Yoğunluk’un Görünmez Mekanları

3 aydır kolektifin işlerini hem içerden Eğler’e sorular sorarak, hem de dışarıdan web sitesi ve hakkında yazılanlardan anlamaya çalışıyorum. En az cevaplar kadar sorular da bulduğum bu süreçte, Yoğunluk’un mekan üretimi alanındaki özgün konumunu bu metinde işaretliyorum.

Birkaç ay önce Şerefiye Sarnıcı’nı ilk kez ziyaret ettiğimde projeksiyonlar aracılığıyla tüm yüzeylere yansıtılan video beni çok düşündürmüştü. Video; Bizans’ı, Osmanlı’yı ve nihayet cumhuriyeti fetheden-fethedilenler üzerinden anlatıyordu, tarih’i; askeri ve politik tarihe eşitliyordu kısaca. Bazı kısımlarda da su damlalarının olduğu animasyonlar gösteriliyordu su sesiyle beraber. Böyle bir mekanda, hem yabancı hem yerli turistlerin ziyaret ettiği İstanbulun tarihi bir bölgesindeki tarihi bir mekanda, nasıl (daha etkili) bir anlatı kurulabilir ve nasıl bir etki yaratılabilir? Bu soru ilginç bir yere gidebilir gibi gelmişti bana. Bundan birkaç ay sonra ise Instagram’da karşıma çıkan bir iş ilanı sayesinde Yoğunluk’la tanıştım. Temmuz ortasından beri yarı zamanlı olarak çalıştığım ve parçası olduğum yoğunluk ve projeleri hakkında pek çok şey öğrendim. En heyecan verici projelerden biri olan Su Ruhu tam da Şerefiye Sarnıcı’nın getirdiği soruya cevap veriyor.

Su Ruhu

Bizans dönemine ait bir başka İstanbul sarnıcı olan Nakilbent’e özgü tasarlanan Su Ruhu, Şerefiye’deki gösteriden farklı olarak, mekanın kendisine dair bir şey söylüyor. Bir zamanlar su ile dolu olan sarnıç bu kez sis ile dolduruluyor. Sis, suyun hayaleti gibi yavaş yavaş mekana dolarken asansör benzeri bir mekanizmaya oturtulan projeksiyondan yayılan ışık, sisin üst yüzeyini görünür hale getiriyor. Başka deyişle sisin üst yüzü, ışık karşısında ekran rolü oynuyor. Duvarlara ise kaplarda servo motorla dalgalanan suyun yansıması aynalar aracılığıyla vuruyor. Zemin dip ses aracılığıyla titreşirken su sesleriyle birlikte uzaklarda içinden sonsuz ışık yayılan bir kapı beliriyor.

Çok tarafı denizlerle çevrili, pek çok semti adını suyla ilgisinden alan hatta şehri ikiye ayıran ve onun en özel yanlarından biri olan Boğaz’a ve Adalar’a ve Haliç’e rağmen onu seyretmenin ötesinde insanların su ile ilişki kuramadığı bir kent İstanbul. Kolektifin pek çok işini bir türlü kurulamayan bu ilişkinin başlatıcısı olarak okumak mümkün bence. Su Ruhu bunun ilk denemesi ve deniz kıyısı gibi bariz bir noktadan başlamak yerine, bu ilişkiyi tensel, bedensel biçimde, içsel bir deneyim olarak kurguluyor.

Kentli-su ilişkisini düşünürken kıyı şeridindeki doldurma alanlar göz ardı edilemez bir gerçeklik olarak ortada duruyor. Doldurma alanlar genişledikçe genişleyen kentin, denizi herhangi bir boş alan gibi görmesi ve doğal sahilden, kumsaldan tamamen vazgeçilmesi anlamına geliyor. Bünyad, Üsküdar’ın doldurulmuş zemininde bir delik açıyor ve bu deliğin etrafında içe dönük, çok özel bir mekansallık kuruyor. Kentsel çevreden biraz izole olarak bu delikten denize bakmak, dolgu alanın neden en başta orada olduğunu sorgulatıyor. Bünyad doğa ile kurulamayan bu ilişkiye ve yapılan kapatıcı müdahaleye, onu noktasal olarak bozarak ve içe dönük yeni bir mekansallık kurarak dikkat çekiyor. Bence kolektifin çoğu işi, eleştiriyi burada olduğu gibi, üretken ve kurucu bir başlangıç noktası yapıyor. Örneğin Su Ruhu, odağı yaygın tarihsel anlatıdan alıyor ve bu hareket bambaşka bir mekansallık üretiminin yolunu açıyor.

Bünyad-ı Zemin

Kolektifin işlerinin eleştirelliğinin bir başka katmanı daha var: Karanlık ve zaman zaman sisin yarattığı bulanıklıkla görme duyusu kasıtlı olarak azaltılırken özellikle dokunma ve işitme duyuları harekete geçiriliyor. İmajlarla sarılı imaja boğulan, dikkatimizin sürekli ihlal edildiği bir zamanda yaşarken dış dünyaya zıt bir itkiyle kurgulanan mekanlar ve kurulan anlamlar daha hissedilir hale geliyor. (Bununla artık gördüklerimize karşı hissizleştiğimizi söylemek istiyorum.) Ancak bu durum, işlerin fotoğraf ve video gibi yaygın araçlarla temsil edilmelerini zorlaştırıyor. Yoğunluk’un Temsil Problemi zamana dayalı (time-based) işlerde daha da belirgin hale geliyor. 15. İstanbul Bienalinin parçası olan The House karanlığın hakim olduğu zamana dayalı bir iş.

Asmalı Mescit’teki eski Yoğunluk atölyesinin ev olma geçmişiyle ilgili hayal edilen bir deneyim bu. Öneri metni bu mekansal deneyimi tanımlamaya bir montajla başlıyor. İşlerin ortaya koyduğu anlam, tıpkı burada olduğu gibi, daha biz binaya girmeden başlıyor: “İstiklal Caddesindeki kalabalığı geride bırakıp Asmalı Mescit Sokak’a yöneliyorsun. Binalar 18 ve 19. yüzyılın zerafetini açığa çıkarıyor. Asmalı Mescit Apartmanı’nın girişini iki restoranın arasında buluyorsun.” Başka bir montaj: “Asansör. İçeri gir. 4. kat.” Metne yön veren ana ilke, öznenin mekanla ilgili hissiyatını tarif etmek: “Eşyalara dokunmak için yaklaşıyorsun. Dokunuyorsun, ama beklediğin hissi vermiyor. Sanki onlarla arana bir mesafe girmiş gibi. Sanki karanlık ve bilinmez bir şey onları kaplamış gibi. Sanki donmuşlar ve ait olduğun şimdiki zamanın dışındaymışlar gibi. Sanki hayaletler ama uçucu hayaletler değil gibi.. Aynı anda hem uykudalar hem de sana bakıyorlar.” Zamansal olarak bir yolculuğa hem çıkıyoruz hem çıkmıyoruz: “Bu mekanda sesler var olmuştu”. Kolektifin kendine açtığı bu alanda, mekanın çok duyulu hissiyatı odak noktası durumunda. Galeride veya müzede gördüğümüz bir iş, asıl mekanın birden fazla katmanının çakışması ile oluşan bir anlam yoğunluğu ve hissiyatla sarılıyken Yoğunluk bütünsel bir bakışla anlamı kontrol ediyor.

Tüm bunları nasıl biliyorum? Eğler, Marko Polo’nun yaptığı gibi göremediğim mekanları anlatıyor bana. Çünkü işler; sanat işine özgü geçicilik, beton-çelik-taş yerine sis-ses-ışık (karanlık) gibi kurulup kaldırılabilen kendisi küçük etkisi büyük araçların sağladığı o geçicilik ile var olabiliyor. Eğler’in sorularıma verdiği cevaplarla görmeden hissediyorum Yoğunluk’un atmosferik mekanlarını ama tanımlamakta zorlanıyorum. Bir artist in residency programı olma amacıyla yola çıkan oluşum, mekan üretiyor ancak mimarlık olarak tanımlamak için ardından açıklama yapmak gerekiyor. Mekanlar sanatsal olsa da, en yakın kategori olan yerleştirme sanatında olduğu gibi bir sergi nesnesi ortaya konmuyor. Performansla birleştiğinde ise sahne tasarımı olarak adlandırılamıyor çünkü tüm işlerdeki ortak nokta olan mekana özgü olma ve o mekanın potansiyellerini açığa çıkarma seçimi bu tanımı da yetersiz kılıyor. İşlerdeki kategori ve mecraya borçlu hissetmeyen bu aradalık hali, mekanı önyargısız biçimde algılatma imkanı verirken eksikliği yoğun halde hissedilen sivil mimarlık kültürünün bir parçası olma potansiyeli beni çok heyecanlandırıyor.

Etiketler

Bir yanıt yazın