diye bilinen evlerinde, yalılarında evvel eski merakımı çeken yerleri ne mutfağı ne kileridir, ne havuzu ne de bahçesidir; varsa yoksa kayıkhâneleridir.
Bir de, gittiğim evin kütüphanesine dadanırım.
Yalı deyince, sizin aklınıza ne gelir, bilemem ama benim aklıma evvela kayıkhânesi gelir.
Çalparasız göbek atan denizin suyu, şıpır şıpır içeriye kadar girmiş mekânlar kayıkhânedir.
Yalısından uzakta kurulu kayıkhâne işime gelmez, hazetmem; illa kayık çekeği binanın altında olmalıdır. Mağarasına saklanan Kırk Haramiler gibi açıl susam açıl, kapan susam kapan diye kapısından içeri girildi mi, denize ait sırrı eve, eve ait sırrı denize saklamalıdır.
İstanbul’un Boğazındaki yalıların pek çoğuna keser sallamış Ermeni mimar ve ustaların elinden yalı çıktıysa, muhakkak ki kayıkhânesi tam altındadır; üstü rûtubet tutar diye yalının yaşlısı orada habire, yaz kış demeden mangal yaktırır ve romatizmasından çekindiği için yatak döşek serip uyumaz.
Boğaziçinde amut sokakların ana caddeye bağlandığı yerlerin denize açılan son noktasındaki bu yalılar, eskimiş deniz evleridir ve kuşaktan kuşağa kavanço edilip durur.
Dede Efendi’nin Gül Nihâl Valsi’nden sonra, tango ve çaçayla tanışmıştır, caz dönemini dahi tamama erdirip işi yeni kuşağın henüz buraların değerini bilmediği o zamanlarda Beatles’la devam ettirmiş, sonraları lahmacun kültürsüzlüğü şehirlere dadanınca o lezzetli lahmacun kokusuyla birlikte arabeske dahi batıp çıkmıştır; ¨Beni böyle seeeeeev, seveceksen, olduğum gibi göreceksen….¨
İşte bu yalıların bazılarına gitmişliğimiz, fakat çokçasını edebiyat denilen asıl büyük dostumuzdan öğrenmişliğimiz olduğuna bakarsanız, üzerinde bir iki laf etmek hakkını kendimizde niye bulduğumuza şaşırmazsınız.
Nereye açıldığı belli olmayan bir kapı görünce arkasını merak edenler, bana göre en çok yalılara dadanmalıdır.
Zira kayıkhaneler yalıda esrarengiz yerlerin başında gelir.
Bu esrarengizliği, günümüzde yeni kuşağın neredeyse tümüyle bilmediği, eskilerin de unuttuğu kadın edebiyatçımız rahmetli Lemia Balı‘nın Fırtınalı Günler başlıklı romanında okuruz, baştan aşağıya merak kesiliriz. Lemia Hanım, annelerini kaybetmiş beş çocuklu bir aileye yalı zenginliğinden istifade etmek üzere gelen fettan ruhlu bir üvey anneyi kötü kahraman olarak kullandığı romanında, Boğaziçi’nin Anadolu yakasındaki yalının kayıkhânesine önem gösterir.
Kayıkhânenin mutfağa açılan, bahçeye çıkan, ayrıca üst katın musandıra denilen yatak, yorgan, döşek dolabına uzanan üç merdiveni, üç de kapısı vardır.
Örümcek ağları kaplamış, önünde hurdavâri birçok şey bulunup imkânı yok kimsenin el uzatmayacağı bu kapıların yerini, zaten genç üvey anneye tutkun yalı ailesinin babası çoktan unutmuş, diğer kardeşler ise habersiz, sadece romanın temiz kalpli genç kahramanı olan yalı çocuğu Baha bilmektedir.
Bu kapıları kullanarak fettan kadının, baba evde yokken yalıya âşığını nasıl gizlice soktuğu, haince planlarını hangi kapalı oda kapıları arkasında pazarladığına kadar her şey bir bir öğrenir. Yalıya fırtınalı günlerin yaklaştığını, Baha’nın kayıkhânede gizlenip oradan üç katlı binanın Şeytan Minaresi gibi gizli merdivenlerinde, evin sessiz kedileri misali tıkır tıkır dolaşmasıyla izleyip, heyecanla okuruz.
Kayıkhâneler rûtubetli olduğu için bucak bucak kaçan yaşlılara karşılık, genç bedenler bu gölge altı yerlerden pek hoşlanır, hatta romanlara bakarsanız neşeli ördek yavruları gibi ilk yüzme derslerini bile oralarda alır.
Hayatı çoğunlukla yalıda geçmiş, hikâyeciliğimizin ve gözü yaşlı romanların yazarı Kemalettin Tuğçu da Boğaziçilidir. İki yüzden fazla romanı bulunan Tuğcu’nun birçok yapıtı kayıkhâneye girip çıkan yalı çocuklarının hikâyesine yer verir. Deniz Kızı, Siyahlı Kadın ve Eski Bir Masal başlıklı romanlarında, şimdi adını hatırlamakta zorlandığımız daha birçoklarında küçük çocuk kahramanlar yalının kayıkhânesine inip, ya bir sırrın peşine düşer yahut kendi sırrını oraya gömer.
Bunlardan birisinde, hatırlıyoruz, afacan çocuk kayıkhânenin birden derinleşen ve Boğaziçi’ne açılan sularına dalıp çıkmaktaydı, midye toplamaktaydı ki, bir gün, suyun derininde bir anahtar gördü. Dibe daldı, aldı, yukarı çıkardı. Anahtar paslıdır, yosunlanmıştır; ak pak eder, yağlar. Sonra, madem ki, elinde şimdi bir anahtar vardır, bununla bir yerin açılması gerekir. Yalının gizli kapaklı yerlerini, kapalı kapı ve dolaplarını tek tek deneyerek açmaya çalışır; işte sır perdesi böylece öğrenilecektir. Yıllar evvelinde denize atılmış anahtarın sırrı ortaya çıkar; okuyan da, öğrenir.
Kayıkhânelerin yalıya sırdaş olduğunu sadece Kemalettin Beyin eserlerinde okumayız.
Türk Edebiyatının kadın yazarı, rahmetli Cahit Uçuk da yalı üzerine bir roman bırakmıştır.
Esrarengiz Yalı adlı eseri aslında yetişkin çocuklara yazılmıştır ama gelin görün ki, esrar perdesini aralamak isteyen büyükleri pek meşgul eder.
Edebiyatımızın baş romanı Eylül‘de, aklını kayıkhânede bırakan sandal meraklısı Süreyya, can sıkıntısından boğulacak kadar bunalmış genç hanımı Suat’ı yakışıklı kuzeni Necip’le yalıda yalnız koyup koyup, Boğaziçi’ne açılmayı pek sever.
Sonunda, mercimeği fırına vermeleri ân meselesi görünen yasak sevginin âşıklarını birbirlerinden ölümle ayıracak olan, romandaki feci sonu hatırlıyorsunuzdur. Yalıyı yaz bitince terk edip kışlık konağa geçildiği günlerde çıkan yangındır.
Yalı yangınlarına Esad Mahmut Karakurt‘un 1936’da yazdığı Allahaısmarladık adlı romanda rast geliyoruz. Kayıkhânesiyle beraber kül olan yalı, romanın temel mekânıdır. Milli Mücadeleye ve Kuvayi Milliyeye zarar veren, işgalcilerden yana hafiyelik etmiş eniştesini yalıda öldüren yüzbaşı İzzet’i, romanda, milli kahraman diye tanırız. Bu cinayeti millet adına işlediği için gönlü rahat olan İzzet, üstelik geride delil bırakmamak üzere yalıyı eli değmişken yakıverir; bir kıvılcıma bakar.
Zaten ne demişler, güzelliğine güvenme bir sivilcedir gelir, zenginliğine güvenme bir kıvılcımdır yakar!
İşte bu söz yerini bulur ve yalıyla beraber kayıkhâne cos diye kor alevli ahşabını suya bırakır.
Türk Edebiyatında romanın başkenti İstanbul olunca, hikâyeleri yalılardan geçer elbette; biz buncasını aktarırız. Zira Semiha Ayverdi‘nin yalı romanlarından tutunuz, Abdülhak Şinasi Hisar‘a kadar kayıkhâneleri yazan çoktur.
Nemlizade Yalısı diye bilinen kâgir binaysa, meşhur mimar Vedat Tek tarafından tıpkı Moda İskelesi, Büyükpostane gibi eserlerden fırsat bulduğu bir sırada yapılmıştır. Bu sanat eseri, Üsküdar Paşalimanı’nda cümle âleme 1925’den beri fiyaka satmaktadır.
Bir ara, metrûk hâlde kalmıştı. Bu terk edilişinden evvel, tütün işletmesi ve deposuydu; Karadenizli aile Nemlizade’lerin idi.
Bu ailenin babası Bay Mithad Nemli’nin başmuhasibi olan, akrabamızdan, Kemal Bey’in çayını içmek için uğradığımız zamanlardı, ben bir yolunu bulup iskelesine çıkar, oradaki kayıkhâneye şaşkınlıkla bakardım; altı, yedi belki sekiz yaşlarımdı. Nemlizadelerin kayıkhânesi iskeleydi; ufarak bir istimbotu kaptanı marifetle girip çıkacak kadar geniş, enlemesine ve derinlemesine hatta bir çatanayı içine alacak denli büyüktü. Oradaki sırlar paraya, tütün satışına aittir; sabırlı okurumuzu ilginlendirmez.
Üsküdâr’a kadar gelmişken, yağmur yağmıyorsa azıcık yol alın, Kuzguncuk’ta molayı verirsiniz.
İşte oradaki mimarî eser unutulur şey değildir: Kuzguncuk’ta, Üryanizade Ahmet Esat Cami‘sinin altındaki kayıkhâne gibisi yoktur.
Dünyada altına kayık sokulan tek camii olmalıdır.
Camii kayıkhânesi herhalde karşı kıyılardan namaza gelecek ekâbire, bilhassa devlet ricaline hizmet vermek üzere inşa edilmişti. Yoksa İmam efendinin kayığı için yahut müezzini ezan saatine yetişsin diye mi yapılmıştır?; hiç sanmam…
Veyahut teneşir tahtasına konulacak fâniyi yıkamak üzere Gassal efendinin, ayrıca müteveffanın kırk mevlüdü için Mevlidhanların derya üzerinden gelip gideceği hesaba mı alınmıştır?; bu da bilinmez…
Benim hâtıramda kaldığınca birkaç kez oraya gitmişliğim, caminin kayıkhânesini merak edip iskelesinden başımı uzatarak karanlık bir kuyu ağzı gibi olan kayıkhâneyi yarım gözle seyretmişliğim de vardır, ama kayıkhâneden nasıl camiye girilip çıkılır, gizli kapaklı yerlere açılan kapıları var mıdır, bakın bunu bilmiyorum.
Kayıkhânesi olan Kadıköyü’nün eski Balık Hali de hiç unutulmaz; lakırdı sırasında yeri geldi mi, dostlarıma, eski Kadıköylü oluşumu ihsas ettirecek biçimde anlatırım.
Zira rahmetli babamla balık, zerzevat, meyve almaya iskeleye, balık pazarına gittiğimizde denizden içine girilip çıkılan ufak kayıkhânesi şaşkınlık verirdi.
İstanbul Rumelisi’ndeki Haliç’te bulunan Unkapanı, Yağkapanı, Balkapanı iskelelerinden mal taşıyan türlü türlü sandalcı buraya demirler, usturmaça yapıştırıp iskelesine yük indirir, bindirirdi; seyretmesi ne zevkliydi.
O kayıkhâneyi taş ve molozla doldurup kapattılar, iskeleyi uzattılar, denizden mahrum bıraktılar.
Balık Halini hatta yıkmaya dahi kalkışmışlardı.
Bir süre metruk kaldı, vapur iskelesi yanında; örümcek bağladı.
Şimdi, burada, Haldun Taner Tiyatrosu adıyla ve Belediye Konservatuarı olarak civarındaki dönerci ve ucuza balık ekmekcilerin ızgara kokusuyla burun ve geniz tıkanıklığı içinde duruyor, içinde sanat sunuluyor.
Biz bunca lakırdıyı ipe dizip Çiroz balığı gibi niye kuruttuk sanıyorsunuz, daha bu çeşninin salatası var ki, İstanbul mutfağında Çiroz Salatası diye pek meşhurdur.
Bunca lüzumsuz lafı okuduktan sonra, gelelim kayıkhâne dedikodusuna:
Kuzguncuk’ta oyalandığınız yeter, şimdi biraz daha Kuzeye doğru çıkalım, Vaniköyü‘nde soluklanalım.
Şıngır mıngır yalıları olan Vaniköyü’nün Şereflizâde Yalısında yazları konaklayan, ismi lazım değil, İstanbul’un pek meşhur ailelerinden birisinin başından geçmiş, karı kocanın karşılıklı birbirlerini aldatmalarına dair tuhaf hikâyenin dedikodusu, bundan kırk yıl evvel ayyuka çıkmış, Bağdat’taki Sağır Sultan bile duymuştu.
Teşvikiye’de kışlayan aile, yazları çoluk çocuk buraya taşınır, evin avukat babası Vaniköyü iskelesinden sabah yolcu toplayan Boğaz vapuruyla Eminönü’ne geçer, Sirkeci’deki yazıhanesi gidip işlerini takip eder, akşama yuvasına dönerdi. Karısıyla arasındaki yirmi beş yaş farkı unutmadığından yalıda hanımını pek yalnız koymaz, lakin yaşlılığa yüzünü dönmüş erkeklerin pekçoğu gibi zamparalığı elden bırakmazdı.
O yaşlarda çapkınlık paraya bakar, lakin bizim avukat bey, biraz Demirhindi’ydi, cimriliği meşhurdu.
Hazır elinin altında hizmetçi kadınlar olunca, hevesini bedavaya getirmeyi uygun bulurdu. Yalıda o yüzden her yaz hizmetçi değişir, çocukların Amerikan yahut İngiliz miss dadıları da bazen bu oltaya takılırdı.
Karısı, falanca hanımefendi, kocasının bu itiyâtından haberdar olduğu sanılıyor; demek göz yumardı. Adamcağız sağlığına pek düşkündü, tavsiye edilen otları, baharatları vakitlice tüketiyor ve bütün bedenî kuvvetini geceye saklayan ihtiyarlar gibi yorgunluktan kaçınıyordu.
Orta okul çağlarına gelmiş üç çocuğuyla, iyi kötü, İstanbul sosyetesinde nâmı olan ailenin avukat babası, yaz evveli altı üstüne getirilip temizlenmiş, havalandırılıp badanalanmış yalının yeni hizmetçileriyle çabuk toka etti. İki hizmetçi kadından birisi iltifat gösterirken, diğeri Nuh dedi Peygamber demedi!
Eldeki mevcutla yetinmeye razı olan avukat bey, yalının en düşünülmez yerinde kadınla buluşmaya başlayacaktı; bu satıra kadar lakırdısı edilmiş yere gidip, kilim serdiler.
Kayıkhânesi pek kullanılmayan, o yüzden kayıklardan birisi çekek kızağına alınmış, diğeri yarı yarıya suda sakal bırakmış olan yalı müştemilatı, herkesin gözünden ıraktı. Buluşmalar tüm hızıyla devam ediyordu.
Bir sıcak Temmuz gününde, evin çocukları oraya buraya gitmiş, evin hanımı da öğlen saatlerinde güzellik uykusuna yatacağı için yüz vermediği kocasını kapı dışarı etmiş, ¨Ay vallahi, sıcaktan başım taş gibi çatlıyor! Hiç kimseyi görecek hâlim yok!¨ demişti.
Avukat beyin canına minnet, hemen durumdan vazife çıkarıp, ¨Hanımefendi, madem öğle istirahatine çekiliyorsunuz, ben de köyün kahvesine gidip oradaki emekli diplomat, albay, vali bey ve dahi üniversite hocası arkadaşlarımla limonatasına bir pişti çevireyim!¨ diye güyâ uzaklaşmak müsaadesi aldı.
Avukat bey bu müsaadenin ardından, talimata gerek duymadan kaş gözle idare edip hizmetçi kadını kayıkhâneye çağırdı. Âşığa Bağdat sorulmazmış, derhal verilen adreste buluştular.
Ne olur ne olmaz diye, kızağa çekili, ne zamandır deniz yüzü görmemiş kayığın içine girdiler. Hizmetçi tedbirliydi, kayık omurgasındaki ıskaçalar sırtına batmasın diye yeterince battaniye serip hazırlığını çoktan yapmıştı. Kayığa yerleşen âşıklar, üzerilerine bir de brandayı çekince, sanki sırra kadem bastılar.
Çok geçmeden, evvela kayıkhânenin kapısı açıldı; o da nesi, avukat beyin hanımı tiril tiril şeffaf bir sabahlık içinde taşlıktaydı, çevreye bakınıyordu.
Kadın işkillenmiş miydi, ne?
Uyku tutmaşım, kalkıp kocasını aramaya başlamıştı; zaten hizmetçi de ortalıkta olmayınca, meraklanması tabii idi…
Avukat bey brandanın yırtığından karısını görünce yüreği hop etti, hizmetçi nefesini tuttu. Birkaç dakika geçmedi ki, deniz tarafından şapada şupada kulaç sesleri duyulmasın. Avukat bey, bu kez brandanın diğer yarığına gözünü yerleştirip baktı ki, ne görsün! Komşu yalıda oturan ailenin üniversitede okuyan sportmen delikanlı oğlu, üzerinde bir mayo ve şıpır şıpır suları damlayan güneşte gevremiş esmer vücuduyla kayıkhânededir. Karısıyla komşu delikanlı, kayıkhânenin minik rıhtımında bir kucaklaştılar, uzun uzun öpüştüler, sonra el ele tutuşup yandaki kayığın içine yerleştiler. Avukat beyin hanımı, hizmetçi kadar tedbir almayacak kadın mıydı?
O da yanında, battaniye yerine şezlong minderleri getirmiş, kayığın içine yerleştiriyordu.
Üstü brandasız, yarıya kadar suyun dalgasına kendisini bırakmış kayık sağa sola, ileriye geriye yalpa yapmaya başladığında, avukat bey, artık iş işten geçti diye gözünü kapatıp kadere razı olmuştu; neticeyi bekliyordu.
Fakat yandaki kayığın harareti artmış fırın gibi derecesi ayar tutmuyor, elini uzatsan tutulacak kadar mesafedeki yan taraftan aşka dair söylenecek ne varsa, apaçık duyuluyordu. Avukat bey, yine de sabretmeye karar verdi. Fakat, genç üniversitelinin, ¨Aşkım, beni seviyor musun?¨ gibisinden, genç kızlara ait acemice bir soruyu sorması, aşkın kızgın kollarında pişmiş aşa su katmış oldu, yalının hanımefendisi birden öfkelendi.
¨Seni sevmeme gerek yok! Aptallaşma… Bu işi yapmak için sevmek şart değildir. Sen şu nadirattan zamanın tadını çıkar!¨
Cevap, kayığın içinden, gecikmedi:
¨Fakat ben seni seviyorum, şu aptal kocandan boşanmanı, benimle evlenmeni istiyorum. Diplomaya da hani az kaldı… Bakla sofa nohut oda bir daire tutarız, gül gibi geçiniriz… ¨ cinsinden abuk subuk laflarla karşılaşmış, iskambildeki Maça Kızı ‘nı aratmayan hafifmeşrep hanımefendi, ¨Kocamın kakidisi çıkmış hizmetçi karılara hayran kalıp onları elde etmesine karşılık, inat olsun diye senin gibi civanmert, aslan gibi adamı koynuma alıyorum…¨ demesi işin bütün sırrını, gizliliğini bozacaktı.
Avukat bey bu lafı duyunca, iyiden iyiye susup pısmakla beraber, kayıkta tam siper olup sessizce yatmakta bulunan hizmetçi kadın ¨Ya herru ya merru !¨ diye bayrak kaldırdı, âniden patladı. Başını branda yırtığından çıkarıp, horozlandı.
¨Bana bak, bana bak! Seni gidi zilli kaltak!¨ dedi, ¨Ben kocanla yatıyorsam, bir kere evli değilim senin gibi, bu biiirr… İkincisi, aslan gibi avukat kocayı elde etmişim, sen sümüklü talebeyle uğraş, bu iki… Üçüncüsü, ben kakidik falan da değilim, senin gibi boya tenekesine batıp çıkmıyorum… Bu da üüüüç…¨
Evlenmeye hazır olan üniversiteli talebe çabuk teslim oldu, suya atladığı gibi kulaç çırpıp deniz yoluyla yalısına döndü; bir daha ortada görünmedi.
Hanımefendi, yalancıktan baygınlık geçirdi.
Hizmetçiyi daha o dakikada kovuverdiler; kadın evden çıkarken yükte hafif pahada ağır ne varsa, cebine atıverdi. Büfe üzerindeki pırlanta işlemeli gümüş fil biblosu da bir daha görülmedi.
Çocuklar evlerine dönmeden, karı koca acilen, birkaç dakikada şıpın işi anlaşıp karar verdiler: Yaz maz demeden Teşvikiye’ye döneceklerdi.
Birkaç ay sonra, çocukların tahsili için şart diyerek Amerika’ya taşınma kararları duyuldu; satıp savıp ailecek göç ediyorlardı.
Arkalarından, yıllarca süren bu dedikoduyu bizlere emanet bırakıp, çekip gittiler.
Dedikodun olsun, 40 yıl anlatırsın!
Şuncacık diyeceğim o ki, yalısının aşı boyasına bakma, kayıkhânesi başka söyler.