2008 yılında ilk düzenlendiği günden beri ziyaret ettiğim Dünya Mimarlık Festivali’nde (WAF) 2014 yılından bu yana jüri üyesi olarak yer alıyorum.
Doğrusu bu festival kapsamında düzenlenen yarışma, mimarlık dünyası ödülleri içinde sıra dışı bir noktada yer alıyor. WAF’a katılım için özellikle bugün Türkiye koşullarında azımsanmayacak bir bedel ödemek gerekiyor. Ayrıca tasarladığınız yapı kısa listeye kaldıysa, en az iki kişi için seyahat, konaklama ve festival giriş ücretlerini gözden çıkarmanız gerek. Bu durum mimarlık ödül programları içinde bu yarışmanın kapsayıcılığı konusunda bazı haklı eleştirileri de beraberinde getiriyor. Tüm dünyadan başvuran projelerin 45 kategoride değerlendirildiği yarışmada, Londra’da yapılan ön elemenin ardından kısa liste oluşuyor. Her yıl farklı bir dünya başkentinde yapılan festivalde kısa listeye kalan projeler kendi kategorilerinde tasarımcıları tarafından üç kişilik bağımsız jüri önünde canlı sunum yapıyor ve soruları cevaplıyorlar. Bu değerlendirmenin sonunda jüriler her kategoride bir birinci seçiyorlar. Tüm kategori birincileri festivalin son gününde süper jüri önünde sunum yapıyor ve içlerinden bir yapı, yılın yapısı ödülüne değer görülüyor. Bu yıl 450 projenin yarıştığı festivalin bu açıdan dünyanın en kapsamlı mimarlık buluşması, bir çeşit mimari proje fuarı olduğu söylenebilir. Jüri değerlendirme süreci, rekabetin niteliği ve niceliği, katılımcı profili açısından bakıldığında ise yarışma sürecini toptan hafife almak mümkün değil. WAF ödülleri camiada küçümsediğimiz “parası ödenerek alınan” ödüllerden bir değil ama para vermeden kazanmak da mümkün değil. Zira organizasyonun arkasındaki Emap grubunun, WAF’a içerik sağlayan kadroları, İngiltere’de 1886’dan bu yana yayımlanan Architects Journal ve The Architectural Review’dan geliyor.
Basitçe kurgusunu özetlediğim bu yarışma ve festival ortamının kapsayıcılığı eleştirilebilir ancak mimarlık dünyasının nabzını tutmak, tartışmaların ve endüstrinin nereye evrildiğini izlemek için her zaman önemsediğim bir organizasyon oldu. Yıllar önce dünyanın ağırlık merkezi farklı bir noktadayken, İstanbul’un yükselen yıldız olduğu, Ortadoğu’nun karmaşasıyla, Avustralya, Yeni Zelanda ve Çin’e kayan global mimarlık üretiminin geçtiği merhaleleri, değişen ölçek ve aktörleri, güncel diskuru yakından izleme şansım oldu. Çok konuşan ama çoğunlukla kendi içinde konuşmaya alışkın mimarlık ortamımızdan ara sıra uzaklaşarak duruma dışarıdan bakmak epey faydalı oluyor.
Bu yıl tamamlanmış ofis yapıları kategorisinde jüri başkanı olarak görev yaptım. Jüri başkanlığı, tabii ki daha çok organizasyonel yapıyı yakından tanıma, sürece ilişkin deneyimden kaynaklanıyor. Benimle birlikte jüri üyeliği yapan Foster&Partners’ın kıdemli ortağı ve global ofis direktörü Angus Campbel, Stockholm merkezli mimarlık pratiği Gaia’nın kurucusu Marta Bohlmark ile keyifli ve öğretici tartışmalar yaptık. İtiraf etmeliyim benden yaşça epey büyük, tecrübe ve mimari pratik alanında açıkça çok daha tecrübeli olan bu ikilinin hiyerarşi gözetmeksizin, paylaşım ve üretim odaklı yaklaşımı da doğu coğrafyasında pek benzerine rastlanmayan cinstendi.
En son pandemi öncesinde üç yıl önce yüz yüze yapılan Dünya Mimarlık Festivali’nden bu güne dünyada mimarlık diskurunun ne kadar dramatik değiştiğini, bizim koşullarımız geriye giderken, orada bambaşka bir gündem oluştuğunu bu sefer çok çarpıcı biçimde gördüm. Yıllardır gündemde olan, buralarda eskitilen her konu gibi içi boşaltılan “sürdürülebilirlik” kavramı artık dünyada gerçekten tasarım sürecinin merkezine oturan en önemli girdi gibi görünüyor. Leed, BREEAM gibi sertifikasyon sistemlerinin en üst seviyesini hedeflemek, özellikle benim jüri üyeliği yaptığım ofis yapılarında zaten bir standart haline gelmiş. Ancak yapım süreci ve yapının yaşam ömrü açısından da seçimleri daha sorumlu yapmak, dönüştürmek, adapte etmek, yeniden kullanmak ve tabii “yıkıp-yapmamak” medeni dünyanın neredeyse üzerinde uzlaştığı en temel konu gibi görünüyor. Bu durumu sadece mimarlık bağlamında tartışmanın elbette mümkün olmadığını biliyorum. Tüm bu süreçler ülke politikası olarak, kanun koyucu ve denetleyiciler, yerel yönetim, meslek örgütleri, akademya ve en önemlisi tüm bunların belirleyicisi olan “kültür” bağlamında bir bütün olarak ele alınabilir. Ülkemizde mimari proje üretim sürecinde neredeyse merkezdeki tek konu olan “maliyetler” yani daha genel bir ifade ile ekonomiden dikkat ederseniz hiç bahsetmedim. Planlama ve tasarım sürecinde akılcı adımlar atmak için harcanacak her kuruştan sakınan endüstrinin, bireysel, kurumsal ve tabii toplumsal olarak ne büyük kayıplara neden olduğunun, kaçırılan sayısız fırsatın son yirmi yıldır şahidiyim. Bu nedenle, kısıtlı bile olsa her ekonomik çerçeve içinde nitelikli ve sorumlu bir yaklaşım oluşturulabileceğine, ülkemizdeki (keyfi) modelin maliyetinin kısa ve uzun vadede hep daha yüksek olduğuna inanıyorum.
Bu yıl ofis kategorisinde öne çıkan yapıların tümü aslında bir tür yeniden işlevlendirme (adaptive re-use) yapıları oldu. Rusya-Ukrayna savaşının etkilerinin, tüm dünyayı sardığı bu günlerde yapılardaki enerji vurgusundaki artış kayda değerdi. Bu yıl sanki mimarların “gerçekten” mesleki faaliyetlerinin dünyanın geleceği üzerine etkilerine ilişkin biraz sorumluluk almaya istekli olduklarına şahit oldum. Emsal, bütçe, zaman üçgenine sıkışarak, yabancı yatırımcının da memleketi toptan terk etmesiyle her gün biraz daha çoraklaşan bizim dünyamızdaki mimarlık üretme pratiğine bu çerçeveden bakmak oldukça sarsıcı oldu. Hele ideolojik gerekçelerle körüklenen israf ve yapı üretimini düşündükçe insanın gerçekten içi sızlıyor.
Benim de jüri üyesi olduğun ofis kategorisinde ipi göğüsleyen proje Danimarkalı mimarlık pratiği 3XN’in Sidney Opera Binası arkasında bir parselde 50 yıllık bir ofis yapısını dönüştürerek tasarladıkları “Quay Quarter Tower” oldu. Sidney’e kimliğini veren ve yine bir Danimarkalı Jorn Utzon tasarımı Sidney Opera Binası’na bir saygı duruşu olan bu yapının altı yıllık öyküsü “güzel” yapı elde etmekten çok daha fazlasını anlatıyor. Dünyanın bugüne dek gördüğü en kapsamlı dönüşüm projelerinden biri olan bu yapı, yarışma ile elde edilmiş.
Tasarımda mevcut 50 yıllık iş merkezini mümkün olduğunca korumaya çalışan bir tasarım stratejisi ile örnek bir sürdürülebilirlik yaklaşımı geliştirilmiş. Mevcut çekirdeğin %95’ini ve önceki kulenin kirişlerinin, kolonlarının ve döşemelerinin %65’ini koruyarak binanın kuzey cephesinin büyük kısmını kesip yeni döşeme plakaları eklenmiş. Ortaya çıkan tasarım, eski bir iş merkezini yıkıp yeniden yapmadan kullanım alanını 45.000’den 102.000 metrekareye ve kullanıcı sayısını iki katına çıkarıyor (4.500’den 9.000’e). İç mekanda kuleyi düşeyde beş bölüme ayıran yaklaşımla, kendi içinde oluşturduğu atriyumlarla düşey kasabalar oluşturulmuş. Bu atriyumlar 2.000 metrekarelik planların içlerine gün ışığı taşıyor ve pasif iklimlendirmeye yönelik önemli bir destek sağlıyor. Tabii 3 kat yüksekliğindeki bu atriyumların “emsal” kaybının işverene nasıl kabul ettirildiğine ilişkin soruya yanıt olarak Fred, yatırımcının iç mekan kalitesini ve yapının değerini artıracağına inandığını anlattı. Buralardan bakınca neredeyse bilim kurgu sayılabilecek bir fenomen diyebiliriz.
Covid sonrası ofise dönüş ortamında önemli avantajlar ortaya koyan bu yapı, spekülatif bir tipoloji olan ofis kulelerinin dönüşümüne ilişkin ilk örnek ve önemli bir model oluşturuyor. Tam da bu sebeplerden 3XN tasarımı Quay Tower bu yıl Dünya Mimarlık Festivali’nde sadece ofis kategorisinde ödül almadı, süper jürinin değerlendirmesiyle “Yılın Yapısı” ödülüne de değer görüldü.
Bu perspektifte ofis kategorisinde üzerine uzun uzun konuşulabilecek başka yapılar da vardı. Özellikle Pilbrow&Partners tasarımı “The Kensington” Londra’nın oldukça pahalı bir bölgesi olan High Kensington Caddesine cephe veren nispeten düşük nitelikli 1970’ler alışveriş bloğunun cadde konturunu da değiştirerek yenilenmesi üzerine nefis bir örnek. Proje yine eski yapının yıkılmadan dönüştürülmesi, yapının kamusal alana açıldığı alanın niteliğinin artırılması, Kensington High Street Metrosu’na ulaşım sağlanması ile öne çıkıyor. Tahmin ederim Quay Quarter Tower ile aynı yıl yarışmasaydı, kategori birincisi, hatta yılın yapısı olabilirdi. Tabii, jürideki Angus Campbel’ın, sürdürülebilirlik iddiası olan bu projenin ek strüktürünün neden çelik yerine ahşap seçilmemiş olduğuna dair sorusuna mı şaşırayım, Fred Pilbrow’un bu soruyu mantıklı bulmakla kalmayıp, haklı bir eleştiri olarak değerlendirilmesine mi hala kararsızım. Pilbrow, yapının tasarımının başladığı 2015’de Londra’da bu tip ticari yapılar için yangın yönetmeliğinin ahşap strüktüre izin vermediğini, artık yönetmeliğin güncellenmesi nedeniyle bugün tasarıma başlasalar kesinlikle çelik yerine ahşap tercih edeceklerini ifade edince acı acı gülümsedim.
Dikkatimi çeken iki diğer yapı da benzer yaklaşımla ele alınan farklı ölçeklerde yapılardı ve kategori birincisi gibi yarışmaya Sidney’den katılmaktaydılar. Avustralya’daki nitelikli mimari üretimin görünürlüğü, WAF’ın gelecek yıl neden tekrar Singapur’a geri döneceğinin izahı gibi.
Görece genç bir ülke olan Avustralya’da kent merkezinde yer alan 100 yıllık miras listesindeki Shelley Deposu ve bitişik parseldeki eski Elektrik Trafo Merkezinin fjmtstudio tarafından restorasyon ve yeniden işlevlendirme hikayeleri dinlemeye değerdi. Substation 164’ü görseler üzerinden ilk değerlendirdiğimde endüstriyel iki yapının üzerine eklenmiş ikonik olma hevesindeki cam kütlenin ilk bakışta pek de yenilikçi olmadığını düşünmüştüm. Ancak var olan yapı izinlerini akıllıca eğip büken bu yaklaşımın o bölgede biçimsel olmasa da kavramsal bir ek yapı kurgusu ortaya koyduğu muhakkak. Ayrıca kavramsal maketten, nihai ürüne varana kadar, bildiğimiz, okullarda öğretilmeye çalışılan “tasarım metodolojisi”nin harfiyen uygulandığı bir projenin tüm süreçlerini ve başarılı sonucunu izlemek de oldukça zihin açıcıydı. Üstelik bu bilindik yöntem, hemen her zaman doğası gereği “sürdürülebilir” bir tasarımla sonuçlanıyor.
Son olarak yine Sidney’de yine yeniden işlevlendirilen 52 Reservoir Street, yapısının da daracık bir parselde, müthiş vurgulu ve yine gerçekten verimli bir yapı olarak dikkatimi çektiğini ifade etmek istiyorum.
Uzun yıllardır konuşulan sürdürülebilirlik, artık gerçekten yeni yapıların ne kadar gerekli olduğuna ilişkin tartışmayı geç de olsa gündeme taşıyor. Hatta, yenileme ve yeniden işlevlendirme süreçlerinde biz mimarları meftun eden presizyon ve “güzellik” kavramının peşinden koşmanın dünyaya maliyetinin gündeme geldiğini açıkça görüyorum. Bizden her anlamda çok daha zengin olan batı dünyası, elindekini dönüştürerek, salt yakışıklı yapı peşinde koşmayarak, Lacaton ve Vassal gibi bir pratiğe Pritzker vererek, Palais de Tokyo restorasyonunu onlara emanet edip, aşık olduğumuz detayları değil, gerekeni yapan bir yaklaşımın patronajlığına soyunarak bu günü yaşarken, bizler Kahramanmaraş’ta 1994 yapımı Özel İdare İş Merkezi’ni, hala yapıldığı işlevini koruyan, tescilli, yüksek nitelikli İller Bankası’nı yıktık.
Sedad Hakkı Eldem tasarımı tescilli Aksigorta’nın ise kendi kendine yıkılmasını bekliyoruz. Bugün mimarlık ortamında yaşadığımız gerçeklik, geçmişten daha sığ, 2015’e dek öyle ya da böyle kulağımıza çalınan sürdürülebilirlik lafları toptan yok oldu. Türkiye mimarlık ortamının, kendi gerçeklikleri nedeniyle artık iyiden iyiye dünyadaki diskurdan koptuğunu belki de geç oldu ama yeni fark ettim.
Tüm bunlar olurken ülkemizde gençlerin sesi ve nefesi umut vermeye devam ediyor. SO? Mimarlık ortakları Sevince Bayrak ve Oral Göktaş’ın İPA Florya Kampüsü içinde dönüştürdüğü Hangar ve Havuz dünyaya sorumlulukla bakan bir yaklaşımın ürünü. Eski yüzme havuzunu yıkmak, makyajlamak, cilalamak yerine, yeninden işlevlendirerek kamusal bir çok amaçlı mekana dönüştürmek harika bir fikir. İkilinin bu yaklaşımla ele alacakları Venedik Mimarlık Bienali Türkiye Pavyonu için ürettikleri Hayalet Hikâyeleri: Mimarlığın Çuval Teorisi çalışmasını ve tetikleyeceği tartışmayı heyecanla bekliyorum. Kullanılmayan yapıların hayalet hikâyelerini dinlemeyi öneren proje Türkiye’nin hemen her şehrinde bulunan bu “daha az yakışıklı” yapılardan oluşan güncel arşivin kolektif olarak belgelenmesi üzerine kurulu. “Geleceğin laboratuvarı” olarak ele alınabilecek bu yapıları yıkmak ya da kaderine terk etmek yerine nasıl dönüştürülebileceğine dair araştırmalar içerecek çalışmanın tam da içinde bulunduğumuz zamanın ruhunu yansıtacağına inanıyorum.
Yine uzun, daldan dala konan ve umutla bitirmeye çalıştığım bu yazının son sözünü Uğur Tanyeli hocamdan ödünç aldığım bir ifade ile, mimarlığın toplumun gerçekten de kalemi olduğuna dair inancımı vurgulayarak bitirmek istiyorum. İçinde yaşadığımız toplumların bir tür cidarı sayılabilecek yapılı çevreyi şekillendiren etmenler tam da bizden, kendi içimizden dışarı taşıyor. Dünyada belli bir ligde uzun zamandır yapabilmeye, mükemmel yapabilmeye, estetiğe yakınsayan tavır, bugün daha sorumlu ve faydacı bir tarafa savrulmuş durumda. İnsan doğasının bu yaklaşım içinde de bir tür “güzel”i yaratacağı şüphesiz. Yaşanan değişimlerin kendisinden değil rüzgarından etkilenen bizim gibi periferideki toplumlarda ise tüm bu değişimlerin gerekçelerini de, çelişkili dinamiklerini güçlü biçimde temellendirmek ve dolayısı ile ifade etmek her zaman olduğu gibi güç. Kendime bu kısa yüzleşmeden çıkardığım sonuç ise net; baktığın yapıya iyi-kötü deme potansiyelini “tanı”…