O sürreal haliyle, bir film senaryosu için sanki özel olarak hazırlanmış, Burdur’un o yamaçlarına gidecektim, 4 ay için.
O çorak, o ağaçsız, o sessiz dağlarla sarılmış, belleğimde bugüne dek hep o haliyle hatırlayacağım yerlere… Kısa dönem askerlik çıkmıştı. Akademi’deki, bina bilgisi kürsüsünde asistandım. Bir arkadaşımın söyledikleri hep aklımda kalmıştı oraya giderken. “Size soruyorlar şu meslekten, bu meslekten olan var mı, şunu yapar mısın, bunu yapar mısın diye? Kafana uygun gelene elini kaldır. İyi olur senin için” gibilerinden bir şeyler söylemişti. Gerçekten de öyle oldu. Çok öğrendiğim ve yaşamım boyunca unutamayacağım bir 4 ay geçirdim. Adeta okullar arasında bir okuldu, hatta adeta bir şölendi. Benim yolumu açtı, çizdi, hiç ama hiç ben farkında olmadan. Doktora çalışmama, öncesine, sonrasına doğru adeta. Yaşam eskizlerini çiziyordu.
Nizamiye’de saçları makineye vurdurup, herkesle aynı olunca hem sevindim, hem de bir tuhaf oldum. Ama, o bir örnek bol elbiseyi ve postalları giyince vaziyeti kavramıştım. Ne mimarlık kalmıştı ne öğrenciler, ne de Akademi. Daha sonra bu duyguyu kısa bir süre için İngiltere’de de yaşayacaktım özellikle oraya ikinci kere taşındığım zaman. Ama bu ilkiydi ve nedense Mimarlıkla ilgili bir şey yapmak istemiyordum bu kentte, bu garnizonda. Çünkü ona 4 ay sonra zaten dönecektim. Şöyle bir bırakmak istedim kendimi rüzgara, tamamen plansız ve programsız olarak. Bıraktım da. Alt tarafı 4 ay burada olacaktık ama bir yandan da emindim, bu 4 ay yıllar gibi geçecekti. İlk akşam sonrası yatakhanede her günün çetelesini tutmaya başlamıştık bile. Başlangıçta günler, eğitim alanındaki yat, kalk ve koş komutlarıyla geçti. Tabii içtimalar, tekmiller, gece nöbetleri, dev yemekhane de hep birlikte yemek yemeler ve mutfakta patates soymalar arasında olanlar günlük yaşamımız haline geliyordu.
Bir bardak çayın, ama gerçek demli çayın ne demek olduğunu orada öğrendik. Elimizle kavradığımız ve daha içmeden onu hissettiğimiz gerçek çay bardağını orada eğitim alanında ya da yemekhane de unutmuştuk zaten. Çay kalın, kırılmayan su bardaklarıyla veriliyordu ve renkli suydu adeta. Ama onun bile müthiş güzel bir tadı, anısı kaldı şimdi. Burdur’da çok yakın arkadaşlarım oldu. Bunların başında adını hiç unutmadığım, o güzelim insan İzmirli Habib Sümbül vardı. Ranzalarla döşeli dikdörtgen, dev yatakhanenin uzun duvarına dayalı yataklarına yatınca, ileride dizi dizi pencereleri gördüğümüz sıralarından birinde üstte o yatardı, altta da ben. Çoğunlukla gece geç geldiğimi bildiği için yastığımın altına paket süt ve çikolata bırakırdı. Hiç unutamam. Ne şakalar yapılırdı orada arkadaşlar arasında. Hepimiz sanki çocuk olmuştuk ve üst rütbeliler bizi anında hizaya sokuyorlardı emirlerle. Kendimizi oranın kurallarına bırakmıştık ya da her şeye en baştan adapte olmuştuk. Ama çok geçmeden kader ağları örmeye koyuldu.
“Merhaba asker!” diye bağırdı bir yüzbaşı. Bir sabah, içtimada künye tekerlemelerinden sonra, eğitim alanına dağılmadan, hepimiz sıradayken karşımıza gelmişti. Elbette çok keskin ve kararlı bir şekilde, çatık kaşlarımızla, kilometrelerce öteye yani hedefe bakarcasına ve boğazımız yırtılırcasına “sağol komutanım!” diye karşılık verdik. Biz ona “merhaba!” dedik mi hatırlamıyorum. Sonra birkaç saniye daha geçti ve yüzbaşı yüksek sesiyle “burada müzisyen var mı?” diye bağırdı. “Elinizi kaldırın ve sonra da bir adım öne çıkın” dedi. Bir sürü kişi ile birlikte ben de elimi kaldırmıştım. Diğerleriyle bir adım öne çıktım. Tamamen sezgisel bir vaziyet, anlık bir karardı. Burdur’da Orduevi olup olmadığını dahi bilmiyordum. Müzisyen miydim, tabii ki değildim. Onlara haksızlık olurdu öyle demek. İş işten geçmişti. Yola girmiştik. Hepimizi topladılar ve askeri bir araca bindirdiler ve Orduevi’ne gittik. Kente çıkmak çok büyük bir olaydı. Biz şimdi etrafı seyrede seyrede, güle oynaya şakalar yaparak kentte dolaşıyorduk. Tabii yolda “ne yaptım ben!” derken, öte yandan da “ne olursa olsun, ok yaydan fırladı artık” diye düşünüyordum. Bu kafa karışıklığı ile vaziyete uyum sağlamaya çalışırken, kalabalık bir grupla, kapıda nöbet tutan askerlerin arasından uzun salona alınmıştık bile.
Amatörce gitar çalardım. Gemlik’te ve İstanbul’da öğrenciyken çok arkadaşlık etmişti bana. Jazz ve klasik müzik ustalarını çok dinlerdim tabii pop müzik de. Amatör beste çalışmalarım da vardı, yıllar içinde biriken. Tamamen kendim ve çok özel dostlar içindi. Çalarken, o anda eski model, ses alma aletlerine kayıt ettiğim bazı melodiler, değişik zamanlarda günlük tutmak, duygularımı, hislerimi hatırlamak gibiydi. Neler yoktu ki orada! Yakın arkadaşlara çalardım, hatta çalıp birlikte söylerdik yoğun proje telaşları arasında. Hatta mimarlık fakültesinde öğrenci iken müthiş bir gitar ustasından flamenko gitar dersleri almaya da başlamıştım kısa bir süre. Hoca çok sevdiğim Doğan Canku’yu tanırdı. Camlı kitaplığının yanında karşılıklı oturduğumuz sandalyelerinde bana ders verirdi. En üzüldüğüm de projelerin, okul yaşamının yoğunluğundan o dersleri bırakmak zorunda kalmamdır. Yanarım ona! Ama müzisyen kesinlikle değildim.
Orduevi’nin büyük salonunda sahne aynen şöyleydi. Olay oldukça soyut hale gelmişti bugün tekrar hatırladığımda. Sanki her şeyin dışına çıkmış izliyordum ama orada olmam bir gerçekti ve orada olanlardan biri de bendim. Uzun bir büyük salon düşünün, ileride tam eksende üç kişi yine uzun bir masada oturuyordu. Bu ciddi bir jüriydi. Ortadaki Binbaşı, sağında bizim eğitim alanına gelen Yüzbaşı, solunda ise bizim gibi 4 aylık kısa dönem için oraya gelmiş olan bir askerdi. Onun İtalya’dan geldiğini, o zamanlar genç orkestra şefleri arasında önemli bir ödül aldığını ve adının Emin Güven Yaşlıcam olduğunu daha sonra anladık. Hatta askerliğinden uzun yıllar sonra orkestralar yöneteceğini ve hatta sanırım yanlış hatırlamıyorsam Çukurova Borusan Klasik Müzik Orkestrası’nın şefliğini de yapacağını daha sonra duyacaktık. Bir köşede orkestra aletleri de tam tekmil yan yana konmuştu. Onları çalacakları bekliyordu.
Şaşkın şaşkın bu sahnede etrafa bakıyor ve grubun nedense en sağında duruyordum. İlk bana sordular “Ne çalarsın?” diye. Herkesin gözü çevrilmişti. Gitar çaldığımı, bazı beste çalışmalarımın olduğunu, şarkıları kendimce seslendirdiğimi söyledim. “Öyleyse al şu gitarı ve bize bir parça söyle bakalım” dedi kibarca, sanırım Emin Güvendi’di söyleyen. Elektro gitara pek aşinalığım yoktu. Askerlerden bu işten anlayanlardan birisi geldi, sesi ayarladı ve gitarı elime verdi. Tellerin arasındaki penayı çıkarttım, derin bir soluk aldım ve birkaç ritim atıp alışmaya çalıştım. Karar vermiştim. Cem Karaca’nın bilinen parçaları gibi pek meşhur olmayan ama benim çok sevdiğim ve çoğu zaman gitarla çaldığım “Adsız” isimli melodisini yüksek bir sesle çaldım ve söyledim. Etrafımı unutmuştum, biraz da havamı bulmuştum sanki. Fena bitirmedim. “Sen şu tarafa ayrıl!” dediler. Sonra diğerleri sıraya girdi ve orkestra enstrümanları ile hünerlerini gösterdiler. Çalanların arasında gerçekten çok iyiler vardı. Bunlardan bazıları benim tarafıma geliyordu. Yanıma baterist, klavye çalan, bas ve ritim gitar çalanlar ile trompet çalan başka bir arkadaş daha geldi. Bizim biraz ilerimizde, pencereye doğru başka bir grup daha oluşturdular burada astsubay tarafının orkestrası için ayrılan müzisyenlerle birlikte bazı tiyatro sanatçıları, Türk müziği söyleyenler ve çalanlardan oluşan bir grup daha oldu. Bize döndüler ve “Siz bu Orduevi’nde 1. Orkestra olacaksınız ve Subaylar bölümünde hafta sonunda çalacaksınız, hafta arasında provalara buraya geleceksiniz”, bana da “sen bu orkestranın solisti olacaksın” dediler.
Şaşırmıştım, sevinmiştim ama iş daha da ilginç hale geliyordu. Arkadaşlarla ayaküstü toplanıp, bir araya geldiğimizde, biri bana hangi piyasadan olduğumu sordu. Güleceğim ama gülemiyorum, içimden ne piyasası dedim ama vaziyeti çok geçmeden anladım. Zaten bazıları birbirlerini tanıyorlardı. Klavye çalan ve en yaşlımız olan Ahmet Ankara’da bir yerde çalıyordu. Davulda Bahattin, Basçı Selim, İstanbul piyasasındandı. Ritim gitar çalan ve daha sonra her şeyi çaldığını ve adeta doğuştan bir yeteneği olduğunu anladığımız Nurettin ise Almanya’dan gelmişti. Trompet çalan Rasim ise İstanbul Senfoni’dendi. Daha sonra, bu müzisyenlerin bazlarının o zamanın ünlü sanatçılarının bazen orkestralarında çalıştıklarını, plak yaparlarken çaldıklarını da anlamıştım. Ajda, Nüket, Zerrin, Sezen diyorlardı o zamanın ağır toplarına sanki kırk yıllık dostları gibi. Kısacası müzisyenlerin arasına düşmüştüm. Şaka gibiydi. Arkadaşlar ben mimarım, Akademide asistanım, hocayım bir gitarım var kendi kendime çalar söylerim, amatörüm, aranızda iyice şaşırdım gibi bir şeyler söylerken, Nurettin o hızlı hızlı konuşan haliyle, “hocam ya ne diyorsun sen, seçtiler adamlar seni yaa, çok da iyi söyledin sesinin rengi de güzel”, “Selim’de valla ben seni bir yerlerde söylüyorsun diye düşündüm”, deyince ve de “provalarda yapacağız hallederiz, merak etme”yi de ekleyince biraz rahatlamıştım. “Neler söylüyorsun, neler çalıyorsun” hangi parçalar derken birden bire o akşam müzisyenlerin arasında yemekhanede müzik sohbetlerine dalmıştık bile. Ve nereden bulduysak, yeşil renkli, kalın eşantiyon hani şu yıl başlarında hediye olarak dağıtılan banka defterlerinden birine Nurettin ile birlikte bildiklerime ilave şarkıların sözlerini artarda yazmaya ve olası repertuarımızı diğerleriyle de tartışarak hazırlamaya başlamıştık bile. Neler vardı neler bu repertuarda, o zamanın yıldızları, Timur Selçuk’tan, Dario Moreno’dan, Bülent Ortaçgil’den, Fikret Kızılok’tan, Doğan Canku’dan, Ajda Pekkan’dan, Sezen Aksu’dan, İlhan İrem’den, Ayten Alpman’dan, Nur Yoldaştan, Modern Folk’tan, MFÖ’dan, Beatles’dan, Peppino di Capri’den, Gloria Gaynor’dan, Al Bano ve Romina Power’dan ve şimdi unuttuğum diğerlerinden neler neler, tabii araya giren bazı enstrümantal melodiler ile…
Orada yeni bir okula başlamıştım sanki. O zaman bu müzik işinden ne alacaksam ileride mesleğimi, beni nasıl etkileyeceğini de bilmiyordum. Tanıdığım bu gerçek müzisyenler çok mütevazi insanlardı. Tabii bir de hepimiz orada aynı kaderi paylaşıyorduk. Hesapsız çok hoş arkadaşlıklarımız oldu. Sonrasında da her gün diğer askerler gibi eğitim alanına çıkıyor, günün rutin diğerleriyle egzersizlerini yapıyor özel eğitim günlerinden birine denk gelmez ise çoğunlukla da kısa bir süre sonra ana gruptan ayrılıyor ve provalara gidiyorduk. Ama aslında bir sürü farklı nöbetler gibi günlük işleri de yürütüyorduk zaman kaldığında. Bizler Hafif Tabur 4. Bataryanın askerleriydik, müzisyen olsak da. Bütün bu provaların arasında bizim orkestra dışındaki konservatuardan, şehir tiyatrolarından, orkestralardan gelen müzisyen ve sanatçılar ile bir bütün olmuştuk. Astsubay gazinosunun solisti olan sevgili Recep’le de çok iyi arkadaştık. O da Almanya’dan kısa dönem için gelmişti. Aynı orkestrada değildik ama oturur karşılıklı çalar söylerdik provalarda da vakit olduğunda. Sesinin rengi, gitar çalışı, o her zaman pozitif ve gülen halleri bugün gibi hala aklımda kalmış.
Özel bir an aklıma geldi. Yine, kırmızı kadifeden yapılmış, sanırım yakasında birkaç parlak düğmesi olan, tiril tiril özel gömleklerimiz, jilet gibi siyah pantolonlarımız ve makineye vurulmuş saçlarımızla eksizsiz, tam tekmil bir şekilde sahnedeyiz. Herşey iyi gidiyor, orkestramız havasında, karşımızda subay ve aileleri masalarında ve güzel bir akşamda Orduevi’ndeyiz… Önümdeki listeye baktım sırada Gloria Gaynor’un efsanevi melodisi “I will survive” isimli parçasının Türkçe versiyonu Ajda Pekkan’ın o zamanlar çok popüler olan “Sardı korkular” isimli parçası var. Herkes bilir, bu parçanın girişi melodinin sanki her şeyidir. Ahmet klavye ile melodiye başladı, yolu açtı. Benim anında “Sardı korkular” ile girmem lazım, provalarda defalarca denediğimiz gibi. Bırakın ikinci kelime olan “korkular”ı “sardı”nın girişinde sanki dünya başıma yıkılıyordu. Kafam her neredeyse o anda, hiç olmayacak bir şey yapmıştım ve Ahmet’in girdiği yerin çok üstündeki bir yerden başladım. Kırk yıllık “Sardı”, “Saaaaaaaaardı” haline geliyordu çaresiz, gelmek zorunda kalıyordu, uzadıkça uzuyordu. Orkestrakiler haklı olarak telaşlandı, arkadan bağırıyorlar, birkaç saniye sanki yıllar gibi geçiyor, çaktırmadan Nurettin neredeyse bir adım bana doğru attı atacak, bağırıyor “oğlum yanlış yerden girdin, detone oluyorsun toparla” diye, kelime uzadıkça uzuyor ve sonunda yerini notasını, ve sesi buluyordum. Bu başlangıçtan sonra parçaya devam ettik ve güzel bir şekilde bitirip alkışımızı da aldık. Sonra çok aklıma geldi o an. Ya parçayı kesip yeniden başlamak gerekiyordu ki bu çok kötü olurdu ya da artık klavyenin notasını o anda inerek yakalamak lazımdı, hangi tepeden, nereden girdiysem gireyim. Ses ile büyük bir eğri çizerek, gerçekte olmam gereken notayı yakalamıştım. Bu hatadan ne dünya yıkıldı, ne beni orkestradan, ne de askerlikten attılar. Üstüne üstlük sanki bilinçli yapılmış gibiydi bir bakıma. O gürültüde, çok enteresan bir yorumdu hiç unutamadığım. Kısacası dünyanın en keyifli hatalarından biri olmuştu. Dünya da farkında olmadan yaptığımız hatalarıyla güzeldi.
Unutamadığım bir anı da benim naçizane bestelerim ile ilgiliydi Burdur’da. Yılbaşı akşamı geliyordu. Önemli bir gece olacaktı. Bir sürü sürprizler hazırlanıyordu. Benim bestelerden de repertuvarımıza girebilirdi. Nurettin’e bazılarını çalmıştım bir ara. O oldukça sevmişti. İzin alalım komutanlardan, ben notaya dökerim ve orkestrasyonunu yaparım dedi. Diğerleri de katılıp, tamam yapalım deyince, Nurettin ile çalıştık, birkaçını seçtik ve yaptık da o içtimaların, nöbetlerin, koğuş yaşamının ve orduevi koşuşturmalarının arasında. Adamın her şeyi müzikti zaten. Ve benim melodilerin orkestra tarafından çalınışını hiç unutamam. Büyülü bir şeydi. Ben de seslendirmiştim. Çok keyif almıştım. Daha sonra orkestra provaları, hafta sonu performanslarımız sürdü gitti. Bazen orkestranın sahne performansı öncesi ile yine subayların ailelerinin önünde gitarımla bir süre tek başıma çalardım, kendi çalışmalarımdan, ondan bundan. Subayların çocuklar toplanırdı otururlardı yanıma. Emin Güven de çok olmasa da bazen sahne alır, keman çalardı. Provalarda bir kenarda tek başına Paganini çaldığını hatırlarım. İyi bir müzisyendi tabii. O genellikle bütün her şeyi, organize edip, bizi idare ederdi. Orduevi’nin yanından biraz uzakta tren yolu geçerdi. Bazen oraya da gider dinlenir, soluklanırdık. Alışmıştık Orduevi’ne de provalara da birbirimize de. Sanki hayat hep böyle gidecekti. Sonunda 4 ayı tamamladık. Ama bu 4 aylık müzik okulumu ve hocalarımı özellikle Nurettin’i hiç ama hiç unutmadım. Bu deneyimim aslında bana bütün yolları açacaktı. Sadece zaman işiydi. Doğru insanların, yol göstericilerin, işaretlerin sizi bulmasıydı. Ya da sizlerin onları bulmanız, söylenenleri duymanız bir şeyleri görmemizdi. Ama her şeyin bir anı, zamanı vardı.
Yine okuldaki öğrenciler ve hocalar ile şimdi ismi Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olan Akademi’de birlikteydik. Yıllar geçti orada neler nelerle. İp gibi uzayıp giden koridorlardaki, sıra sıra dizilen karpuz lamba ışıklarını son öğrencilerle söndürürdük o zamanlar. Hep birlikte öğreniyorduk. Bu defa Akademi yine evimiz olmuştu, esas evlerimizin yanında. Geride kalan Burdur Orduevi’nin prova yaptığımız koridorları, konserler verdiğimiz salonları, o çorak sessiz dağların eteklerindeki Burdur gibi ya da daha sonraki mekanlar, ülkeler, okullar gibi. Bütün o gürültünün, bütün bu akademik yaşamın yoğun trafiğinde doktorama “Mekanın göçlerle yer değiştirmesi” geçici başlığını koymuştum. Tezime de asistanı olduğum ne unutulmaz hikayelere birlikte tanık olduğumuz sevgili hocam Muammer Onat ile başlamıştım. Ve yıllar gerçekten de dedikleri gibi rüzgar gibi geçiyordu, yeni okul, yeni dünya İngiltere’deki bir mimarlık okuluydu. Ve çok net hatırlıyorum Oxford Mimarlık Okulu’nda orada devam ettiğim tezimin önemli bir kırılma anı oldu. Pendik Halkevi’nde yıllarca folklor oynadığımız her yöreden bize halk danslarını öğreten Zehra, Turhan, Merali, Dursun, Ramiz ve diğer dostlar gibi, bizim ekip başlarımızdan biri olan çok yakın arkadaşımız Çiğdem, Oxford’a bizi ziyarete gelmişti.
Onunla kentin arka sokaklarındaki kiliseden bozma kahveye gitmiştik. Orası da mekan olarak çok güzel bir yerdi. Bütün konuşmalarımızın arasında bir ara, o tipik Çiğdem haliyle “sen ne yapıyorsun doktoranda” diye sordu. “Özetleyebilir misin?” gibilerinden de bir yorumda bulundu. İşte zamanı gelmişti, belki de çok sevdiğim ve güvendiğim bir dosta açılma ve hesapsız olma zamanıydı. Her şey o mekanda bir araya gelmişti. Çiğdem de folklorcuydu. Yıllarca davulun ritimleri eşliğinde birçok yöreden danslar yapmış hatta yurt dışında ülkemizi temsil etmiştik. Ritim kafamızın bir yerlerinde aslında hep olurdu. Hiç daha önce etmediğim bir lafı ettim. Mimarlık’ta Anadolu Ritimleri’ni araştırıyorum dedim. Yıllarca bu konuda çalışmama karşın bu türlü bir yorum ve adeta çok şeyin özeti olan bir cümle ilk defa ağzımdan çıkıyordu. “Ne dedim ben” diye düşündüm yine birkaç saniyede kendi kendime. “Nasıl yani!” dedi ve aklıma ne gelirse anlattım. Sanki elinde bir ayna vardı. Yaptıklarımı bana gösteriyordu. Şimdi düşünüyorumda, o zamana kadar harcadığım yıllar bir araya getirmişti, Oxford Mimarlık Okulu’nda Post Graduate Reseach School’daki o ısınma hareketlerinin de sonunda hatta çok daha geriye gidersem, Akademi’deki doktorayla ilgili o yılların arasında inanılmaz bir kırılma anını yaratmıştı. Aradığımı şimdi bulmuştum. Kartlar sanki yeniden karılmış, her şey yeniden başlamıştı. Evet aslında kendi kendimi sevgili Çiğdem’in tuttuğu aynada görmüştüm. O akşamı hatırlıyorum aklıma gelen her şeyi kağıtlara özet halinde yazdım. Kafam açılmıştı. Orada çoğu şeyin kabaca eskizini belki de yapmıştım. Anladım ki hazırmışım. Arkasından gelen iki tezi, iki ayrı ülkede ve uzun yıllar harcayarak önce antik dünyadan başlayarak Mimarlıktaki bir anlamda Anadolu Ritimleri’ni sonra da modern mimarlıktaki ritimleri araştırıp tezler haline getirmiştim, biri MPhil (Master of Philosophy), diğeri de Doktora olan çalışmada.
İki ayrı dönem halinde 5 yıl kaldığım Oxford Mimarlık Okulu’nda ilk üç yıl, oradaki tezimle ilgili geçmişti. Bazen jürileri izler hatta bizler araştırma yapanlar da kendi konumuzla ya da ilgi duyduğumuz konularda açık dersler hazırlardık. Birkaç yıl sonraki ikinci dönemde ise Akademi’den ayrılmış ve Oxford’a taşınmıştım yine artık ve hocalıkta yaptığım iki yıllık bir dönemdi Finlandiya öncesi. İşte bu ikinci dönemde oranın önemli hocalarından Layla Shamash ile beni davet ettiği bir ara jüri sırasında sohbet ediyorduk. Her şey aslında satır aralarındaydı yine. Bilmiyordum tabii. Oxford Mimarlık Okulu’nun eski binasının atölyelerinden birinin en üste katında pencerelerin birinin önünde radyatöre yaslanmış konuşuyorduk. Eminim daha önce yazılarıma girmiştir, Layla Londra’daki AA’dan mezundu oradaki birçok hoca gibi. Bağdat’ta doğmuştu. Irak asıllı bir İngilizdi. İstanbul’u çok severdi. O’nu çok başka bir yere koyardı. İstanbul kentinin Birleşmiş Milletler’in merkezi olması gerektiğini söylerdi. Ben ona hep Leyla derdim. Layla’nın Türkçe versiyonu olarak onu severdi. Konu nereden geldi hatırlamıyorum ama bana bir gün “Nothing is coincidence” yani “Hiçbir şey tesadüf değildir” demişti bir ara. Bu aklımda kaldı her zaman. Güzel geçmişti gün çoğu zaman sevgili Layla ve öğrencilerle olduğu gibi.
Sonra ben Finlandiya’ya taşındım. Benim yolculuğum sürüyordu. Yeni bir sayfa daha açmıştım. Birkaç yıl sonra tekrar kısa süreli gittiğimiz İngiltere’de okulu ziyaret ettiğim ilk gün Layla’yı gördüm sabah sabah. Koridorun bir ucundan geliyordu. Oldukça rahat, bembeyaz elbiseleriyle, esmer, karakteristik yüz hatları ile bir aşiret reisini andırıyordu. Sarıldık uzun uzun. “Döndün mü yoksa?” diye sordu. Hiç unutmam! “Yok, Helsinki’de olmam lazım” dedim. Benim orada olduğum zamanlarda, bir konuşma yapacakmış. “Sana sürpriz olsun” dedi ve davet etti. Konuşmasında Mevleviler’i, Konya’yı, Mevlevi Dervişler’in dönüşlerini anlattı. Mevlevi felsefesinden söz etti. Mimarlıkla bağladı. Layla Mevlevi öğretilerine inanırmış. Daha sonra yine oranın Layla gibi önemli hocalarından çok yakın dost John (Stewenson) öğrencileriyle Helsinki’ye geldi. Birlikte onların proje çalışmalarına katıldık. Hatta buzlarla kaplı denizin kıyıya yakın bir adasına gezi yapmıştık. O zaman anlattı John. Layla’yı kaybettiğimizi onu İskoçya sınırındaki bir Mevlevi Evi’nin bahçesinde toprağa verdiklerini söyledi. Büyük bir tören yapmışlar Oxford Mimarlık Okulu’nda. Yurt dışından öğrencileri gelmiş, konuşmalar olmuş. Sonra John’un verdiği Alumni yani Oxford Mimarlık Okulu mezunların dergisinde de okudum.
Layla Shamash’ın o sözü çok doğruydu. Her şey adeta bir ağacın kökleri gibi alttan birbirine bağlanıyor ve insanı sanki insan yapıyordu, kökler insanı yaratıyordu. Hatta daha da ileri gidersek her bir birey için yaşamın mimarisini bu kökler, bu tesadüfi gibi gözüken anlar zamanlar oluşturuyordu ve diğerleriyle dev bir ormana dönüşüyordu. Burdur Orduevini, orada tanıştığım gerçek müzisyenleri, müziği, Çiğdem’in sorusunu, ona cevabımı, Pendik Halkevi’ndeki her hafta duyduğumuz, hissettiğimiz ritimleri, ritim ile ilgili yaptığım iki tezi, ritmik örgüleri, hala çizdiğim Urban Meditasyon ve yürüyüşlerle ilgili eskizlerimi yeniden hatırladım. Evet her şey aslında satır aralarında gizliydi ve bunları sizin duymanızı ya da kendi alt yapınıza, yetişmenize, yorumlarınıza uygun seçmenize bağlıydı. Ve bunların planını da yapamıyordunuz elbette. Sadece sezgisel olarak izleri takip ediyordunuz. Ama “hiçbir şey tesadüf değildi” belki de sevgili Layla Shamash’ın söylediği gibi. Tersini de söyleyenler elbetteki vardı ama yaşam eskizini çiziyordu işte herkes için. Ya da siz yolunuzu ve çizginizi her an çizerek, her an kararlarınızı vererek ya da rüzgara kendinizi bırakarak bir şekilde eskiz yaparak gidiyordunuz, sanki bitmeyen uzun bir yolculukta olma haliydi bu.