Soğuk ve güneşli bir kış günü, inşası yeni biten Troya Müzesi'ne yapılan bir gezi. Ve projeyi Ömer Selçuk Baz'dan dinlemek.
Güneşli ve soğuk bir günde, yatay çizgileri gözleri dinlendiren peyzajın içinde ilerledik. Kalebodur’un düzenlediği geziye katılan bir otobüs basın mensubu, oldukça tenha olan Çanakkale-İzmir yolundan sağa, Tevfikiye Köyü yönüne saptık. Çok geçmeden, geniş sarı çayırın üzerine konmuş küp benzeri cismin yanına vardık. Arka planına güneşli gökyüzünü alan cisme bakmak için gözümü hafif kısıp ellerimle yüzüme gölge yaptım.
“Peyzajın üzerinde duran ve soruları boşa çıkaran bir form. Yeryüzünden mi çıkmış, gökyüzünden mi inmiş belli değil. Muğlak bir obje.1“
Bu muğlaklığın üzerine kafa yormaya gerek görmeyerek sabırsızca girişe doğru ilerledim. Giriş, bir an dışarıda olduğunuz ve diğer an kendinizi içeride buluverdiğiniz bir kapı değil; geleni karşılayıp törensel bir tavırla iç mekana taşıyan geniş ve uzun bir rampa. Rampanın iki yanında yükselen brüt beton duvaların arasından yer altına inerken belli belirsiz bir duyguya kapıldım: iyi giden bir şeyler var…
“Ören yerine geldiğiniz zaman aslında birçok arkeolojik alanda hissettiğinizi burada da hissediyorsunuz: yitip gitmiş bir uygarlık… Müzenin temel fikri ören yerini daha anlaşılır kılmak; aslında birlikte çalışıyorlar. Jüriden biri şöyle bir şey demişti: ‘Bu müze aslında bir infobox.”
Giriş rampasının sol duvarında, beton yüzeydeki derin oyuklar/çizgiler ve çizgileri hiza alarak yerleşen bilgilendirme camekanları beni katman katman hikayenin içine, yer altına çekti. Bu mekansal jest, uyuyan bazı mimari duyularımı uyandırdı.2 Hani alışık olduğunuz ölçekten, ışıktan veya yükseklikten bir tık farklı bir mekana adım atarsınız ve duyularınız açılır; büyük bir yarığın içine girersiniz, yüksek bir yerden manzara açılır önünüze; dünya varmış gibi bir his gelir.
Grupla beraber rampayı takip edip içeri girdik. Yer altındaki giriş katı, müze ziyaretçilerine hitap eden işlevlerin kesiştiği, serbest bir mekan. Mekanın içinde koşmak isterseniz (kimseyi rahatsız etmeden) karışık sırayla: troya höyüğünün ilk katman sergisi, kafeterya, hediyelik eşya dükkanı, danışma ve esnek toplantı alanının içinden geçebilirsiniz. Konferans salonu ve tuvaletlere ulaşmak içinse birer kapı açmanız gerekir.
“Yarışmadaki kurulum çok daha esnek bir kurulumdu, ama bu çizgi hep vardı. Önce bir rampayla iniyorsun sonra kronolojik/tematik olarak bölge tanıtılıyor, sonra rampayla Troya 1-7 sonra Helenistik Dönem… Bu çizginin üzerindeki istasyonların yoğunluğu ve hangi eserlerle temsil edileceğine ekip karar verdi.”
Toprak kotunun altında kalan giriş katı, tavanda uzanan yarıklardan giren gün ışığıyla aydınlandı. Tavandaki yarık, giriş rampası doğrultusunda perspektifte uzadı. Tavandaki diğer bir yarık sola doğru devam etti. Yer altındaki mekanda, beklenmedik bir aydınlık… Kafamı kaldırıp tavandaki yarıktan baktığımda ana sergi kütlesinin korten cephesini gördüm. Bakışı bir mekanın içinden diğerine açan geçirgenlik tüm yapı boyunca devam edecekti.3
Konferans salonuna geçtik. Konferans salonu, kendini yapının dilinden koparmadan, aynı duvar ve aynı zeminle devam etti. Sahne yok. Konferans salonlarının dibinde çoğunlukla görmeye alıştığımız sahne arkası perdesi yok. Perdenin yerinde, tavandan gelen gün ışığının yıkadığı brüt beton bir duvar var. Karanlık, izole, kumaş duvarlı bir salona gireceğimizi düşünmüşken, güzel bir süpriz…
“Bu yapı bir kamu yapısı, bunu üretmenin belirli zorlukları var. Yükleniciyi, üreticiyi seçemezsiniz. Bizim için sorulardan biri: ‘Yapı hafiften vasat inşa edilse nasıl olabilir?’ oldu. İnce bitişleri iyi olmasa da bütündeki hissinin doğru bir yerde durabileceğini düşünmüştük.”
Ömer Selçuk Baz’ın kısa sunumunun ardından, konferans salonundan çıkıp giriş holüne geri döndük.4 Bu sefer, yapıda kullanılan malzemelere dikkat kesildim. Baz, beton kalıbında ve duvarlardaki şeritlerde kullanılan ahşabın eşit kalınlıkta olduğunu söylemişti. Sağımdaki beton yüzeye ve solumdaki ahşap yüzeye baktım. Beton yüzeydeki desenin ölçeğini ahşapta takip etmenin sübliminal bir detay olduğunu düşündüm. Fark etmiyorsunuz ama gerilerde bir yerlerde fark ediyorsunuz.
Gri ve toprak renklerin hakim olduğu bir yapı. Fonda kullanılan griler: zemine uygulanan şap, gaz beton paneller, brüt beton duvarlar, sergileme elemanları ve çeşitli amaçlarda kullanılan metal profiller; hafif bir sıcaklıkla önce çıkan toprak renkler: ahşap asma tavan, giriş holünün sağ duvarı, görüntüyü bölen ahşap dikmeler, özel tasarlanmış modüler mobilyalar ve korten cephe. Tüm yüzeyler, kullanılan malzemelerin arka plan/ön plan ilişkisiyle kurulmuş bir ritme5 sahip. Baz’ın korkularının aksine, yapıda yapmacık bir malzeme kullanımından ziyade hiç de “vasat” olmayan mimari bütünlük var.
“Yarışmada karar buydu: ‘Biz altı tane malzeme kullanacağız, daha fazla kullanmayacağız’. İkinci karar: ‘Alçıpan gibi, ya da taş kaplama gibi indirgenmiş yapı malzemeleri de kullanmayacağız’. Bir gün gelip bu yapıya müdahale ederlerse parçalayıp kırdıkları yüzeyin arkasında başka bir şeye ulaşamayacaklar.”
Baz’ın bahsettiği çizgiyi (yapının içinde devam eden rampayı) takip ederek üst katlara tırmanmaya başladım. Çift cidarlı rampanın sağ yüzü dış cepheyi tutuyor, sol yüzü ise iç mekana bakıyor.
Bu çift yönlülük, dikkatimi önce içeriye (Troya’dan çıkanların sergilendiği iç mekana) sonra dışarıya (yatayda uzanan puslu Troya coğrafyasına) çevirdi. Rampadaki seyahat sırasında katlar arasında dinlenme ve dışarıyı seyretme arası verdim. Kendimi, etrafını döndüğüm sergi katlarına ve etrafımı saran peyzaja eş zamanlı olarak hakim hissettim.
“Yarışmaya verdiğimiz raporda şöyle bir şey yazıyordu: ‘Yapıyı böyle kurmadaki esas hedef ziyaretçiyi önce yer altına alıp bu dünyadan koparmak, kendi içine kapalı bir dünyaya hapsetmek; sonra da yer yer, bizim müsaade ettiğimiz noktalardan dış dünyaya tekrar bağlayıp tekrar içeriye almak.”
İşvereni devlet olan ve son on yılda yapılmış bir yapının bu kadar iyi hissettirmesi, geziye katılan basın mensupları arasında şaşkınlık yaratmıştı. Katları tırmanmaya devam ettik. Troya 1, rampa, Troya 2, rampa… Büyük boyutlu Helenistik Dönem eserlerin sergilendiği en üst kat, asma katla iki seviyeye ayrılmış. Müzenin diğer katlarına göre çok daha yüksek bir hacim.
Sergileme elemanları, küçük cisimleri üzerinde taşıyan, dev heykelleri yerden kaldıran, bazen daireye dönüşerek kararan ve videoları içine alan çeşitli formlarda tasarlanmış. Hepsi geometrilerinde belli bir basitliği koruyor, kendilerini arka plana atmaya çabalıyor. Yine de bunları, “serbest ve yüksek bir mekandaki koyu gri lekeler” olarak okumak da mümkün. Günümüz beton grisi ile helenistik heykel grisinin arasına giren koyu gri paspartular.
Servis alanları ayak altından toplanmış ve dikey bir aks içine alınarak yapının görünürdeki tek sağır duvarına yaslanmış. O da heykellerin üzerine yerleştiği prizmalar gibi, kendini arkaya atan, dikdörtgen bir prizma.
“Bu projenin korunduğu nokta yarışmanın kendisiydi. Ne zaman idareden gelen bir yorum olsa dönüp yarışmaya referans verdik. Bir yarışmada birinci olmuş olmak, diğer 131 proje sahibini geçmiş olmanın sorumluluğunu da getiriyordu bana göre.”
Cepheden giren ışığı, mekandaki genişliği ve bakıştaki geçirgenliği fotoğrafla yakalamaya çabalarken grubun arkasında kalmıştım. Bir üst kata çıkmak için rampaya yollandım. Rampanın son dönüşündeki kapı kilitliydi. Hemen (nereden çıktığını anlamadığım) birisi gelip anahtarla kapıyı açarken “Güvenlik yokken ziyaretçilerimizi terasa almıyoruz.” dedi.6
Rampayla yer altına inerek başlayan hikayenin sonunda rampayla yer üstüne çıkıyorum. Çok çok çok güzel bir manzara…
“En sonunda terasla bitiyor hikaye.”
Yer altından çıkıp anası Demether’e ve bahara kavuşan Persephone gibi, gözlerimi kısarak Troia’ya bakıyorum.7
Dipnotlar: