6 Şubat Depremleri bize çok şeyi hatırlattı. Deprem ülkesi olduğumuzu, kamunun afetlere hazırlık ve müdahale konusundaki yetersizliğini, periyodik imar afları sürecinde suçun affeden ve affedilen üzerinden ülke sathına yayıldığını, halkın büyük kesiminin hükümetle devletin farkını bilmediğini, Celal Şengör ve Naci Görür’ü ve daha bir çok -gayet iyi-bildiğimiz şeyi hatırladık.
Bu yazının konusuysa hatırladıklarımızdan sadece biri. Yapı sektörü. Yapı stoğumuzun hali içler acısı. Bunu biliyorduk, 6 Şubat’ta hatırladık.
Türkiye bir inşaat ülkesi. Mimarlık, mühendislik, müteahhitlik mesleklerinin zihinlerde ve bazen gerçekte iç içe geçtiği; kimin sorumluluğunun nerede başlayıp nerede bittiğinin o meslekleri icra edenlerin bile kafasında net olmadığı sisli bir alan inşaat. Siyasetin desteklediği, ekonomik teşvikleri bol, rantı yüksek bir alan. Gelgelelim denetlenmeyen, başıboş bir sektör. Uluslararası know-how’a sahip büyük altyapı müteahhitleriyle borsaya kote GYO’ları ve bir avuç köklü inşaat grubunu saymazsak, sektörde kayıt dışı istihdam ve iş kazası oranı yüksek; nitelik çok düşük; ar-ge, inovasyon, denetim, meslek içi eğitim yok; yolsuzluk çok. Buna inşaat metodolojilerinin ve malzemelerin kısırlığı da eklenirse, siyasetçilerin ülkemizin lokomotifi dediği inşaat sektörünün geri kalmışlığı ve tek boyutluluğu anlaşılır.
İnşaatın ülkemizdeki yegane boyutu betonarmedir. Dünyada kabul görmüş, gelişmiş ülkelerin standardı haline gelmiş malzemeler ve yapım teknolojileri kentlerimizdeki yapı stoğunun yüzde birinde bile kendisine yer bulamıyor. Türkiye’de binalar ıslak kek gibi yapılıyor. Herkesin formülü başka. Çimento, kum, su, alçı, kil, pigment, solvent ve bilumum katkı maddeleri karıştırılarak kalıplara dökülüyor, yüzeylere uygulanıyor. Kat kat sürülen, kuruyan ve tekrar sürülen bu malzemeler çatlayıp kırılıyor; pul pul dökülüyor; küflenip çürüyor.
Türkiye’de yönetmelik bol; ancak üzerinde anlaşılmış, yerleşmiş yapım standartları yok. İlkel bir tuğla duvarın döşemeyle nasıl birleştirileceğine, pencere doğramasının duvardaki deliğe nasıl oturtulacağına dair en basit prensipler bile yerleşmemiş. Bu yüzden de yapı fiziği çok zayıf. Yani binalar ayakta duramıyor, duranlar da atmosfer etkilerine çok açık. Türkiye’deki binaların neredeyse tamamı izolasyon konusunda sınıfta kalıyor; su, hava, ses, nem, soğuk ve sıcağı her iki yönde geçiriyor.
Bir şeyler yapılması gerektiğine inananlar 6 Şubat depreminden sonra bile başlarını kumdan çıkaramıyor; ülkenin mevcut inşaat metodlarının ötesinde fikir geliştiremiyor. Daha geçtiğimiz hafta Antalya Büyükşehir Belediyesi depremin yıkıcı etkilerini yine ve yeniden betonarme sınırları içerisinde ve yönetmeliklerle önleyebileceğine inanarak, perde beton ve kazık temeli zorunlu hale getireceğini ilan etti. Oysa mesele çok daha derin.
Türkiye’de yapı sektörünün kendisini dönüştürmesi artık kaçınılmaz. Sektör endüstriyelleşmek zorunda. İnsan insiyatifini asgariye indirecek yöntemleri benimsemeli. Betonarme de dahil, yapıları hafifletecek detay ve malzemeleri masaya koymalı; kendi üretimine ve uygulamalara dair standartları geliştirmeli. Adını temize çıkarmak için -eğer kamu, denetimi beceremiyorsa- yapı sektörü kendi kendini denetlemenin yollarını bulmalı; çözümü kamudan beklemeyip sorumluluk almalı, yukarıda bahsettiklerimi gerçekleştirecekleri yol haritasını bir an önce çizmeli.
Bu dönüşüm tabii ki çok hızlı olmayacak. Tüm mevzuat, yönetmelikler, mimarlık ve mühendislik eğitimi, lojistik ve tedarik ile yardımcı sektörler betonarmeye göre şekillenmiş. Islak inşaatın sıvı, yarı sıvı ürünleri etrafımızı sarmış. Bu yüzden hafif çelik, çelik, ahşap gibi kuru, endüstriyel yapım sistemlerinin birden betonarmenin yerini alması beklenemez. Ancak özellikle de kamu yapılarında inşaat sistemlerinin çeşitlenmesi kaçınılmaz. Merkezi ve yerel yönetimlere burada başka bir büyük sorumluluk düşüyor. Öne çıkarak yol gösterici ve örnek olması gereken onlar. Bu dönüşümün fitilini ancak TOKİ, Emlak Konut, belediye iktisadi teşekkülleri gibi elinde yetki bulunduran, neredeyse kanun koyucu rolündeki kurumlar ateşleyebilir.
Bu yazı, başka görüşler doğurması için bir başlangıç.
Aşağıda yapı sektörünün dönüşümü için, her biri ayrı yazıların konusu olacak kadar genişletilmeyi hak eden bir dizi not var:
– Bir deprem ülkesindeyiz; yapılarımız daha hafif olmalı.
– Yapı sektöründe hizmet, malzeme ve işçiliğin niteliği çok düşük; insan insiyatifini asgariye indiren kural ve sistemler geliştirmeli.
– Yapı sektörünün endüstriyelleşmesi teşvik edilmeli. Bu, düşündüğümüzden de hızlı olabilir. Yeni bir sektör kurmaktan değil, geri kalmış bir sektörde inovasyondan bahsediyoruz.
– Kamunun, endüstriyel yapı sistemleri ve malzemeler için pozitif ayrımcılık yapması gerekir. Pilot projeler için fonlar ayırmalı, sektörü çeşitlendirecek sistem ve malzemeler için teşvikler, destekler sağlamalı. Okullar, kreşler, yurtlar, hastaneler, sağlık ocakları, sosyal konutlar yenilikçi sistemlerle yapılmalı.
– Akademiye de burada rol düşüyor. Meslek liseleri ve üniversitelerde betonarmeye dayalı tek boyutlu eğitim çeşitlendirilmeli. Endüstriyle ve tasarım sektörüyle işbirliğine kapılarını açmalı.
– Yapı sektörünün endüstriyelleşmesi ancak tasarım sürecinin buna göre şekillenmesiyle olabilir. Hem düşünsel hem dijital anlamda bir dönüşüme bu alanda da ihtiyaç duyuluyor. Dolayısıyla meslek odaları, STK’lar ve akademi buna ön ayak olmalı. Ancak burada da asıl başlatıcı rol kamuya düşüyor. Şartnameleri buna göre düzenleyerek talebi oluşturmalı.
– Yapı fuarları, seminerler, toplantılar, yayınlar bu konuya özel başlıklar veya oturumlarla müteahhit, yatırımcı, malzeme tedarikçisi ve diğer olası paydaşları bilgilendirmeli; dönüşümün destekçisi olmalı.
Bu arada iki uyarı akla geliyor.
– Sektör böyle bir dönüşümü gerçekleştirme yolunda adımlar atsa bile betonarme yine de ana aktör olacak. Dolayısıyla betonarme sistemlerin en ciddi eksisi olan insan inisiyatifinin ön planda olması, standartların ve denetimin eksikliği gibi sorunlara çözüm geliştirilmeli. Tasarımcı ve mühendislere verilecek eğitimler, işçi eğitimi, kamuoyunun bilgilendirilmesi, standartların oluşturulması gibi konular kamu kurumları, Türkiye Hazır Beton Birliği gibi STK’lar ve öncü firmalar tarafından ele alınabilir.
– Betonarme sistemlerin yıllar içinde kuralsız, standartsız büyümesine ve bir monopol haline gelmesine seyirci kaldık. Şimdi masaya koyulacak alternatif sistemlerin de aynı şekilde başıboş gelişimine izin vermemek gerekir. Hafif çelik yapılar yönetmeliğinin mevzuata daha 2010’dan sonra girdiğini, ahşap yapılara dair yönetmeliğin hala olmadığını hatırlayalım. Bu sektörlerin dönüşümünü kamu yönetmeli, takip edip denetlemeli.
Son olarak şunu da eklemeli. Yapı sektörünün kendisini dönüştürmesi (sektörün endüstriyelleşmesi) depremden önce de gerekliydi. Bugünse deprem sebebiyle kaçınılmaz. Getirileri çok katmanlı bir dönüşüm bu; sadece binaların depremde ayakta durmasını sağlamayacak; yapı stoğumuzun kalitesi artacak, daha sağlıklı, verimli ve atmosferik şartlara karşı dirençli hale gelecek. Yapı üretim süreçleri şeffaflaşacak, kayıt dışı istihdam, vergi kaçağı, iş kazaları azalacak; kentler daha az gürültüye ve daha az atığa maruz kalacak. Bunlardan çok daha önemlisi de eğer bu dönüşüm orta ve uzun vadeli bir devlet politikası haline getirilebilirse -endüstriyelleşmiş- inşaat Türkiye’nin en önemli ihracat kalemlerinden biri haline gelebilecek.