Yer Sarsıldığında…

17 Ağustos 1999 Depremi'nde de benzer şeyler yaşamıştık. Ancak 06 Şubat 2023 Kahramanmaraş ve civarı depreminden sonra çok daha yoğun yaşanan ilginç sahnelere tanık olduk,

“Biz Nerede Hata Yaptık?”

Nasrettin Hoca’nın hikayesini hepimiz biliriz…
Hoca bir gün meyve toplamak için çıktığı ağaçtan düşer. Ağacın altında acı ile kıvranırken, etrafta toplanan halk “aman Hoca hemen bir doktor çağıralım, bir sağlıkçı bulalım…” diye telaş eder. Hoca yavaşça yerinden doğrularak, “ne doktor ne de sağlıkçı istiyorum, siz tez bana ağaçtan düşmüş bir adam bulun, onun görüşlerini dinlemek istiyorum…” der.

Kıssadan Hisse…

Bu satırların yazarı tam tamına 2 kez ağaçtan düştüğü için (1. depreme yakalanma; 22.07.1967 Adapazarı Depremi, M: 6,8 – 2. depreme Yakalanma; 17.08.1999 Yalova/Gölcük Depremi M: 7,4 olmak üzere) depremler konusunda söz söyleme ve görüş belirtme hakkına sahip olduğunu düşünmektedir. Ve aşağıdaki yazı bu düşüncelerle kaleme alınmıştır.

Olgu 1: İlk Deprem Deneyimim

Yıl 1967, Temmuz ayının 22’sinde ilk depremime İstanbul, Merter’de yakalandım. Bulunduğum yer bir yapı kooperatifinin yaptırmış olduğu “yerde 2 kuru, 1 yaş” betonun karıştırıldığı ve sırtta teneke ile betonun katlara taşındığı ve 1965 yönetmeliklerine göre yapılmış bir binanın 7. katı idi…

Depremin odak noktası uzak olduğu için (Merkez Adapazarı) bulunduğum yapı çok fazla hasar almamış, sadece balkondaki çiçek saksıları ve su küpü devrilip kırılmış ve bir de kitaplığın devrilmesi ile olayı ucuz atlatmıştık. Ancak depremden sonra uzunca bir süre binaya girememiş (yaklaşık 4 ay) güçlükle temin ettiğimiz klasik tip bir Kızılay çadırında bütün yazı geçirmiştik. Çadır yaşantısının getirdiği sorunlara (tuvalet ve su sorunu, börtü-böcek sorunu ve sıcak soğuk sorunu) ise fazlaca değinmek istemiyorum. Daha o yıllarda depremden çok korkmuş ve kendi kendime söz vermiştim. İleride mimar olup, sağlam yapılar inşa edecek ve içindeki insanların can ve mal güvenliğini sağlayacaktım.

Olgu 2: Mimarlık Eğitimim ve Deprem Bilgisi

“Deprem Bir Takdir-i İlahidir
Allah Tekrarından Korusun!”
Süleyman Demirel (Türkiye 9. Cumhurbaşkanı)

Dileklerim kabul gördü ve 1971-1972 yılları arasında, o günkü adıyla D.G.S.A. Mimarlık Bölümüne (Bugünkü Mimar Sinan Üniversitesi) büyük hevesle kaydımı yaptırdım. 1894’te Sanayi-i Nefise olarak kurulan ve dünya çapında iftihar ettiğimiz sanatçılarımızı da yetiştiren (Resim, Heykel Sanatları dahil) ve ayrıca güçlü bir mimarlık eğitimi veren bir kurumda eğitim alma konusunda kendimi çok da şanslı görüyordum. Ancak iyi Mimarlık ve Güzel Sanatlar konusunda gösterilen bu özen, “Deprem Mühendisliği, Deprem Önlemleri ya da Depreme karşı güvenli ve dayanıklı Yapı Üretimi” konusunda gerekli özeni ve duyarlılığı göstermekten çok uzaktı. Statik ve Betonarme ağırlıklı bir veya iki yarı yıllık bir dersin dışında deprem konusunda herhangi bir eğitim veya ders aldığımızı hatırlamıyorum. Yine tüm okul kitaplarında hangi savaşın hangi gün ve tarihte kazanıldığını, hangi ülkenin ne zaman fetih edildiğini defalarca ezberlediğimiz halde, İstanbul veya Türkiye’nin tarihte hangi büyük depremlerle sarsıldığını, ülkemiz yapılarında hangi depremlerde ne ölçüde hasar aldığını hiçbir şekilde okumamış ve öğrenmemiştik… Örneğin en büyük depremlerden biri olan 1509 Depremini (Küçük Kıyamet) okul kitaplarında gördük mü? 1766 ya da 1894 Depremin yarattığı hasarlar son günlerdeki TV programlarında anlatılmasa idi, mimar ve mühendis meslektaşlarımızdan bilen var mı idi? Ayasofya, Sur Duvarları, Galata Kulesi depremlerde kaç kez yıkılıp, yeniden yapılmıştı, bilmiyorduk…

Tüm bunları yakın zamana kadar uzman tarihçiler dışında kimse bilmiyordu. Yeni yeni öğreniyoruz… İnanması çok zor ama yaşadığımız coğrafyada doğa olayları çoğu kez tarihin dışına itilmiş ve hemen hemen büyük bir çoğunlukla ilahi bir güce bağlanarak (takdir-i ilahi) olarak tanımlanmış ve sorumluluktan kaçınmak istenmiştir. Kısacası, ülkemizin en ünlü ve köklü Mimarlık okullarından birinde ve İstanbul gibi 1. dereceden Deprem Bölgesinde (17 Ağustos 1999 depreminden önce 2. derece deprem bölgesi idi, depremden sonra 1. Derece oldu) “Deprem Mühendisliği Eğitimi – Depremlerde Güvenli Yapı Yapma Eğitimi” doğru dürüst görmeden mimarlık okudum ve mezun oldum.

Günümüzdeki tabela üniversitelerindeki mimarlık eğitiminin de pek farklı olduğunu düşünmüyor ve yeni mezun çiçeği burnunda meslektaşlarımın her projeye (10, 20, 30 katlı) imza attığını görünce, şaşırıp kalıyorum…

Olgu 3: 1980’li Yıllarda Toplumun İnşaat’a Bakış Açısı ve Hiçbir Biçimde Olmayan Deprem Duyarlılığı

1977 yılında Y. Mimar olarak, (oda garip, mimarın alçağı ve yükseği mi olurmuş?) hiçbir biçimde bu “Yüksek” unvanına da ısınamadım. Mimar, mimardır o kadar. Bu konuda ünlü şair Can Yücel’in şiirini de unutmamak gerekir…

“Bir mimar tanıdım, Yüksek olmayan,
Oda MİMAR SİNAN idi..!”

Önce deneyimli bir ustanın yanında (Mimar Aydın Boysan) bir yıl çalıştıktan sonra her meslektaşım gibi büro açıp, serbest piyasada mimar olarak çalışmak istedim. Sandım ki insanlar (işveren) gelecek “mimar bey işte arsam, bu arsama şöyle sağlam, güzel ve imar durumuna uygun bir proje yap…” diyecek. Ne gezer…
O günlerde (1978-1980’li yıllar) yeni proje, yeni yapılaşma konusunda sistem şöyle çalışıyordu…

Akşamdan “yapsatçı müteahhit” büroya geliyor, size, “Haçan yarın ruhsat alacağım, bir proje isterim; akşamdan sabaha hazır olsun!” diyordu. Karadenizli müteahhit arkadaşlarımız varsa alınmasınlar, kızmasınlar, bir akşamda proje istiyorlardı. Ne yazık ki o günkü meslektaşlarımın çoğu bu projeleri akşamdan sabaha hazırlıyor ve ertesi günü de teslim ediyorlardı. 500 lira, 1000 lira gibi ücretlerle bir gecede yapılan bu projelerin hepsi de neredeyse birbirinin aynısı oluyordu. Şaşırıp kalıyorsunuz tabi… Ve her konuda iki proje yapılıyordu; biri ruhsat projesi olarak ilgili belediyeye götürülüyor, diğeri ise inşaatta uygulama için kullanılacak proje olarak, kalfa ve müteahhit tarafından birlikte yapılıyordu.

Farklı Proje ruhsat alıyor, yerinde farklı bir inşaat yükseliyordu.

Nerede kaldı bu yapının Deprem Güvenliği…

Kuşkusuz mesleğimde sonradan ağırlıklı olarak “Koruma ve Restorasyon” çalışmalarına yönelmem de bu gerekçelerle olmuştur diyebilirim…

Olgu 4 : İlk ve Son Yap/Satçı’lık (Müteahhitlik) Deneyimim

“İlk Yap/Satçı Deneyimim Selimpaşa İkiz Villa”
Müellif ve Müteahhit Mimar Acar Avunduk

Mimar olduğum tarihten 7/8 yıl sonra biraz tecrübelenmiş ve birazda para kazanabilmiş Silivri-Selimpaşa’da küçük bir arsa alabilmiştim. Yaklaşık 250 metrekarelik yapılaşma hakkı olan bu parselde ikiz villa yapmak üzere önce usul ve yönetmeliklere uygun olarak mimari projeyi hazırladım. Statik/betonarme hesap ve çizimlerini güvendiğim bir statikçi (İnşaat Mühendisi) arkadaşa yaptırarak, ruhsat ve onayları alarak inşaata başladım.

Değerli okuyucular, inşaatta projede ne yazıyorsa, ne kadar demir, ne kadar etriye, deprem çirozları vs. sadece o kadar, ne bir eksik ne de bir fazla demir koydurmuyorum… Sadece ve sadece projeye aynen uygun yaptırıyorum o kadar… Etrafta başka yazlık/inşaat yapan komşular, üstlenici arkadaşlarda var… Onlar başladı bu sefer benim yaptığım inşaatla ilgili konuşmaya;

“Efendim, deli bir mimar gelmiş buraya, demiri, betonu toprağa gömüyor, kitap ne yazıyorsa onu yapıyor… İki katlı yazlık bir ev için bu kadar malzeme, bu kadar para harcanır mı? vs. vs…”

Değerli Dostlar, toplam 250 metrekarelik inşaat için toplam 5 demirci ekip değiştirerek (kimi çok titiz olduğumu, kimi çok etriye ve demir bağlattığımı ifade ederek, ücretin kurtarmadığını söyleyerek iş bırakıyordu) iki katlı yazlık inşaatını 2 yılda güçlükle bitirebildim. O gün anladım ki inşaat piyasası benim yaptığım inşaatı malzeme olarak en fazla yarısını kullanıyor, kaba inşaatı yarı yarıya ucuza mal ediyor, üstünü de güzelce allayıp, pullayıp (seramik, boya vs. ile) gösterişli hale getirip satıyordu. Halkta ucuz olduğu için kapış kapış gidip onu alıyordu. Yapının deprem güvenli olup olmadığı hiç ama hiç sorgulanmıyordu.

1989 yılında ikiz villanın inşaatı tamamlandı, iskanı alındı ve yazları kullanmaya başladık. Etraftaki tüm villalar 25’e (Milyon TL) mal edip, 30-35’e (Milyon TL) satıp, gittiler. Ben ise bu fiyatlara mal edemediğim için iki evi de satamadım. Çare oturmak idi, oturduk. Ve o gün anladım ki benden artık yap/satçı müteahhit asla ve asla olamaz…!

Olgu 5: 2. Deprem Deneyimim

17 Ağustos 1999’da, gece sabaha karşı 03:05’te çoğumuzun yaşadığı büyük (Yalova/Gölcük) depremi oldu. Ve ben yine tesadüfen (2 kuru + 1 Yaş) tekniği ile karıştırılan ve sırtta teneke ile 7. kata betonu taşınan binanın 7. katında bir kere daha depreme yakalandım. 45 saniye süren depremde kalorifer bacası yıkıldı, mutfakta sağlam tabak, çanak kalmadı ve sarsıntının kısa sürmesi sonucu canımızı zor kurtarabildik… Sınırlı hasarla atlattığımız bu evden birkaç parça özel eşyamızı alarak Selimpaşa’ya kendi yaptığım ve güvendiğim tek yapı olan yazlık evimize giderek, ailemle birlikte tam tamına 1,5 yıl, 2001 yılı sonuna kadar, orada yaşadım. 5/6 büyüklüğündeki artçı depremlerde bina sallanıyor, ancak yataktan bile çıkmıyordum. Çünkü bu villayı yıkacak deprem İstanbul’da taş taş üstünde hiçbir şey bırakmaz ve el sıkışacak adam bulamazdım. Bu arada bu küçük evi yaparken, sadece o günün koşullarına uyarken (1975 Yönetmeliği ile) beni “demiri ve betonu toprağa gömen akılsız, deli, kitabın yazdığını yapan mimar” olarak eleştiren tüm komşularımızın depremden sonra bu eve sığınarak “siz doğrusunu yapmışsınız Acar bey, biz hata etmişiz…” demeleri ise bu olgunun bir başka boyutu idi…

Değerli Dostlar bunları niyemi anlatıyorum…

Birincisi, kıssadan hisse, meslektaşlarıma örnek olsun diye…

İkinci ve daha da önemlisi;

Balık hafızalı insanlarımız 1980-1990 ve 2000’li yıllarda ülkemizdeki tüm deprem gerçeğini yok sayarak, beton, demir ve bilhassa da kaba yapıda ekonomi yaparak (çalarak!) yapı maliyetlerini ucuza getiriyor, sonrada üstünü güzelce süsleyerek, ucuza mal edip, ucuza satıyor ve insanımızda hiçbir denetim sisteminin olmadığı bir ortamda koşa koşa bu evlerden almaya çalışıyordu. Sistem hem kışlık ve hem de yazlık evlerde benzer şekilde işliyor, taşıyıcı sistemin güvenilirliği hiçbir biçimde sorgulanmadan binlerce konut alıcı buluyordu…

Olgu 6: Ülkemizdeki İnşaat / Rantiye Ekonomisi

Türk ekonomisinin temelinin toprak ve inşaat yağması olduğunu hepimiz çok iyi biliriz. 1960’lı yıllardan bu yana kırsaldan (köyden-kente göç) büyük kentlere göç ile bu ekonomi daha da güçlendi. Köylerden gelen fakir halk en temel insani hak olan barınma hakkı için önce kent çeperlerinde gecekondular yaparak yaşama tutunmaya çalıştı. Sonrası ise bu süreç tapu tahsis belgeleri ve imar afları ile tam bir örgütlü toprak yağmasına dönüştü. Devlet, Hükümet, Siyasi Partiler, Belediyeler, sen, ben ve buna mimarları, mühendisleri, kalfaları ve işçileri de mutlaka katmak lazım, herkes bu yağmadan pay kapmaya çalıştı… Hele son 20 yıldır “İnşaat Ya Resul Allah..!” diyerek ülkenin her yerini betonla kapladık. Dünyanın en büyük havaalanını, en büyük hastanelerini, duble yollarını yaptık..! Ancak insanlarımızın can ve mal güvenliğini sağlayacak, sağlam, deprem güvenli yıkılmayacak konutlarda oturmasını sağlayamadık. İşte deprem bu ekonomik olgunun tam göbeğinden vuruyor. Birde Allah aşkına biri/ya da birileri bana açıklasın. Uçsuz bucaksız Anadolu’muzun, bozkırın her yeri boş, Japonya gibi bir arazi – yer sorunumuz yok… Hatay’da, Adıyaman’da, Kahramanmaraş’ta, Elbistan’da 10-15 katlı binaları neden yapıyoruz. Kendi memleketim olan Sivas – Gürün’de (6.000 nüfuslu küçük bir ilçe) merkezde 10-15 katlı binalar yapılmıştı, son depremde hepsi ağır hasarlı, yıkılmak üzere… Yahu ufacık bir Anadolu kasabasında, toprağa bağımlı insanları 10-15 katlı binalarda oturmaya mahkum etmek, nasıl bir mantık anlaşılır bir şey değil… Bu örnek bile acımasız toprak rantı değil de nedir?

Olgu 7: Ülkemizde Ne Kadar Çok Deprem Bilim Adamı Varmışta, Bizim Haberimiz Yokmuş…!

17 Ağustos 1999 Depremi’nde de benzer şeyler yaşamıştık. Ancak 06 Şubat 2023 Kahramanmaraş ve civarı depreminden sonra çok daha yoğun yaşanan ilginç sahnelere tanık olduk, ülkemiz televizyonlarda her akşam yığınla insan, hemen hemen hepsi de maşallah Prof. Dr. unvanlı jeolog, jeofizik, jeoteknik vs. ünvanlı tonla adam birbirleri ile yarışırcasına TV ekranlarında boy gösterdiler. Biri diyor ki, “bu depremi ben önceden bildim” diğeri diyor ki “3 fay birden kırıldı” bir diğeri sonradan bu fay kırıklarını (15 günde 7 fay kırıldı diyerek) 7’ye çıkardı vs. vs… Bazısı da çıkıp “bu konuşanların hiçbiri depremden anlamaz, gerçek deprem bilim adamı (sismolog) benim… Her gün ekrana beni çıkarın, bunların hiçbiri bu konuları bilmezler…” diye iddialarda bulunmakta…

Yine beklenen büyük İstanbul depremi için her kafadan bir ses çıkıyor, kimi diyor ki “3 gün, 3 ay, 30 yıl içinde İstanbul’da deprem olacak” tek fay kırılacak ve 7,7 olacak… Diğeri diyor ki “hayır bu fay iki parça olarak kırılacak, en fazla 7,2 olacak…” Vücut Şampiyonu deprem bilim adamı ise “İstanbul’da en çok 6,5 deprem olabilir, hepsi hikayedir” diyor. K. Maraş depremini bildiğini iddia eden Prof. İstanbul depreminde “en az 500 bin kişi ölür, bir o kadar da kayıp, yaralı vs. vs…” diyor. Tabi bu arada değerli bir sanatçımızda (belki deprem bilim kadını Sn. Tuğba Ekinci) görüş bildirmeden duramıyor… “İstanbul’da deprem hiç olmayacak…!”

Değerli Dostlar, şimdi tüm bu konuşmalar ve açıklamalar bilim mi oluyor, yoksa bilmezlik mi? İnsanları ürküten ve tamamen demoralize eden açıklamalar. Neredeyse hepsi kişisel egolarını tatmin edercesine, ben bildim, benim tahminim çıktı vs. vs. gibi değerlendirmelerin ve savların peşindeler. Oysa ülkemizin ve İstanbul’un tam bir deprem bölgesi olduğuna ait öngörüde bulunmak için deprem uzmanı, deprem bilim insanı vs. olmaya hiç gerek yok. Zaten dikkatli incelendiğinde tüm arşivlerde, tarihsel deprem araştırmalarında, neredeyse her yıl 5’in altında yüzlerce, 5’in üstünde 6 veya 7’ye varan onlarca depremin olduğunu çok iyi biliyoruz… Ki geçmişte bir zamanlarda olan tüm depremlerin oluş yeri, olduğu tarih ile verdiği hasarlar arşiv belgeleri ile birlikte kitap haline getirilmiş ve yayınlanmıştır. İlgilenen alıp, inceleyebilir… (Ek 1, 2, 3, 4, Tarihsel Deprem Kitap İsimleri)

Bu bağlamda ben depremi bildim, ilerde de olacak, onu da tahmin ediyorum demek, kimse kusura bakmasın ama, bilim adamlığı ile örtüşmüyor. Yukarda isimlerini verdiğim yayınlara bakmak ülkemizdeki, antik yerleşimleri gezmek (Ege’de, İyonya, Karya, Priene, Hierapolis vs. vs. depremlerde tamamen yok olmuş antik kentlerdir) depremlerin ülkemizi ne denli etkilediğinin en önemli kanıtlarıdır.

Hal böyle iken ilerde deprem olacağını tahmin edebilmek ve hem de “3 gün mü, 3 ay mı, 30 yıl sonrasında mı olacağını söylemek” gibi falcılığa varan görüşler bence bilimdışılığa örnek teşkil ediyor. O zamanda topa doğal olarak değerli sanatçımız Tuğba Ekinci giriyor ve ekliyor… “İstanbul depremi hiç olmayacak…!”

Deprem biliminin bana hangi gün, nerede, saat kaçta ve kaç şiddetinde deprem olacağını bildirmesini ve ona göre insanoğlunun gerekli önlemleri almasının önemli olduğunu ayrıca belirtmek isterim. Ancak görülen o ki (ya da yapılan açıklamalara göre) günümüzdeki deprem biliminin henüz bu aşamada olmadığı anlaşılmaktadır. Daha çok bekleyeceğiz…

Olgu 8: Her Depremde Değişen Bina Deprem Yönetmeliklerimiz

İlk deprem yönetmeliğimiz 1939 Erzincan Depremi’nden sonra 1947’de hazırlanmış. 1961 yılında ise afet bölgelerinde yapılacak yapılar hakkında yeni yönetmelik hazırlanmıştır. Buda yetmemiş 1968’de, depreme göre yeniden yönetmelik değiştirilmiştir. Deprem bölgesi haritası 1972’de değişince bu kez 1975 yılında yeniden yönetmelik revize edilmiştir. 1998 yılında kapsamlı değişikliklere Betonarme Hesap ve Yapım Kuralları TS500 ile bağdaşan yeni bir yönetmelik hazırlanmıştır. Bu da yetmemiş ve 1999 depreminden sonra yeni bir milat ile 2018’de Türkiye Deprem Haritaları yeniden tanımlanarak, Nisan 2019’da çok kapsamlı ve nitelikli, Türkiye Deprem Yönetmeliği çıkarılmış ve fiilen uygulamaya konulmuştur. Tüm bunlardan görülüyor 50-60 yıllık tarihsel kesitle 5/6 defa Türkiye Depremsellik Haritası (derecelendirme) değişmiş ve her depremde yetersiz kalan yönetmelik yeniden ele alınarak, revize edilerek, depreme karşı önlem alınmaya çalışılmıştır. 06 Şubat 2023’ten sonra bu son yönetmeliğin yeterli olup, olmadığı irdelenmeli ve gerekiyorsa acilen revizyona gidilmelidir. Bir örnek vererek bu yönetmeliklerin ve bunlara göre yapılan statik hesapların ne kadar yetersiz kaldığını da belirtmek ayrıca bir düşündürücü ve ibretlik bir olgudur.

Örneğin :
1. derece deprem bölgesinde 100 metrekarelik 5 katlı bir konutun ağırlığı 500 ton diyelim. Bu binanın yönetmeliklere göre alınması gereken deprem yatay yükleri;

1968 Yönetmeliğine Göre: 30 Ton
1975’e Göre: 50 Ton
1997’e Göre: 60-90 Ton

Ve 1999 Depremi sonrasında ise bu miktar
Sağlam Zeminde: 65-95 Ton
Alüvyonlu Zeminde: 125-160 Ton

Buna göre 1968 yönetmeliğine göre 1999 Marmara Depremi’nde Yatay Yük olarak / Deprem Yükü neredeyse 5 kat fazla olmalıdır.

Muhtemelen 06 Şubat 2023 Kahramanmaraş depreminden sonra bu değerlerin daha da artacağı ve yönetmeliğin yeniden revize edileceği düşünülmektedir.

Tüm bu değişim ve dönüşümlerde vatandaş ne yapsın Mimar, Mühendis, Teknik kişiler nasıl hesap yapsın, o da ayrı bir mesele…

Olgu 9: Sonuçlar ve Son Sözler

Tüm bu olgulardan ders alacak mıyız?…

Bana kalırsa tüm bu yaşananlardan sonra çok ümitli değilim…

Ne ülkenin depremselliği ortadan kalkacak ve ne de ülkemiz insanının aymazlığı azalacak…

Her gün, her hafta, her ay, güzel ülkemizin (%80’i neredeyse Fay Hattı) bir köşesinde deprem olacak, şansımız varsa, hayatta kalır isek, ölülerimizi gömecek, enkazı kaldıracak ve sonra her şey eskisi gibi, geçmişi doğru dürüst sorgulamadan “biz nerede hata yaptık ?” demeden hayat devam edecek… Resmi rakamlara göre 50.000, tahmin edilen rakamlara göre 100.000 kişinin öldüğü, binlerce yaralı/sakat bıraktığımız 06 Şubat 2023 depreminden sonrada her şey unutulup gidecek, ta ki bir dahaki büyük deprem olana kadar. Baksanıza daha enkazı kaldırmadan, ölüleri bile doğru dürüst gömmeden, ülkeyi yönetenler, düşülen bu utanç verici durumun nedenini niçini araştırmadan, sorgulamadan, ciddi bir planlama sürecini bile beklemeden, yeniden inşaat kararı alarak, temel atmaya başladılar bile…

Bu şiir 1999 Depreminden sonra “İzmit’li Depremzedeler” için yazılmış bir şiirden alıntıdır. *

Göçen ve toza toprağa dönüşen yapılar,
Birdenbire eriyip kocaman toz bulutlarına dönüşen,
Yollar, Kaldırımlar, Köprüler,
Baskı altına olan Tuğla’lar,
Ölümcül beton parçaları,
Ağır kokular ve çaresizliğin sesleri,
Ekleyebileceğim bir şey yok benim bunlara…
Yer bilim mi suçlu? Yoksa Tanrı mı?
Geleceğin yapıları için kimlerle yapılacak sözleşmeler?

Peter Poulsen, Kopenhag, 23 Eylül 1999

EK:
1. N. N. Ambraseys & C. F. Finkel: Türkiye’de ve Komşu Bölgelerde Sismik Etkinlikler Bir Bilimsel İnceleme 1500-1800, Ankara 2006
2. Orhan Sakin: Tarihsel Kaynaklarıyla İstanbul Depremleri, İstanbul 2002
3. Fatma Ürekli: İstanbul’da 1894 Depremi, İstanbul 2000
4. Mehmet Genç & Mehmet Mazak: İstanbul Depremleri Fotoğraf ve Belgelerde 1894 Depremi, İstanbul 2001

Etiketler

Bir yanıt yazın