Bu yürümek her şeyi bir kenara bırakıp yürümek değildi. Tam tersi günlük yaşam, projeleriniz, işiniz gücünüz, yazılarınız, buluşmalarınız, sergi açılışları, kısacası her ne yapıyorsanız bir kenardan giderken günün içinde aralıklar bulup yürümekti.
Is It Colourful City or Forest?
Kapının arkasında uzun bir ip sallanıyordu. Alışılmadık bir görüntüydü. Etkileyiciydi. Niye buradaydı? “Bu nedir?” diye sordum. “Düğümlerin ipidir” dedi Esi. Ayak üstü, bizi yolcu ederken hikayesini anlattı. Önce bir bir, bu uzun ipi düğümlüyor sonra da bu düğümleri adeta özel bir rütuel ile tek tek açıyordu, yavaş yavaş sabırla tespih çeker gibi. “Ne zaman bu işi yapıyorsun” diye aklıma geldi ama sormadım. Belki de bu seremoniyi ya dışarıdan gelip kapıdan evine girdiğinde ya da evden çıkarken yapıyordu. Ya da bu uzun, kalın ip, günlük telaşın gürültüsünden döndüğünde düğümleri açtığında o gürültüleri temizleyen veya evden çıkma öncesi kendisini o gürültülere hazırlayan bir egzersizdi. O düğümleri her ne zaman yaparsa, her ne zaman açarsa açsın, kimbilir belki de evine girdiğinde ona kendisini hatırlatan yerdeydi bu ip, onun belki de bu özel meditasyonu öncesi.
Colours Against Blacks
Esi, İran asıllı Kanadalı şimdi Honkong da yaşayan bir mimar ve mimarlık okulunun başkanıydı. O gece kendisi ve beni oralara davet eden o da mimarlık fakültesinde görev yapan sevgili dostum Eymen Homsi ile güzel bir akşam geçirmiştik. Esi’nin evi bomboştu. Sadece oturma odasında büyük bir yer yatağı ve birkaç silte vardı. Doğu taraflarından olduğu, el işi olduğu belli halının üzerindeki renkli yastıklarda oturduk. Bunlara ilave, loş odada bir de ışık parlıyordu. Honkong da jürülerine davet edildiğim bu mimarlık okulunun yoğun bir günü sonrası birlikte içtiğimiz bir şişe şarap ile oradan oraya, farklı ülkelere, dostlara, mimarlığa, yaşama dair sohbetlerle nerelere gittik geldik. Dünyanın bir ucundaki o güzel akşam ve son dakikadaki bu ip ve o düğümlerin hikayesi ve düşündürdükleri hep aklımda kaldı.
Black and White Autumn
Yıllar sonra yine dünyanın bir ucunda, yine başka bir mimarlık fakültesinin davetiyle gittiğim Güney Kore’de Okyanus kıyısındaki Busan kentinde kaldım. Orada yaşarken bana çok uzun yıllar gibi gelen uzun bir yıldı. Proje sınıflarında Koreli öğrencilerle ve hocalarla yaptığımız karşılıklı uzaklıklar arasında hep hatırlıyacağımız mimari stüdyolar içindeki yine önemli bir günü hatırlıyorum. Hocaların yemekhanesindeki oralara özgü bir öğle yemeği sonrası, Dong Eui Üniversitesi’nden yakın hoca arkadaşlarım Mr Shin and Mr Lee ile yine oralara özgü çardaklardan birinde oturuyorduk. Hava oldukça sıcaktı. O gün galiba stüdyo çalışmaları arasında boş bir öğle sonrasıydı. Diğer binalar gibi bizim okulun da uzun bir koridorla planlandığı, dik yamacın yanında oturduğumuz yerden sanki üzerimize doğru gelen dağın zirvesi gözüküyordu. Zirveyi arkaları dönük arkadaşlara gösterdim. “Hiç çıktınız mı?” diye sordum. Vakit oldukça oralarda yürüdüklerini söylediler. “Neden bugün gitmiyoruz?” derken üçümüz yola çıkmıştık bile.
Purple Drop Colourful Rain (solda) Still Autumn (sağda)
Kampüsün dik merdivenlerinden bir tırmanıştır başladı. Yokuş yukarı dimdik, sarp yamaçlarda yukarıya doğru giderken o gördüğümüz içinde yaşadığımız sanki dev bir çarşafın orasından burasından tepelerine doğru hızla çekilmiş gibi olan kentin ve binaların aralarında yer aldığı konik dağların aslında bu yeşil örtüler altında kentin dev pergolaları olduğunu anlamıştım. Yarı geçirgen yemyeşil bir örtü altında patikalardan yürüyorduk. O kendine özgü ormanın biribirine eklenen farklı karekterdeki yollarında oradan oraya savrulup durduk. Bir çok kişi de bayan erkek, özellikle daha tempolu yürüyüşe uygun yerlerde rahat kıyafetleri ile bir çoğu tek başına yürüyüş yapıyordu. Kimi çok sessiz gidiyordu, kimi kendi dünyasındaydı. Kimi çok yavaş, kimi cep radyosunu bu yeşilliklerin altında neredeyse sonuna dek açmış onun müziğinin temposunda yürüyordu. Kimi de orada buradaki oturma bankolarında kimbilir kaç kilometre sonrası soluklanıyordu. Bazı Kore yemekleri, aparatifler, geleneksel içki soju satan derme çatma yerlere de rastladık. Kısacası bu dev yeşil pergolaların altında, aşağıda, kentte yaşarken hissetmediğimiz, hiç görmediğimiz bambaşka hatta şaşırtıcı bir yaşam vardı. Yürüyenlerin, zirvelerden zirvelere gidenlerin, yukarıya doğru yamaçlardaki patikalarda, yollarda tırmananların yaşamı sürüp gidiyordu.
Heavy Walk (solda) Snow Happy New Year (sağda)
Dikkatimi çeken bir şey de orada buraya serpiştirilmiş, irili ufaklı bazen tek başkarına, bazen de birkaçı bir arada yarım kubbe gibi topraklarla oluşturulmuş bir buçuk metre çapında yükseltilerdi. Bir, iki, üç, beş derken, “nedir bunlar?” diye sorduğumda, bu kubbe gibi toprak yükselmelerin Kore’ye özgü mezarlar olduğunu anladım. Ama anlamadığım herkesin ölülerinin her yerde olduğuydu. Birlikte yürüdüğümüz dostlar yakın zamana dek herkesin her yere gömülebileceğini fakat artık toplu kabristanlıklara konmanın gerekli olduğunu söylediler. Bir an sanki bu esrarengiz kubbeler, toprak kubbeler gözümde bizim kubbeler oldu. Farklı farklı yatırlar, türbeler, irili ufaklı camiler, onların etrafında günlük yaşamı devam eden, oradan oraya koşuşturanlarla dolu İstanbul’a dönüştü. Boğazın kenarları bütün bu dev, yeşil pergolanın altında bir yerden bir yere aktı gitti. Ama simdi onlardan çok uzaktaydım. Bütün o hızla hayal ettiklerin uzak doğuda bir dağın tepesine doğru bir yerde, sanki dev eller tarafından sıvazlanmış, altında kimbilir ne zaman gömülmüş insanların olduğu toprak kubbelerdi. Etraflarında da hemen yanıbaşlarında da dağların yamaçlarında tepelerinde herkesin kendi hızındaki bir yürüyüştür, bir koşuşturmadır gidiyordu. Üç dört saatte yoldaki tabelalara bakarak iki, üç zirve dolaştıktan sonra deniz tarafına doğru dönmüştük. İşte şimdi de dev bir seyir terasına yaklaşıyorduk. Busan, Okyanus kıyısı, kentin denize doğru çizgileri ayaklarımızın altındaydı. İleriye doğru bakınca yükseltileri, alçalıp inmeleri yine oralara özgü, denize yatmış adalar gözüküyordu uzaklardan süluetleri ile. Mr Shin şanslı olduğumuzu, bu pırıl pırıl parlayan günün özel bir gün olduğunu, hem Japon Adalarının göründüğünün söylendiğini ama burada yıllarca yaşamış biri olarak buna ilk defa gördüğünü vurguladı. Japonya bile tam karşımızdaydı, bu plansız başlayan, adım adım rotasını bulan tamamen spontane yürüyüşümüzün uzaktaki resmi olmuştu, geri planı olmuştu.
For the Memory of French Victims (solda) Ice Crambling (sağda)
Böyle bir topoğrafyada yine aşağı yukarı inmeler çıkmalar arasında günü yorgun argın tamamladık. O günden sonra yürüme kafamda çok başka bir hale geldi. Dünyanın tepelerinde dolaşmak gibi birşeydi. Muhteşem bir gitme haliydi. Dünyanın bütün yürüyenleri sanki benimleydi. Hep birlikte yürüyor gibiydik. Etrafınızda olan biteni, inşa edilen çevreyi, hep üzerinde kafa yorduğunuz mimarlığı, doğanın mimarlığını yürüme ölçeğinde, uzaktan gözleyerek değil içinde olarak keşfediyordunuz. Bütün bu buluşlar da hiç bir yerini doğru dürüst bilmediğim, dahaç önce yaşadığım yerlere hiç mi hiç benzemeyen Güney Kore gibi çok farklı bir dünyada oluyordu. Bu anlamıyla yürüme bilinmeyen bir dünyanın keşfine dönüşmüştü, hem kendi dünyanızı hem de dışarıda gördüğünüz dünyayı daha iyi anlamak, değerlendirmek için. Boş zamanlarda kent içinde hep farklı yerlere gitmeye çalışıyordum ama bu gezi her şeyi değiştirmişti. Şimdi yaşadığım bu dünyada çok farklı anlamları olan herkesin gelip gittiği, ormanlar arasından tırmanmalarla gidilen, dağ başlarındaki Koreliler’in Budist tapınaklarına, mabetlerine gitmeliydim. Mabetler sembollerdi. Gürültünün uzağındaydı. Sessizdi. İç dünyalardı, dış dünyaların yanında. Zaten bazılarını dostlarla ziyaret etmiş ve çok etkilenmiştim. Yine stüdyolardan uzak bir boş gün tek başıma yola koyuldum. Haritadan yerini bulmuştum. Tapınağın olduğu kente vardım. Sempatik bir Koreli bayanın sandwich büfesinde tam tadında kızartılmış harika bir tost yedim, portakal suyu içtim. Ona mabedin yerini sordum. Kapıya çıktı ve uzaktan dağı eliyle yerini gösterdi.
Cafe Discussions Thoughts Signs
Dağın tepesine doğru parça parça yayılan uzun birkaç saatlik yürüyüşten sonra bir akşam üstü vardığım Tondosa Tapınağının sanki yüzlerce kapısından bir bir geçiyordum. Budistler, bazı kişiler yanımdan geçiyordu. Neredeyse gecenin karanlığının da yavaş yavaş çökmesiyle parça parça mekanlardan, avlulardan, arkada olanların silüetlerini görerek farklı farklı derinlikler arasındaydım. Ve uzun uzun dolaştıktan sonra ne mekanlarla karşılaştım. Ve sonunda işte Tongdosa mabedinin Esi’nin evindekileri andıran rengarenk siltelerle kaplı, yukarıdan kağıtlar sallanan, kıpkırmızı tonların hakin olduğu dev meditasyon salonuna varmıştım. Yandan, dar geçitten dolanıp kapıyı buldum. Ahşap kapının kolunu usulca açtım. Kimseler yoktu. Kore’ye özgü geleneksel evlerdekiler gibi cam yerine kullanılan kağıt percerelerden gecenin o saatinde gelen ışığın esrarengiz tonları her yeri dolduruyordu. Yandaki uzun giriş kısmının üzeri yan yana sıralanan üzerinde Kore harfleri olan kimbilir neler yazılı şerit kağıtlarla kaplıydı. Kolonların arasından geçip boş mekana gelince, sessizlikte, ileride sola doğru bir erkek ve bir bayan olduğunu farkettim. Yan yana oturuyorlardı. Her ikisinin de özel giysileri vardı. Meditasyonlarının tam orta yerindeydiler. Hiç gürültü çıkarmadan onları uzun uzun seyrettim. Altar kısmında Buda’nın heykeli ve başka görüntüler, heykeller, biblolar, resimler tam karşımızdaydı. Arkada salonun ekseninde bir siltenin üzerine oturdum. Çift biraz sonra kalkıp gidince o ahşap direklerin kolonların altındaki kıpkırmızı salonda uzun uzun kaldım. O anlar bambaşka bir yürüyüşün bambaşka bir parçasıydı. Beyaz kağıt pencerelerden gelen esrarengiz ışık şimdi başka tonlara dönüşmüştü. Tongdosa Mabedine gece çöküyordu, karanlık da ağaç gölgeleri yandan akan nehire yansıyordu. Kayaların üzerine kazılmış gelirken dikkatimi çeken yazılar, harfler şimdi daha da esrarengizleşmişti. Geldiğim yollardan aşana kapıya doğru indim. Kimseler yoktu sadece bir kişi bu yokuştan ben inerken çıkıyordu. Tekrar Tongdosanın etrafını saran kentin sakin gecesine varmıştım. Önünden geçtiğim lokantada camdan yerde bağdaş kurmuş Koreli aileleri gördüm.
A City or Wall or Filter (solda) Red Notes (sağda)
Ve arkası geldi… Fırsat buldukca tek başıma uzun yürüyüşlerle farklı farklı yüzlerce, binlerce yıllık mabetlere gittim. Çok farklı mekanlar çok farklı bir mimari şölenlerdi. Her birinde de bambaşka deneyimlerle, mekanlarla, insanlarla karşılaştım. Bazıları ile sohbet ettim. Mabetlerin ötesinde bir hedef koyup oraya yürümek ve yürürken keşfetmek önemliydi. Yürüme bir hobi olmuştu. Hatta hobi olmanın ötesine geçiyordu. Bunu hissediyordum. Ama hala etrafımızdaki dünyayı seyrediyordum onunlaydım. Ama yürümenin meditasyonu ile karşılaşmam ve tanışmam için beklemem gerekiyordu.
City Connections (solda) Notes on White (sağda)
Sınırlar arasında dolaşırsCityConnectionsanız birinden diğerine geçmek her zaman çok kolay olmaz. Ya da bir kapıdan geçerken, kapının arkasındaki dünyaya alışmak zaman alır. Beklemelisiniz ne olup olmadığını anlamalısınız, ya da anlamaya başlamayı beklemelisiniz. Kısacası sabırlı olmalısınız. Sınırların kuralıdır bu. Güney Kore’den sonra geldiğim, daha önce yaşadığım, yıllarca kaldığım Helsinki de, kuzey de değişmişti, Finlandiya da değişmişti. Tabii ben de değişmiştim. Gözümde belki de başka gözlükler vardı. Kuzeyi tekrar bulmalıydım sınırları aşıp bulduğum diğerleri gibi. Zaman alacaktı. Yürüyüş devam etmeliydi. Güney Kore’nin Budist Mabetleri, tapınakları, buranın doğası olmuştu, Finlilerin “bizim mabetimizdir” dedikleri sembolleştirdikleri ormanlar ve onların etrafını saran kıyılar, göller, kış, kar, buz uçsuz buçaksız donan denizler, bütün bunların arasındaki yaşadığım başkent olmuştu. Bir iki üç derken, benimle taşıdıklarımı, hissettiklerimi, gördüklerimi, duygularımı çizmeye başladım, ya yürüme sonunda ya başlamadan ya da arada bir yerlerde. İşte mimarlık öğrencisi olduğumdan beri hep benim için çok özel olan, mimarlık olan çizgiler ve çizmenin dünyası yürümenin de içindeydi artık. Yürümeler tempolara dönüştü, hızlandı, yavaşladı, tekrar hızlandı, iç dünyanın dış dünya ile diyaloğuna başladı. Çizgi ise sadece onların arasında bir aracıydı.
Heavy Thoughts Heavy Stuff (solda) Angular Thoughts (sagda)
Ama bu yürümek her şeyi bir kenara bırakıp yürümek değildi. Tam tersi günlük yaşam, projeleriniz, işiniz gücünüz, yazılarınız, buluşmalarınız, sergi açılışları, kısacası her ne yapıyorsanız bir kenardan giderken günün içinde aralıklar bulup zamanın elverdiğince yürümekti. Hep kullandığım metro istasyonuna giden belediye otobüsünü bir kenara attım. Bu bile sabah erkenden iki buçuk kilometrelik metroya gitme yolu bile 20-25 dakikalık süreydi ve eve dönüşüyle tempolu beş kilometre demekti. Kent içinde, günün boşluklarında bulduğunuz anlar ile bu ikiye katlanabiliyordu. Özel boş anlarda ise bambaşka uzaklıklara ve kilometrelere ulaşmak demekti. Yürüyenler bilirler ve hissederler, yürüdükçe yürümek istersiniz. Uzaklıklar ortadan kalkar. Ölçek farklılaşır. Zaman içinde kentle, doğa ile hiç daha önce hissetmediğiniz bambaşa bir birliktelik oluşur. Keşfetme, keşfetme üzerinedir sanki farklı bir meditasyondur. İtiraf etmeliyim üç defa da aralar işimi gücümü yaptığım boşluklar olsa da tempolu rekor denemesine giriştiğim oldu. Her birinde yirmi kilometreyi aştım hatta birinde yirmi üçü kilometreyi buldum. Ama önemi olan uzaklıklar değil, ne kadar, kendi hızımıza göre zaman bulursak, kendi çercevesini oluşturduğumuz bambaşka bir hali, kenti, yaşadığımız yerleri, doğayı, çevremizi, kendimizi hissetmekti. Kendi resimimizi tasarlamak ve adım adım yaratmaktı. Mevsimler geçerken, aylar içinde biriken yüzlerce kilometrelik uzaklıklar böyle bir araya geldi bir çoğunda duyguların, etrafımızda kulağa gelenlerin, olan bitenin bir yandan çizilmesi ile. Adımlarla çizgiler birlikte yürümeye, diyaloğa başladı.
White Notes on Black
Ya mimarlık bütün bu kilometreler arasında, bütün bu gürültünün, bütün bu gitme hallerinin tam ortasındaydı, inşa edilmiş çevresi ile, doğası ve oralarda yaşayan insanları ile. Şimdi daha da iyi anladım. Zaman zaman mimarlıktan belki de olabildiğince uzaklaşmak gerekiyor onu daha iyi görebilmek, onu oldukça uzaktan gözlemek, hatta uzaktan elele, gönül gönüle olmak gibi. Başkentin güneye doğru sınırını doğuya, batıya uzanan dantel kıyılarıyla bir geceye doğru başlayıp dolaştığımı hatırlıyorum. Benim gibi farklı tempolarıyla adımlayanlarla, koşanlarla gecenin belli bir anına dek yürümüştüm. Bir günde aralıklarla dura kalka kentin içinden bir baştan bir başa katetmiştim. Bu rotalar her farklı yürüyüşte bambaşka rotalara keşiflere dönüşüyordu. Bu yolla kentin içinde ya da doğa da olmak onu gözlemek değil, onun bir parçası haline gelmekti, kendi dünyanızın içinde olmak onu adım adım gözlemekti, her hali ile hissetmekti.
Colourful Walks in City
Aklıma yine Esi’nin kapısının arasında gördüğümüz, o kalın ipi ve Hong Kong da bir gece yarısı bize anlattığı düğümler geldi. Galiba bu yaşamın gizi, düğümleri adım adım gerçekten sevgili Esi’nin yaptığı gibi tek tek açmaktı, açmaya çalışmaktı. Mimarlık da, yaşam da, yürümek de, farkında olduğumuz, olmadığımız adımlarımız da böyle bir yolculuğun parçaları değil midir, iç dünyamızın, dış dünyamızın bir araya geldiği herkese göre çok farklı olan eşikte, sınırda, sınırlarda ve sınırların kendine özgü kuralları içinde …
1 Yorum
Hüseyin Yanar,
Mekanları, kültürel sebepleriyle harmanlayıp sunabilen ve sadece “düğüm” kavramı üzerine bağlantı sağlayabilen işbu yazısı ve tabii yazı içindeki kendine dakikalarca baktıran çizgi kolajlarıyla ne kadar farklı duygularla yüklü hem de pozitif yüklü bir bulut olduğunu gösterir.
Yani benim Hüseyin Abim, o güzel gülüşünde parlayan gözleriyle onu bir nebze anlayabildiğimizi hissederse şöyle bir ayrı mutlu olur.
Bu yazıyı okurken de onu anlayabildiğimi ve belki de onun anlatmak istediğinden farklı da olsa kendimce özümseyebildiğimi “yeniden” gördüm.
Bu sefer bende bir rahatlama hasıl oldu. Bir ayrı mutlu oldum.
Hep böyle özel bir mekan adamı olmuş ya, hep böyle kalıversin, Hüseyin abi.
Hüseyin Yanar, mekanları, kültürel sebepleriyle harmanlayıp sunabilen bir Dünya adamıdır ve iyi ki vardır.
İyi ki bizim Hüseyin Abimizdir bize bu duyguları anlatabilen. Çizgi ve yazılarıyla.
Nokta.