"Anzak" tarafında Lozan Antlaşması'ndan itibaren R.I.P düzeni (imrenerek) sürüyor. Bizde ise 100. yıl momentumu kaçırılmış durumda. Geçmişte olduğu gibi. Belki de bu süper coğrafyada şu an için hiçbir şey yapmamak, kötüsünü yapmaktan yeğdir...
Çanakkale itself is a memorial; it is not required to erect another monument for Mehmetçik.
Mustafa Kemal Atatürk
Prof.Dr. Hüseyin Kaptan Hoca gördüğü en anlamlı duvar yazısına Karadeniz’in bir dağ köyü kahvesinde rastladığını söyler. Şöyle yazmaktadır bakımsız duvarda:
“AHHHH!!!…”
Hayatta yaşananlar bu kadar kısa ve iyi daha nasıl anlatılabilir ki…
Kireçtepe şehitliği ve Kurmay Albay Mustafa Kemal.
Fotoğraf: 1
Fotoğraf: 2
Birinci fotoğraf Walkers Ridge Mezarlığın’dan. Savaşın en şiddetli yaşandığı Arıburnu yamaçlarının üstünde,bütün o kıyametin başladığı kıyının (Anzak Koyu) üstünde, tüm “Batı” cephesine hakim en uç noktada. En dramatik “Tepe”nin “Düzlük”ünde.
Bakımlı, mimarca çerçevelenmiş ve ayrıntılandırılmış, mühendisçe drenaj hendekli duvarlarına “HA HA WALLl” kadar düşünülmüş, düzeltilmiş başka vatanların çimlendirilmiş, bitkileri terbiye edilmiş vakur parçalarından biri. İçine girebilmeniz için kapısını kullanmanız gereken, izinsiz girilebilen ama izin alır gibi ürkekçe girilen mekanlar gibi. Doğa uyanmış sürgünlerini renklendiriyor çerçevenin dışında. “Yaşam” ve “Ölüm” hendek duvarlarla ayrılmış durumda. Resmi olarak Commonwealth toprağı. Doğal ortama yabancı gibi duruyor ama saygı uyandıracak kadar bakımlı ve presizyonlu…
Hafif süvari Teğmen Cornwallis Charles Wyndham Maude, 13 Ağustos 1915’te 39 yaşında yabancı topraklarda vatanı için toprağa düşmüş. Düzgün jilet gibi bir mezar taşının üstünde, bir dağ köyü kahvehanesinde duvarda yazan, hayatın özeti gibi anlam yüklü üç kelime “NOT IN VAIN”.
Commonwealth Mezarlıkları Tipik Kesiti – Yaşam (Doğa) ile Ölüm (Mezar) Arasındadır Siper
İkinci fotoğraf Kireçtepe Şehitliği’nden. 1331 tarihli, besmele ile başlayan Tabur şehitleri yazılı, kayrak taşından bir kitabe. Savaşın en şiddetli yaşandığı, yaşamsal muharebelerin geçtiği Anafartalar’ın kuzeyinden, Kireçtepe mevkisi. Orijinal hali ile bırakılmış, eğimli bir tepecik yamacında basitçe sınırlandırılmış, mütevazi bir şehitlik. Bir metal plaka üstünde ziyaretçilerin saygı içinde davranmalarını istenmekte. Burada yatanlar şehitler elbiseleri ile defnedilmişler. Kefen dahi bulunamamış belki ya da zaman kalmamış… Özensiz demek zor ama, bakımsız olmasına rağmen çevre ile son derece uyumlu. Yakında hemen hemen kırsalda, her zaman karşımıza çıkan “Hayrat”lardan bir tanesi şırıl şırıl akıyor ama “boşuna” değil. El yüz yıkamak, abdest almak, suyunu içtikten sonra ölmüşlerin ruhuna dua etmek için. Bir çeşit “Yaşam Sunak”ı… Saldırganların mezarlıklarında olmayan bir unsur… Suyunu iç ölmüşlerine dua et. Tasarlanmamış bir yurt parçası olduğu gibi…
Şehitliğin güney yönüne doğru vadi yokuş yukarı uzanıyor, düzenli fıstıkçamı dikimleri ilkbahar sürgünlerini fışkırtmış, gürbüzce yeşermekteler. Vadinin kuzeyine doğru makilik topluluklar, taze sürgünlerinin renk yelpazesini sergiliyor. Hü-da-yi na-bit’ in devamında Be-şer’in ürettiği doğa parçaları birbirini tamamlamakta. İkisinin birleştiği arakesitte yaşamı ikiye bölünmüşlerin sahnesi duruyor. “Yaşam” ve “Ölüm” iç içe geçmiş durumda. İncecik basit bir duvar, üzerinden atlama yüksekliğinde…
Bu iki nokta arasında kuş uçuşu 11.796m mesafe var. İki farklı coğrafya, iki farklı şehitlik tipolojisi, iki farklı medeniyet izdüşümü. Benzemeyen yaşamların, benzer sonuçlanması…
“Batı” ve “Doğu” arasında bu kadar mesafe varken, o tarihte bu iki ayrı “Yaşam” medeniyeti, birbirine 6-10 metre mesafelerde “Ölüm” kusarken, “Batı”, “Doğu”yu birkez daha tarumar etmek için medeniyetinin tüm organizasyonu ile saldırırken; “Doğu”, “Batı”sını tüm hissiyatı ile savunuyor. Bu iki medeniyetin çarpışma arayüzü, ara – façadı bugün ziyaretçi akınına uğrayan Kabatepe’den Conkbayırı ve Kocaçimentepe, Anafartalar’a kadar uzanan tepelerden, sırtlardan geçen asfalt yol. Düşmesi halinde “Doğu”nun düşeceği, “Doğu”nun en “Batı” cephesi. Bu çizginin “Batı” tarafında saldıranın, “Doğu” tarafında savunanın şehitliklerinin bulunması bir savaş – arazi okuması ise, Lozan Antlaşması ile “Batı”nın sadece Gelibolu’da değil ,tüm dünyada savaşın “Anı” (Memorial) mekanlarını tek bir dil altında mimarileştirme organizasyonu ile “Doğu”nun hala bunu gerçekleştirememiş olmasıda tasarım sorunsalı için bir okuma sayılabilir mi?
Bir tarafta doğaya tam anlamı ile egemen olmaya çalışan, amaçları için dönüştürmeye çalışan medeniyet, “Anı” mekanlarını kendi düşünce sistematiği içinde, original topoğrafyayı düzleyerek mimarileştirirken, diğer tarafın binlerce yıllık alışkanlıkları ile unutmayı ve bu mekanların doğaya karışmasını, kendi insani doğasının doğal davranışı olarak kabullenmesi olarak mı kabul etmeli? Yeni şehitlikler bulunmasının ama izlerinin bile görülmemesinin nedeni, “Doğu” medeniyetlerinin doğa ile uyum içinde yaşama sürdürme karekteristiği mi, yoksa anma yerine unutmayı tercih etme, emir Allah’tan refleksi olarak değerlendirilebilir mi? Bu durum bu coğrafyaya özgü anı mekanlarının tasarımına yansıtılabilir mi?
Genellikle “Doğa” – “İnsan” sınırında, orman – fundalık ile tarla ara kesitinde bulunan bu yeni şehitlikler “Unutulmuşluk”tan “Hatırlanma”ya “Anı”lmaya evrilirken, binlerce yıllık düşünce sistematiğimizi nasıl mimarileştirecek? Nasıl karşıtı olan medeniyetin karşısında haklı olan tarafın kendisi olduğunu, onlara yenilmediklerini, onların başaramadıklarını ama “NOT IN VAIN” ölmediklerini anlatacak? Bunu anlatmak için ANI-Tlaştırmak mı gerekir? Yoksa basitçe altını çizip “AHHHH!!!” demekle yetinmek mi?
Doğa ve insan uyumunun arazi kullanımında nasılda mükemmel işlediğini, gezilen her mekan anlatıyor. Yeşil buğday, tahıl tarlaları, sarı boya püskürtülmüş hardalotu kilimleri, rüzgara ve ışığa gore mat alüminyumdan, parlak paslanmaz çeliğe dönüşen gri yapraklı gündüz fenerleri zeytinlikler, yeşil köylü entarisini giymiş salkım saçak meşe ağaçları, kahverengi – kızıl sürülmüş topraklar, zilli karekterli erguvan pembeleri, kırmızı gelincikler… Bütün bu zeminin üstünde yuvarlanıp giden yumuşak tepeleri vadileri, yamaçları kaplayan, savaş zamanı aslında neredeyse çıplak olan topoğrafya ve onu örten mevsimlerle renk değiştiren geçit vermez sıklıkta arapsaçı bitki örtüsünden bir mantonun kıvrımlarında , ikiye bölünen hayatların 100 yıl sonra hatırlanması ve mimarileştirilmesi…
Milli Park her ziyaretçide farklı duyargalar pıtırcıklaştıran sonsuz açık mekanlar ve anılar silsilesi. Doğa ve zaman cansız olanı yavaşça dönüştürüyor. Tepeler yuvarlanıyor, ormanlar yanıyor ve canlı olan yeniden başka bir birliktelikle yenilenerek geri geliyor. Askerler ve tarih ise savaştaki pozisyonlarını terk etmeden bölünmüş hayatların ikinci kısmını yaşamaktalar.
Savaş bitmiş. Barış sürüyor. Günlük ateşkeslerde sigara değiş – tokuşu yapılmıyor artık. Herkes kendi siperinde medeniyetinin cigarasını tüttürmekte. Hayatı anlamlı kılan zıtlıklar manzumesi orada her mekanda hissedilmekte.
Vatan için, toprağa düşmek için, “Boşuna Değil” diyerek ölmek için ne güzel yerler, ne güzel mevsim diye düşündüren yerler doğrusu. Eninde sonunda İkiye bölünecek hayatı tamamlamak için kutsal topraklar. Özellikle bu ANI mevsiminde.
Yeni yapılan şehitliklerdeki aşırı yapısallaşma ve anıtsallaştırma çabaları türk tarafının savaş boyunca yaşadığı mütevazi koşullar içindeki direnme ve var olma ruhunu abartıyor ve yanılsamaya yol açıyor… Bu güne kadar yapılanlar Karşı tarafın anıtsallığı ve düzenine, bakımlı haline, bugünün ruh ve düşünce yapısı ile cevap verme çabası aslında. Yoksa bir çeşit durumu eşitlemeye çalışma çabası mı?
Aslında bizim gücümüz haklı olmamızdan kaynaklanıyordu. “Boşun” değildi. Karşı tarafın gücü ise “Medeniyeti”nden kaynaklanıyordu. Haklı olmasından değil.
Bu karşıtlıklar üzerinden “Savaş” alanının hissettirdiği “Barış” duygusunu, topoğrafyayı olduğu gibi kabul eden mimarileştirmeyi nişan alan ve HİÇBİRŞEY BOŞUNA DEĞİL – NOT IN VAIN kavramı üzerinden düşünülesi bir süper coğrafyadır Gelibolu…
İstanbul’dan karayolu ile Eceabat’a yaklaşırken heyecan artar, kıyı boyunca boğazı ve Anadolu yakasını gözleyerek ilerlerken millipark tabelası ile batıya dönen yol, bir anlamda geçmişin kapısından girilmiş etkisi uyandırır. Bugün ve gelecek olgusu arkada bırakılır ve Milli Park’tan çıkana kadar unutulur. Kentsel ve Trakya’nın bilindik sanayileşmiş kırsal belleği geri plana itilir ve özel bir dünyaya girildiği hissedilir. Yapılaşmanın olmadığı veya nadiren görüldüğü, kırsal peyzajın bile hemen Milli Park sınırları dışında yakınlardaki mıntıkalardan bile farklılaştığı anlaşılır.
Yol kenarlarında – tek bir gözlemeci dışında – ticari yayılma alanlarına rastlanmaz, dolayısı ile görsel kirlilik yaratan kalıntılar bile görülmez. ÖzellikleMart ortası Nisan sonları – törenlerin yapıldığı aylar – doğanın da uyanışı ile olağanüstü huzur ve barış duygusu ziyaretçiye geçer ve bu duygu nerede olursanız olsun birkaç gün sürer. Gelibolu doğanın kendi işleyişi dışında zamanın durduğu coğrafyadır.
Gelibolu’yu özel kılan100 yıl önce yaşanan kanlı çarpışmalar, yaşanan ve üretilen efsaneler yanında, yasalarca sıkı şekilde korunması sayesinde hissedebildiğimiz, diğer kırsal coğrafyalarımızdan farklı olduğunu algılayabildiğimiz kendine özgü sahici doğal – kırsal, arkeolojik ve kentsel peyzaj değerleridir de. Bu kimliği ile Birleşmiş Milletler Dünya Koruma Örgütü listesine alınmış bir koruma alanıdır. Bu anlamda, bir asır önceki bu “savaş” alanı, bugün insanla, doğayla, çevreyle “barış” kavramının belki de anlatılabileceği ve duyumsanabileceği en uygun yeryüzü parçasıdır.
Savaş sırasında çekilen fotoğrafları bitki coğrafyası bağlamında incelediğimizde bugünkü floranın büyük oranda mevcut olmadığı veya çok zayıf olduğu anlaşılabiliyor. 1994 büyük yangınına kadar Orman Bakanlığı tarafından yapılan ağaçlandırma çalışmaları ile bitki örtüsü savaş zamanından daha zenginleşmiş ve yaygınlaşmıştır. Türkiye Orman Yangınları tarihinde en büyük felaketlerden birisi olan yangın sonucunda nitelikli orman varlığının büyük kısmı yok olmuştur.
Doğanın onarıcı ve yenileyici etkisi harap olan alanları onarmış ve bugün yine olağanüstü pastoral manzaralarını sunmaya devam ediyor. İnsan kaynaklı doğal alanları, yavaş yavaş kemiren girişimlerin görülmediği bu coğrafyada sukünetin yaygın olarak hissedilmesinde insan – doğa uyumunun sürdürülebilir hale gelmesi ülkede sık rastlanan bir durum değil. Yabanıl olan ile insani olan cephe, savaşta ilk kanlı dalaşmalar sonunda oluşan karşılıklı saygı durumu gibi, biribirini gözlemekte ve alan kazanmak için harekete geçmeye yanaşmaz kararlılığını sürdürüyor. Kanlı çarpışmaların yaşandığı siperlerin birkaçyüz metre arkasında, kaçış vadilerindeki ormansı makilik alanlar ile tarımsal alanların aryüzlerindeki geçirgenlik ve uyum özellikle bahar aylarında tariff edilmez duygusal tezatlar yaratıyor. Bir asır önce ölüm kusan tepeler, vadiler, uçurumlar şimdi müthiş bir huzur ve barış içinde…
Ziyaretçi ya da turist için zaman kavramının en iyi hissedildiği yerler defin alanları ile bunlar arasındaki tarlalar, makilik alanlar, ormanlardır. Yaşamın sona erdiği ve zamanın donduğu mekanlar mezarlıklar ve şehitlikler ise, zamanın ve yaşamın sürdüğü devam ettiği açık hava mekanları arasındaki dolaşım ve dolaşımın yöntemi önem kazanmaktadır Gelibolu’yu anlamamız için.
Meraklısı -ister turist ister ziyaretçi olsun- yürümelidir anlamak ve anlamlandırmak için. Nedense hiç budama yapılmamış meşe ağaçlarını görebilmesi için, yeni boylanmış buğday filizlerinin pantalonunu ıslatmasına söylenmemek için, hardal otu tarlalarının sarısında kaybolmak için, tarla kenarındaki badem ağaçlarının çağlalarından yiyebilmek için, savaşın ve huzur dolu barışın ölçeğini kavrayabilmek için yürümeli.
Gelibolu’da birçok dikilmiş anıt ve anı mekanı bulunmaktadır. Anı dönemlerinde bu mekanlar hınca hınç dolmakta, tur otobüsleri tren katarları gibi arka arkaya dizilmekte, kısa süreli türbe ziyaretine benzer bir anma ve sonrasında “Selfie” çekiminden öteye gitmeyen bir süreç izlenmekte. Bu tür ziyaret tarzını yönetmek büyük sorun Milli Park yönetimi için. Bu konuda çeşitli çalışmalar duraksamalarla sürüyor. Bu mekanların tasarlanmasında kafa karışıklığı giderilebilmiş değil. Ne yapacağını bilememezlik ve ölçek dışı tasarım ve uygulamalar arasında savruluyor kurumlar hala. “Anzak” tarafında ise Lozan Antlaşması’ndan itibaren Commonwealth War Graves Commission (CWGC) organizasyonu ile gerçekleştirilmiş R.I.P düzeni –imrenerek- sürüyor.
Bizde ise 100.yıl momentumu kaçırılmış durumda. Geçmişte olduğu gibi. Belki de bu süper coğrafyada şu an için hiçbir şey yapmamak, kötüsünü yapmaktan yeğdir…
Nusrat Mayın Gemisinde deniz savaşlarında denizci asker olan Çatalzeytin – Kastamonu nüfusuna kayıtlı, İstiklal Savaşı madalyasına sahip Dedem Sami Mehmet KARAHAN’la birlikte tüm şehitlerimiz, gazilerimiz ve cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının ruhları şadolsun.