Yaşam Felsefesinin ve Kültürünün Bir Gösterge Aracı Olarak Mobilya

Mies van der Rohe şöyle demiş: "Sandalye çok zor bir objedir. Gökdelen neredeyse daha kolaydır. Chippendale bu nedenle ünlüdür."

Mobilya tasarımı, mimarların, iç mimarların ve endüstriyel ürün tasarımcılarının kesiştiği ortak bir konu. Söz konusu bir bina ve onun top yekün tasarımı ise farklı disiplinlerin birbirinden etkilenmesi, işbirliğine girmesi ve veya çoğu yerde binayı yapan mimarın iç mekan tasarımına ve mobilyalara da müdahil olması kaçınılmaz. Çoğu zaman diliminde ve farklı projelerde mimarların elinden çıkmış mobilya tasarımlarını cok başarılı bulmuşumdur.

Mies van der Rohe şöyle demiş: “Sandalye çok zor bir objedir. Gökdelen neredeyse daha kolaydır. Chippendale bu nedenle ünlüdür.” Rohe’nin yanı sıra Le Corbusier, Alvar Aalto, Mackintosh veya Saarinen de yaptıkları mobilya tasarımları ile mimarlıklarından daha çok (veya en az onun kadar) öne çıkmış isimler. Günümüzde ise farklı eğilimler var. Açıkçası Koolhaas’ın bile sehpa tasarımını gördüm ancak pek çok mimar büyük eserleri ile öyle yoğunlar ki, pek mobilya tasarımına konsantre olamıyorlar. Diğer yandan Zaha Hadid gibi mimarlığın yansıra bırakın mobilyayı, mekan tasarımından ürün tasarımına, hatta moda tasarımına kadar uzanan geniş bir yelpazede çok yönlü tasarımcı kavramını benimseyenler de var. Çağdaş tasarımcı kavramı aslında biraz da bu duruşa daha yakın seyrediyor son on yıldır.

Bunları düşünüyordum geçtiğimiz Cuma günü İzmir’de katıldığım mobilya tarihi kolokyumunu dinlerken. Türkiye’de Modern Mobilya başlıklı bu etkinlik İzmir Ekonomi Üniversitesi tarafından desteklenen bir dökümantasyon ve arşivleme çalışmasının (DATUMM) ilk halkası niteliğindeydi.

Doç.Dr. Deniz Hasırcı, Yrd.Doç.Dr. Zeynep Tuna Ultav, Araş.Gör. Seren Borvalı ile Araş.Gör. Hande Atmaca tarafından gerçekleştirilen DATUMM isimli bu bilimsel araştırma projesi kapsamında, tarihî mobilyalar konusunda farkındalık yaratmak amacıyla 1930-1975 yılları arasında Türkiye’de üretilen “modern mobilyalar” incelenmiş. Proje kapsamında mobilya tasarımları, tasarımcılar ve üreticiler belgelenmiş ve 1930-1975 dönemi “tarihî/özgün” mobilyalardan oluşan bir sergi, katalog ve bir dijital arşiv oluşturulmuş. Aynı zamanda bu dönemin tasarımcı, zanaatkâr ve üreticileriyle ya da yakınlarıyla gerçekleştirilmiş olan ve 24 Şubat’a kadar İzmir Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde izlenebilecek sergide de gösterimi bulunan belgesel niteliğinde bir film hazırlanmış.

Haberi alır almaz, bu kolokyumu izlemek ve sergiyi gezmek için 6 Şubat günü İzmir’e gittim. Daha uçakta başlayan keyifli sohbetlerle ulaştığımız Ekonomi Üniversitesi’nde heyecanlı gençler bizleri bekliyordu. Böylesi önemli bir buluşmada İzmir’in tüm yaratıcı potansiyelini gördüğümü söyleyemem ama Mobilya tasarımı ve tarihi hakkında bir sözü olan, ilgi duyan yeterli miktarda izleyici vardı. Akşam saatlerinde gerçekleşen sergi açılışında katılım arttı.

Projenin ortaya çıkmasına etken olan duygulardan biri elbet “koruma” içgüdüsüydü. Koruma altına alınmayan, belgelenmeyen, arşivlenmeyen tüm değerlerimizi yitiriyoruz. Genel kültürümüzde belki de en eksik olduğumuz konu bu. Tarihimiz sözlü bir gelenek üzerine kurulduğundan, yazılı ve görsel arşiv konusunda gereken hassasiyete sahip değiliz. Bu çalışmayı, bir mobilya tasarımcısı olarak bunca önemsemem bu yüzden.

İngiltere’de 1893 yılından itibaren yayınlanan The Studio Magazine dekoratif sanatları konu edinmişti ve ünü İngiltere sınırlarını aşmıştı. Bu yayında yazımın başında belirttiğim isimler başta olmak üzere dönemin yaratıcı tasarım çalışmalarına yer veriliyordu. Dergi 1906’dan itibaren bir yıllık da yayınlamaya başladı ve William Morris’in başını çektiği bir akımı da başlatmış oldu. 1920’lerle birlikte, içinde süsleme ve klasik öğeler bulunmayan bu akım “modernizm ” olarak adlandırılacaktı. Modernizm yeni çizgiler, yeni malzemeler, fonksiyonellik ve yaşam görüşünde yeni düşünceler demekti. Decorative Arts isimli bu yayın artık mekan tasarımından mobilyaya, aydınlatmadan tekstile her alanda “iyi tasarım”ın göstergesi olmuş ve kendini kabul ettirmişti. Cumhuriyetin kuruluşu, tasarım tarihinde modernizm dönemine geldiğinden, Türkiye’nin mobilya tarihinin de Modernizm ile başladığını söylemek sanırım yanlış olmaz.

Akademisyenler tarafından, özel sektör ile işbirliğinde yürütülen bu bilimsel araştırma kapsamında şimdilik 68 adet modern mobilyanın kendisi, 113 adet mobilya ya da mobilya grubunun da fotoğrafları arşivlenmiş. 15 adet tasarımcı / zanaatkâr ile yapılan söyleşiler de filmler ile belgelenmiş.

Kolokyumda ilk olarak bu belgesel niteliğindeki kayıtların derlemesinden oluşan bir film ile başladı. Filmin yönetmenliğini Ali İnceoğlu üstlenmiş. Belgesel sayesinde bu çok değerli hafızalara yolculuk etmek ve onların anılarını birinci ağızdan dinlemek paha biçilemez bir deneyim. Bu sayısal arşiv çalışmasına ruh, duygu ve değer katan en etkileyici çalışma bence bu film olmuş.

Arkama yaslanıp, sabah kahvem elimde izlemeye koyuldum ben de ve zaman zaman söylenen keyifli cümleler ile ben de tüm salonla birlikte kahkaha attım. Örneğin Prof. Dr. Sadun Ersin ‘in anlatımından kendisinin aslında heykeltıraş olmak isterken bir anda iç mimarlık (o yıllarda iç süsleme deniliyormuş) okumaya başladığını öğrendim. Sn. Bediz Koz, malzeme bulmanın zorluklarına değiniyordu “İyi ağaç vardı ama mesela kumaş hiç yoktu. Palto kumaşından döşeme yapardık” diyordu sözleri arasında. Sn. Önder Küçükerman ve diğerlerinin değindiği başka bir konu ise yıllar içinde ahşaptan metal üretime geçiş zamanlarıydı. O dönemde metal mobilyalar bir hayli moda idi dünyada ancak Türkiye’de metal boru imalatı pek de yoktu; hatta sadece kalorifer borusu imalatı yapılıyordu. Bu ağır boruları ne bükebilirsiniz, ne kaynak yapabilirsiniz bir düşünsenize? İlk tasarımlar ister istemez bu malzeme- üretim kısıtları içinde gerçekleştirildi. Fazla yaratıcılık beklemek doğru olmaz.


1960’larda Azmi Koz ve Bediz Koz (MPD) tarafından tasarlanan oturma odası takımı. (Kaynak: http://www.datumm.org/tr, Datumm Arşivine SALT tarafından verilmiştir.)

Dönemin imalatlarının pek özgün olduğu da söylenemez. Araştırma, bunu da belgeliyor bir yandan. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nde alım gücü bir hayli düşük. Hali vakti yerinde olanların bir kısmı klasik mobilyalarının ihtişamı ile yaşamlarını sürdürüyor. Ama Cumhuriyet ile birlikte gelen modernleşme asıl ilgi alanımız ve hayatın her alanında yaşanan bu modernleşme sürecinde elbet mekanlar ve eşyalar baş rolde. Bu değişimi kabul ettiğini ve benimsediğini göstermek isteyen ve alım gücü yüksek olan kesim, yaşadıkları, çalıştıkları binaları ve eşyaları dönemin çağdaş tasarımları ile eşdeğerde olsun istiyorlar. Müşteriler çoğunlukla seyahatlerden veya dergilerden getirdikleri çeşitli fotoğraflar ile talepte bulunuyor ve bu çağdaş mobilyaları Türkiye koşullarında imal ettirmek istiyorlar. Peki nasıl olacak? Mimaride bu yaklaşımı benimsemek nispeten daha kolay olsa da, ithalatın olmadığı, yurt dışına çıkmanın kısıtlı ve lüks olduğu bir dönemde elinizde malzeme yoksa, üretim için makineleriniz yoksa nasıl yapacaksınız? İşte bu çalışmada bu döneme derinden tanıklık etmek mümkün. Küçükerman bu bağlamda ilk kare metal profilin imalat hikayesini keyifle anlatıyor. Karaköy’de sonraları keşfedilen ve eşek ile çalışan bir haddehanede eğri büğrü çekilen bu ilk kare metal profilin hikayesi yanlış not etmediysem 1965 yıllarına denk geliyor. Elbet kare metal profilin kullanılmasıyla mobilya üretiminde ve tasarımında bir adım daha atılmış oluyor.
Metal Mobilya’nın kurucusu Mustafa Plevne’nin samimi anlatımı Türkiye’deki tasarım tarihi adına bir şeffaflık örneği olarak büyük takdirimi kazandı. Hepimizin bildiği, içinde bulunduğu, benzerini deneyimlediği gerçeklere dair bu samimi anekdotun böylesi bir çalışmada bunca açıklıkla paylaşımı gerçek bir gelişim sürecinin de başlangıcı niteliğinde. Ne var ki aynı dönemde atılım yapan İtalya’nın mobilya tasarımlarını uygulayan ve bunların özgün tasarımlar olduğunu savunan bir grup da hala yok değil. Bu çalışmada anlatılanlar samimiyetleri ile de tarihe hizmet eden paylaşımlar. Ah bir de Sn. Plevne konuşurken o sigaranın ateşlenme sahnesi yok mu? Yönetmen İnceoğlu’na koca bir alkış gerektiriyor.

Bu filmde, Delta, Ersa, Moderno, Öziş, Ersa, Minas gibi halen devam eden bir kültürün hikayelerine tanık oluyorsunuz. Ödemişli Sim Mobilya’nın kurucusu Mehmet İrfan Dolgun gibi ilk ağızdan veya bu öncülerin çocuklarından, yakınlarından dinliyorsunuz tüm hikayeleri. Burada tek tek anlatmayı istemedim çünkü belki, yazımı okuduktan sonra datumm.org sitesine girerek izlersiniz ve keyfini çıkarırsınız diye düşünüyorum. Bütün süreç içerisinde teknik yetersizliklerin yansıra duygular ve tutku da ön plana çıkıyor. Bir avuç insanın atölyelerde, çizim odalarında, akademi koridorlarında yeniye ulaşmak için verdikleri çaba, ustalarıyla olan iletişimleri, müşterileriyle olan ilişkileri ulaşıyor günümüze. Sim Mobilya anlatıyor… Siparişler mektupla veya telefonla yapılıyormuş ama telefonlarda ses gelmiyor yada 3 dakikada kesiliyor. Böylesi iletişim koşullarında yanlış anlamalar olsa dahi anlayışla toleransla işler yürütülüyor.

Ya mobilyaların kendileri? Bu konuda Moderno’nun ikinci kuşak temsilcisi mimar Sadık Aktar günah çıkarıyor ve arşivlemediklerini saklamadıklarını, yani korumadıklarını ve bu nedenle böylesi bir çalışmanın ne denli önemli olduğunu belirtiyor. Zaten bu uygulamaların çok büyük bir kısmı çoğunlukla plan proje dahilinde değil, doğaçlama, ve belki de en fazla kalıplar çıkarılarak üretiliyordu. Günümüze ulaşamamış ancak projeleri bulunan mobilyaların yeniden üretimi bile o dönemdeki pek çok malzeme bulunamayacağından belki de imkansız artık.

Etkinlik kapsamında filmin ardından, Prof.Dr. Ali Cengizkan ile başlayan kolokyum pek çok konunun orada biz seyircilerin de katılımı ile birebir yüz yüze ortaya konulmasına araç oldu. Sn. Cengizkan, eşyanın çevresi ile ilgisine dikkat çekerken müze ev olgusuna değindi. Bu açıdan baktığımızda eşyanın taşıdığı anlamlarla birlikte korunmasına en büyük hizmeti veren bu müze evler, örneğin Sait Faik evi, yada hatta Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi bile farklı bir misyon üstlenir hale geliyor.

Anlam-tasarım çizgisi arasında mimarlığın nerede bittiği, mobilyanın nerede başladığı satır aralarından not aldığım diğer önemli bir konu ve bunun için pek çok iyi örnek var belgelenmesi gereken. Özellikle kültürün mimarlık üzerinden yozlaştırıldığı böylesi bir dönemde yıkımlarla dolu ajandalar arasında kim ilgilenecek kim yetişecek bu tarihi dokuların tek tek işlenmesine, arşivlenmesine? Her biri geçmişten uzanıp geleceğe ışık tutacak olan tüm bu değerler nasıl korunacak?

Peki, modernizm korunmalı mıdır? Nispeten daha akademik olan oturumlardan birinde ortaya atılan sorulardan biriydi bu ve burada mobilyanın koleksiyon değerine dikkat çekildi. Henüz bizim ülkemizde bir ilki yaşanmasa da diğer ülkelerde modern mobilya iyi bir koleksiyon malzemesi. Sanat fuarlarının yanında düzenlenen mesela Design Miami/ Basel gibi etkinliklerde veya kendine özel olarak gerçekleştirilen fuarlarda başta modern eşyalar olmak üzere her döneme ait tasarımlar koleksiyonerler tarafından alıcı buluyor. Çağdaş tasarımcıların tasarım ürünlerinden limitli sayıda yapılan özel üretimleri müzayedelerde astronomik ücretlere alıcı bulabiliyor. Bu çerçeveden bakıldığında üretilmiş, tasarlanmış olan mobilyanın, eşyanın modern olsun olmasın korunması, belgelenmesi önem kazanıyor. Çok kısa bir süre sonra ülkemizde de bu eğilimin başlayabileceğini görmek için kâhin olmaya gerek yok.

Her anı bu anlamlı sorularla dolu dolu geçen bir günün ardından, görselleri ve asılları ile birlikte sergilenen bu mobilyaları görmeye gittik sergi mekanına. İzmir Ekonomi Üniversitesi’nin akademik kadrosunda bulunan Jörn Fröhlich tarafından küratörlüğü gerçekleştirilen bu sergide özgün olsun olmasın araştırmaya konu olmuş firmalardan ve tasarımcılardan derlenmiş eşyalar ve görseller yer alıyordu. Sergi bir başlangıç olarak iyiydi. Halka açık bir merkezde ay sonuna kadar izleyicilere sunulması da tasarım farkındalığı adına önemli bir yaklaşım.

Bu bilimsel çalışmanın devlet tarafından hiçbir destek almamış olduğunu biraz da sitemle belirterek başladı DATUMM yetkilileri etkinliğe. Ancak gün sonunda ortaya çıkan tablo, böyle bir destek olmadan da akademi ve özel sektörün işbirliği ile ortaya gayet tatminkar bir iş çıkarılabildiğini gösterdi.

Neticede aslolan insan! İzmir’de bir avuç insan kibriti çakmış, Bir başka avuç insan kültürel mirası korumak için elbirliği etmiş. Biz diğer bir avuç insan da buna değer verip gidip görüp izlemişiz, yazmışız. Sizler vakit ayırıp okumuşsunuz.. İşte gelişim böyle başlıyor. Emeği geçen herkese tebrikler. Devamını heyecanla bekliyoruz.

Lütfen daha fazla bilgi ve film için www.datumm.org adresini ziyaret ediniz.

Etiketler

Bir yanıt yazın