Geçtiğimiz günlerde yaptığım bir gezide gördüğüm yerleri kendi bakışımla anlatmak istiyorum. Daha sonra da ülkemizdeki benzer konumlarla karşılaştırma yaparak kendimce kıssadan hissesini çıkarmaya çalışacağım.
Yunanistan’ın önemli turistik adalarından biri olan Mykonos Adası 86 km2 yüzölçümüne ve 10000 kişilik nüfusa sahip bir adadır. Adanın karşısında bulunan Delos Adası’nda 1800’lü yılların sonlarından itibaren arkeolojik kazılar yapılmaktadır. Üzerinde yaşam olmayan Delos’a bu kazılar için çalışmaya gelen arkeologlar Mykonos’da ikamet etmek zorunda kalmışlar. Aslında balıkçı köyü olan Mykonos Adası, buraya gelen arkeologlar ve daha sonra onların yakınları olan sanatçılar dolayısıyla, giderek sanat ve özgürlükler adası olmaya başlamış. Sonuçta burası bütün dünyadaki “gay” lerin tercih ettiği, bazı plajlarında çıplaklar kampı da bulunan bir yerleşim durumuna girmiş. Mykonos kıraç arazi yapısına rağmen, bozulmamış eski evleri, dar sokakları, barları, restoranları ve en önemlisi adeta birer sanat galerisi gibi olan hediyelik eşya satış dükkânları ile dikkat çekmektedir. Evleri ile birlikte sokaklarındaki taşların çevresindeki harçların bile bembeyaz boyalı oluşu insana hoş duygular yaşatmaktadır. Önemli turistik bölgelerimizden olan Bodrum’a benzetebileceğimiz Mykonos’un Bodrum’dan en önemli farkı burada korunarak yenilemenin gerektiği gibi yapılmış olmasıdır herhalde. En ufak bir çöp görüntüsüne rastlayamadığım Mykonos Adası’nda en çok merak ettiğim konu çöplerin nereye, ne zaman, nasıl atıldığı oldu. Belki de ülkemizde çöp suyu akmış sokaklardaki sokak restoranlarında yemek yerken, yanımızda çöp arabasının çalışmasına normal bir olay olarak baktığımız için olsa gerek. Bir de adanın maskotu olan Petros isimli pelikanın dışında sokak hayvanı görmemek bizlere şaşırtıcı geliyor doğrusu. Mykonos, eğlenmek için tercih edilen bir yerleşim olmasına rağmen gürültü kirliliğinin de olmamasını belirtmekte yarar var.
Mykonos Sokaklarından Bir Görüntü
Santorini Adası 46 km2 yüzölçümü, 13000 nüfusu olan volkanik yapıda bir adadır. MÖ 1500 yıllarında Ege Denizi’nde olan volkanik bir patlama sonucunda oluşmuş. 1956 yılında burada yaşanan deprem sonucu adanın tamamı yıkılmış ve bugünkü yerleşim o tarihten sonra yeniden inşa edilerek ortaya çıkarılmış. Dik yamaçlara sahip adanın yerleşimi denizden 300 m yukarıdadır. Bu sebepten adaya teleferik veya katırlarla çıkılabilmektedir. Denize inen dik yamaçlardaki beyaz evler, mavi kubbeli kiliseler Santorini’nin önemli karakteristiği olarak dikkat çekmekte. Evlerin hiçbirisinin birbirinin manzarasını engellememesi, çevrelerinde hiçbir görüntü kirliliğinin bulunmaması ise özellikle bizler için ilginç bir durum olmaktadır. Benzetmek gerekirse İstanbul Boğazı’ndaki Poyrazköy’de de dik yamaçlarda evler bulunmaktadır. Aradaki farkı anlatmama gerek yok sanırım. Santorini’de güneşin batışı esnasında evlerin beyazlığından dolayı hoş bir renk oluşmakta. Adanın diğer ucunda bulunan plajlarda, doğal yapısının volkanik olması dolayısıyla, siyah renkli kum ve çakıllar adeta kömür tozu etkisi vermektedir. Burada da bütün sıcak iklimli yerleşimlerde olduğu gibi dar sokaklar dikkati çekmekte. Balayı yapanların tercih ettiği Santorini, yakınındaki adalarla arasında bulunan deniz dolayısıyla Göçek’i anımsatmaktadır.
Santorini Evleri
Pire, daha önce ayrı bir kent iken şimdi Atina ile birleşmiş ve onun limanı olmuş. İstanbul’da Haydarpaşa Limanı için, kent içersinde liman olmaz, diyenlerin görmelerini isterim. Pire limanının kara tarafındaki caddenin karşı kaldırımında insanların ikamet ettikleri apartmanlar bulunmakta. Yani liman o derece kent ile iç içe yaşamaktadır.
Pire Limanı
Atina, adını mitolojinin ilk tanrıçalarından Athenadan almaktadır. Demokrasinin ilk kurulduğu şehir olarak anılır. 4 milyon nüfuslu Atina’da 1895 yılında ilk olimpiyatların yapıldığı stat bana ilginç geldi. Parlamento Binası önünde geleneksel kıyafetli Yunan askerleri nöbet tutmaktadırlar. Askerlerin kıyafetlerindeki etekliklerinde 400 pili bulunmasının sebebi 400 yıl Osmanlı esareti altında kalmaları imiş. Ayrıca her askerin kendi etekliğindeki pilileri tek tek kendisinin ütülemesi zorunlu imiş. Kentin ortasında bir tepe üzerinde bulunan, MÖ 5. yüzyılda inşa edilmiş olan Akropol, itirazsız bir şekilde Atina’nın şehir tacı konumundadır. Israrla İstanbul’a gökdelen inşa etmek isteyenlerin Atina’da bir tek gökdelenin bulunmamasının sebeplerini araştırmalarını öneririm. Bu sebepten, yatık bir yerleşim olarak görünen Atina yeşil bir kent olarak aklınızda kalıyor. Atina’nın çeşitli meydanlarından Monastraki Meydanı bellikli buradaki Türk mahallesinin bulunduğu bölgedir. Meydandaki kubbeli Cizderiye Camisi bizim ilgimizi çekti. Restore edilmiş olan Cami seramik müzesi olarak kullanılmakta imiş. Yunanistan’da, başka yerlerdeki tarihi camilerde de görüleceği gibi bu camide de kubbelerin alaturka kiremitle kaplanması dikkat çekici. Yakınındaki antikacılar çarşısında ise zamanın nasıl geçtiğini anlamadığımızı belirtmek isterim.
Monastraki Meydanında Cizderiye Camisi Ve Arkada Akropol
Ege kıyılarındaki şirin ilçemiz Ayvalık’ın karşısında bulunan Midilli Adası 141000 nüfuslu, 1969 km2 yüzölçümlü Yunanistan’ın üçüncü büyük adasıdır. Yunanca ismi Lesbos’dur. MÖ. 5. Yüzyılda eşcinsel kadın şair Sappho burada yaşamış. Bu sebepten Lesbos’lu anlamına gelen “lezbiyen” kelimesi 1800’lü yıllardan itibaren kadın eşcinsel anlamında kullanılmaktadır. Geçtiğimiz günlerde buradaki Skala Eressos Köyünde geleneksel lezbiyenler festivalinin yapıldığını ama ekonomik krizin etkisi ile bu yıl katılımın zayıf olduğunu not etmek isterim. Merkezdeki küçük koyda bulunan balık lokantaları İstanbul Boğazı’ndaki Tarabya’yı anımsatmakta. Agios Athanasios Metropolit kilisesi Ayvalık’ın sarımsaklı taşı ile inşa edilmiş. Ara sokakları ise eski bir Türk kasabası görüntüsünde. Midilli Adası diğerlerinin aksine yeşilliği ve yapıları ile “bizim taraftakilere” benzemektedir. Diğerleri gibi fazla turistik olmayan Midilli Adası’nda Saat 15.00 sularında birçok dükkânın kapalı olması Yunanlıların siestadan vazgeçemediklerini belli etmekte.
Midilli’de Balık Lokantaları
Bütün yurt dışı gezilerimden döndüğümde olduğu gibi İstanbul’a geldiğimde yine ülkemin her yerden daha güzel olduğunu düşündüm. Yine bir yerde oturup (Haydarpaşa’da) çay içtim, simit yedim.
İstanbul’da Rum komşularımızla büyüdüğüm için olsa gerek Yunanlıları bize yakın bulurum. Ancak Onların neden bizden daha sanatçı ruhlu oluşlarını çözemem. Başka ülkelere de gittim. Yunanlı komşularımızda, diğerlerinden farklı genel bir estetik duygu var. Bunu çarşıda, pazarda bile hissedebiliyorsunuz. Aslında bizim insanımızda da aynı duygular bulunmakta. Ama bir türlü estetik olunamıyor. Belki de kuralsızlığı sevdiğimiz için. Yıllar önce Galatasaray’ın çalıştırıcısı Jupp Derwall’in “Türkleri çok seviyorum, bir de elinize geçirdiğiniz her şeyi yere atma huyunuz olmasa” cümlesi bu durumu en iyi şekilde açıklıyor sanırım. Sonuçta onların hiçbir doğal güzelliği olmayan topraklarındaki yerleşimleri dünya insanları görmeye geliyor. Bizim çok güzel doğamızı ise ancak biz görebiliyoruz. Tarihi değerlerde de öyle…