Yürümeden düşünemeyenler için, yürüsünler ne var, “Yürümekle yollar aşınmaz,” demesi meseleyi hafife almaktır.
Yürümenin insan bedenini sağıltıcı yanı bir yana dursun, kişinin akıl fikire ihtiyaç duyduğu zamanlarda işe yaradığını da unutmayınız.
Bir vakitler Süleyman Demirel‘in sokaklarda yürüyüş yapan gençleri sarakaya alıp, “Vaaa’sın yürüsünler, n’olcek?” diye konuşması yakın tarihte kalmış tatlı bir şakadan ibarettir, aynı zamanda Hazretin hoşgörüsünü gösterir; şapka çıkartırız.
Gerçi, feylesofluk ruhunda olmayan adamı sabahtan akşama kadar yürütseniz de aklına bir şey gelmeyecek, o sadece epi topu acıktığını, yorulduğunu düşünecektir.
Lakin bizim diyeceğim şey übedâdan ve filozofiye, sanat ve bilime meraklı insanların yürümesine dairdir.
Eli tesbihte gözü terslikte olan adamların arnavut kaldımında yumurta topuklu iskarpin şaklatmasına dair değildir, onlarla işimiz olmaz.
Bakın bakalım, biz kimlerden bahsederiz!
Bizde Eflatun diye tanınan Yunan filozofu Platon‘un yürüyerek düşündüğüne dair bir bilgimiz yok, lakin onun öğrencisi olan Aristotle‘nin kabası, poposu döşek yüzü görmezmiş. Aristo diye Türkçede adlandırdığımız filozof gezinmeden imkânı yok bir şey düşünemez, o yüzden kendi öğrencileriyle beraber yaz kış, yağmur çamur demeden sokak sokak dolaşırmış. Osmanlıca’da Meşaiyun, yani gezginciler diye adlandırılan bu okulun talebesine Batı dillerinde peripatetik denmekteydi.
Yürümenin hazzına sadece filozoflar varıyor diye umutsuzluğa kapılmayalım, entelektüel kesimden flanör-flàneur diye adlandırılan aylakları da bu listeye dahil etmeliyiz. Flanör listesi pek kalabalıktır, saymakla bitmez, ancak onların düşünmekten ziyade toplumsal katma-değere katılmamak üzere kaçtıkları için yürüdüğünü söyleyip lafımızın bohçasını toparlarız.
Peripatetik-Meşaiyuncu bir hocayla tanışmışlığımız da vardır. İstanbul Üniversitesi’nin Siyasal Bilimler hocası Mehmet Ö.Alkan‘ın yıllardır, sınıflarındaki öğrencileri açık havaya çıkarıp, hem de bırakınız fakülte talebesi tıfılları, doktora seviyesindeki koca koca adamları arkasına takıp İstanbul’un sokaklarında turladığını, dersini ayak üstü kaldırımda verdiğini biliriz. Sömestir zamanları Alkan hocayı talebesiyle beraber Çemberlitaşı, Kapalıçarşı, Mahmutpaşa, Süleymaniye veya Çakmakçılar ile Kalpakçılar başında görürseniz şaşırmayınız. Cerre çıkmış gibi dolaşan talebenin arasına bazen aylak-flanör halktan kimseler de katılırdı; şahitiz. Onları, anlatılanı dinlemek kaydıyla Alkan hoca talebe sayar, yadırgamaz, dışlamazdı; kulakları çınlasın, ömrüne bereket…
Filozofların bu yürüme huyu Aristo’da sonlanır mıydı hiç, asla! Ormana kapanıp inzivaya çekilen Amerikalı entelektüel felsefeci Henry David Thoreau yürümenin fazileti üzerine bir de makale çıkarmayı ihmal etmez. 1862’de yazdığı yürümeye güzelleme denilecek yazısı, hâlen merakla okunur. “Tabiatın içinde yürümek, hedefi olmayan bir hacı gibi kâbesine habire gitmektir” diye adlandırır Thoreau, yürüyüşü ve dizlerine karasuları inene kadar yürür babam yürür…
Karanlık Kopenhagen’in şehir gölgesinde odasına bir türlü sığamıyan varoluşcu karamsar filozofu unutmayalım. Søren Kierkegaard sabah yürüyüşe çıkar, aklını başına topladıktan sonra koşarak evine döner, masasına oturur. Yelyepelek eve koşturmasını gören komşuları, filozofun düşünce çantasından taşacak gibi birikmiş lakırdısıyla evine zar zor yetiştiğini görünce pek sevinirlermiş. Kierkegaard’a bakılırsa, o aynı zamanda hastalıklardan uzak kalmak için yürümektedir; lakin 42 yaşında, uzun süren bir hastalık neticesi hayata veda eder.
Karanlık ve kederli Kuzey kırlarında, parklarında dolaşmaya çıkan Ludvig van Beethoven‘in günlük yürüyüşünde yanına müzik defteri ve kalemini almadığı görülmez. İlk senfonisini yirmi yaşında yazan Beethoven, kırkında sağır olana kadar yürüyüşlerinde bazen birden ilhama kapılıp, sanki kabızlığı sona erip def-i hacet yapmak istiyor gibi, koşa koşa evine döner; vakit kaybetmeden tuşlara yetişsin diye kapı girişinde bir kuyruksuz, duvar piyanosu köşede beklemektedir; asıl piyanosu üst kattadır, Hazret oraya çıkana kadar notalar aşağıda çalınıverir.
Beethoven’den özenip yürüyüşe çıkan Alman şairi Goethe‘yi unutursak, hiç olmaz! Goethe evvela Beethoven’le arkadaşlıkları sırasında bu yürüyüşlere âşinalık gösterecek, sonrasında, O da cebine dolmakalemiyle not defterini koyduğu gibi yallah sokaklara düşecektir.
Yazarlara sıra gelince, romancıların alkolik olup masadan kalkmadığını sanırız ya, Charles Dickens‘ı bu önyargıdan tenzih ederiz. İngilizin bereketli yazarı Dickens yazmaya başlayınca içinde bir sıkıntı ve kasvet duyduğunu itiraf eder, işte bu durumda kendisini hep sokaklara atacaktır. “Eğer hızlı ve uzun süreyle yürümezsem, patlayacak gibi hissediyorum, içim daralıyor” demiştir. Dickens’ı yorumlayanlara bakılırsa, romanlarında anlattıklarıyla yazılacak şeylerden kaçmak istercesine hızla yürür, mâbadına şap tuzu sürülmüş karakaçan gibi hoplaya zıplaya kaldırım değiştirir, gelişigüzel Londra sokaklarını arşınlar. Günde en az 16 km, bazen yirmiye kadar süren yürüyüşlerine ayakkabı dayanmaz; üstat sık sık Londra’nın kunduracılarını ziyaret eder. Dickens’ın bu yürüyüş hastalığı bazen geceye de sirayet edecektir, o vakitler Londra pek tekin olmadığından dostları, ¨Madem hafaganlar basmış gibi yürüyeceksin, bari kandilli sokak lambaları altında dolaş, kuytulara sapma!”diye onu uyarır. Yürüyüşleri sonunda bacaklarının yorgunluğuna aldırmadan masaya oturup aklında birikenleri kâğıda dökerek, onlarca cilt, binlerce sayfa eser vermiştir.
Biz Almanya’dan tası tarağı toplayıp İngiliz adasına geçtik ama aklımız orada kaldı, zira Alman feylesofu Friedrich Nietzche‘nin yürüyüşlerine eşlik ettiğimizi söylemek gerekirdi. Nietzche’nin güzergâhı şehir dışına çıkmaktır, dağlara gider, tepeleri dolaşır, en olmadık vadilerde gezinir, hava durumu müsait değilse en azından kırlarda görülür; akşama eve çamur içinde dönecektir. Nietzche’nin öyle yarım saatliğine çayır bayır dolaştığını sananlar pek yanılır; evden çıktı mı sekiz saatten evvel, mesaisini tamamlamadan geri dönmez. 1880’lerde yaşadığı Fransa’nın Ėze sahil şehrinde hava daha geç karardığından yürüyüşleri 10 saati aşar, konu komşu bu deli filozofun merakında kalır.
İnsan kuş misali, bir orada, bir burada; haydi yine İngiltere’ye, Londra’ya gidelim. Charles Darwin‘in meşhur yürüyücülerden olduğunu bilmeyenler parmak kaldırsın. Darwin, 1839’da Türlerin Evrimi adlı fırtına koparan eserini yazarken Londra’da kaldırım eskitmiştir. Eseri bitince, güney İngiltere’deki bir sahil köyüne çekilmiş, bu kez çakıl taşlarıyla dolu bir yolun tozunu attırmıştır. Yaşlılık zamanları gelince, babasını merak eden oğlu peşine düşmesin diye sık sık güzergâhını değiştirir; menzili ise yoktur, alr başını gider gidebildiği kadar…
Eski zamanların tozunu çok yuttuk, azıcık günümüzün ekzos gazıyla idare edelim. Zamanımızın yürüyücülerinden Apple kurucusu, bilgisayar dahisi Steve Jobs‘ı kortej başına koymak gerekir. Jobs, erken yaştaki ölümünden evvel yatağa düşene kadar ne vakit ciddi bir toplantı yapacak veya mühim bir karar alacaksa yollara düşer, Silikon Vadisinde gezmedik yer bırakmaz. Onun başarısı ardında yürüyüş yatıyor diye bundan kendine ders çıkaran kim olabilir, elbette bir başka internet dahisi, Facebook kurucusu Mark Zuckerberg‘dir. Facebook’u kurup dünyanın yetmiş iki buçuk milletini orada dedikoduya, o dedi bu dedi‘ye davet edip kendisini sokaklara atan Zuckerberg, sokaklarda tanınmamak için yalnız yaptığı yürüyüşlerinde sabahın erken saatlerini tercih eder.
Stanford Üniversitesi’nin, adlarını şimdi yazsak zaten aklınızda kalmıyacağından mühimsemediğimiz iki değerli hocası, geçtiğimiz 2014 yılı başında, Journal of Experiemental Psyhology adlı meşhur, ciddiye alınır, kapısını herkesin açamadığı akademik dergide bir makale yayımlamıştır. Makaleye göre yürüyenlerin yüzde 81’inde beyin faaliyetleri yüzde 60 oranında yükselmektedir. Yürüdükçe aklı başına gelenlerin rakamı demek, öyle böyle değildir. Gerçi günde en az 15 ila 20 dakika kestirenlerin işgücü artar gibisinden başka araştırmalar da vardır, biz bunların hepsini birden ciddiye alıp günlük hayatımıza nakledip nakşedersek, işimiz iştir. Hangi birisini yapacağımızı karıştırır, akım derken kakım deriz. İyisi mi bildiğimiz gibi yapmalı, fakat anlatılanları da bütün bütün kulak arkası etmemeliyiz.
Zira yürümenin zahmetli ve tabanları şişiren yanı da vardır. Rus klasik döneminin edebiyatçısı Gonçarov’un meşhur roman kahramanı Oblomov gibi yatağından kalkmadan ömür tahtasını çürütenler de elbette bulunur. Onların, bu Sultanî tembellik hâllerinden hiç şikâyetçi olmadığını da biliriz; tercih sizindir. Kıbrıs Türkçesinde tembel adam diye kullanıldığını hatırladığımız gibi, Bandoflacı olmak isteyenlerle hırgür edesimiz hiç yoktur.
Ne var ki yürümek, bir yanıyla azıcık çile çekmek anlamına da gelir. Birçokları kendi günâhlarından arınmak için kendisini yola vurmuştur, zaten vicdan hatırladıkça hiçbir kabahat, suç ve günâh unutulamaz. Sadece, yürürken, günâhların ruhun üzerindeki ezici ağırlığı biraz hafifler.
Tanrılar tarafından yürümeye mahkûm edilenler, işte böylece günâhlarıyla başbaşa kalmak üzere yola çıkar.
İlk kardeş katili Kabil, kardeşi Habil‘i öldürdüğü için Tanrı’nın cezasıyla karşılaşır, hayatı boyunca yürümeye mahkûm olur. Babası Hz.Adem babamız da arkasından bağıracaktır: “Git, hayatının sonuna kadar hep yürü, yorulsan dahi durma, ayakların seni sürüklesin, yine yürü!” diye lanet okuyacaktır. Adem, Tanrı’nın lafını tekrar mı etmektedir?
Yürümeye değil ama uzayda bir kuyruklu yıldız olup devamlı dolaşmaya lanetlenmişi de vardır; bu daha fenadır. Yunan mitolojisinin Kallisto adlı güzellik perisi, Şeytan’a uyup cinsel açlığına yenik düşünce lanetlenmiş, evvela çirkin bir ayıya dönmüş, sonra da Uzay’da Jupiter’in çevresinde dolaşan kuyruklu yıldız olmuştur; arada bir kayan yıldız görürseniz, kim bilir belki O’dur ve hâlen dolaşmaktadır.
Gezip yürümeye lanetlenenlerin başında, aslına bakarsanız, Yahudi tüccar Ahasverus gelir ki evlere şenlik! Hz.İsa’yı, çarmıha geren Romalı askerlere ihbar etti diye sonsuza kadar lanetlenir, ancak Mehdî’nin tekrar geri gelişiyle belki af olacaktır. O da vurur kendini yollara, durup usanmadan hababam yürür.
Ahasverus’un laneti, bana zaman zaman, Amerikalı çizer All Capp‘ın bizde Hoş Memo diye gazete çizgi-romanı olarak adlandırılmış meşhur L’il Abner dizisindeki habire yürüyen, başı üzerinde felaket bulutları dolaşan Joe Btfsplk‘i hatırlatır. Zavallımın ahı gitmiş vâhı kalmıştır, döküntüsü bile işe yarayacak durumda değildir, köhne görüntüsüyle hem acır hem de azıcık eğleniriz; iyi ki biz böyle değiliz…
Yürüyenlerin insanlık tarihinde bıraktığı izler hep mitolojiyle, destanlarla anılacak değil ya, Uzay’ın keşfi tarihine de yazılır elbet… Ay’da yürüyen Neil Amstrong‘u, daha sonra Buzz Aldrin‘i nasıl unuturuz? ¨İnsan için küçük bir adım, insanlık için büyük bir yürüyüş…”dediği Ay’daki ilk adımlarını daha sonra Amerikan astronotlarından 10 kadarı daha izleyecektir. Ay’da yerçekiminden kurtularak zıplaya hoplaya yürümekse, yürümektir. Ay’da yürümeyi beğenmeyip uzayda yürümeye kalkanları da pek fazladır. Ancak biz onların adlandırdığı gibi uzay yürüyüşü-space walk diyemez buna, olsa olsa, Kallisto’nun Fezâ’da dolaştığı gibi boşlukta süzülürler.
Yürümek yerine koşmayı tercih edenleri de unutmayalım, en azından birisini anlatalım ki hem mâlumatfuruşluk etmiş olalım, hem de gönül alalım. “Koşmasaydım, yazamazdım” başlığıyla Türkçeye çevrilmiş son eserinde, Japon yazarı Haruki Murakami‘nin sürrealist romanlarını koşmadan yazamadığı ortaya çıkmıştır. Masa başında şişmanlayıp tombalak bir Capon olacağını anlayan Murakami, 1978’de başladığı edebiyat ve roman serüvenine eşlik edecek biçimde o günden beri koşar da koşar. Koşarken evine döndüğü vakit yazacağı metni akıl eleğinden geçirir, süzer, kıvama getirir. Sonra da oturup Japon yeşilçayı eşliğinde yazıverir.
Anlayacağınız yürümek, hatta hızlanırsanız koşmak düşünmenin ve düşüncenin cezası olan lanetlenmenin bir karşılığıdır. Yazar dediğimiz, zaten şahsi huzursuzluğuyla yazı lanetine çoktan uğramış biridir; ömrü yazmakla geçer de yine doyamaz kelimelerin yürüyüşüne…
Maocu Mao, 1934’de Uzun Yürüyüş diye adlanan bir yıl sürmüş, Çin’i ayağa kaldıracak siyasî serüvenine başlarken, “Bütün büyük yürüyüşler ilk adımla başlar!” sözünü etmiştir.
Sanıyorum Mao’nun kendisine örnek aldığı Mustafa Kemal‘dir, zira Kemal Paşa da yakınındaki dostlarıyla beraber Samsun’da başlayan, arkası Amasya, Erzurum, Sivas Kongreleri düzenlemek üzere Anadolu’yu ayağa kaldıran gezisinde sık sık “Dağ başını duman almış” marşıyla uygun adım yürümüştür. Marş, İsveç’ten apart edilmiştir…
İsveçli folklorik şarkıyı, Felix Körling yüzyıl başlarında notaya geçirmiş, bunu o vakitler İsveç Cimnastiği öğrenmek üzere orada bulunan Selim Sırrı Tarcan beyefendi alıp Türkçeye çevirmiştir.
İşte, İsveç folk müziğinde, “Tralalla diyen 3 kız” adıyla bilinen bu marşı Kemal Paşa çok sevmiştir ve yol arkadaşlarına ezberletip hep bir ağızdan Anadolu bozkırında, dağlarında, yürümekle bitmez yollarında hepbir ağızdan söylemişlerdir: “Güneş ufukta şimdi doğar, yürüyeliiiiim aaaaarkadaşlaaar!“
Şimdi bütün bu laf kalabalığı içinden sıyrılıp biz ne deriz, diyebiliriz ki düşünmek için yürümesi şart görünüyor olsa da yürümenin kendi kendisinde velev isteyerek yapılsa bile bir tür cezalandırma, insanın kendi kendini veya titanik güçler tarafından tayin edilmiş olabileceği gibi, insan bedenini zahmetli oruç içinde kıvrandıran bir yorgunluk eziyeti yaşatmak isteği vardır.
Bu yönüyle düşüncelerinden ötürü cezalanmanın ilk aşaması yürümektir.
Kalebend’in bütün işi yürümektir.
Yola çıkmak, kısmette varsa, cezalandırmaya hazır olmaktır.
Fakat yola çıkmak, biraz da kaybolmayı göze almak demektir.
Kaybolmayacak olanlar zaten yürümesini de bilmez…
Bu lafımıza örnek ararsanız, çapaçullu yürüyüşü hatırlayınız:
Yüksek topuklu şıkıdım ayakkabısıyla yere basmayı bilmeyip yürümesini şaşıran, aslına bakarsanız terliğini dahi sürüye sürüye yürüyecek kadar sonradan görme kadınlar da vardır ama bu apayrı bir hikâyedir.
Fakat ne olursa olsun, kibar bir erkeğin yanında yürümesini bilen bir nâzenini bunların hiçbirine değişmeyiz, eğer böylesini bulamazsak, o vakit Divân Edebiyat’ından bir mazmûnu söyler, ah vah çeker dururuz:
“Nîdeyim sahn-i çemen seyrini, cânanım yok,
Bir yanımda salınır serv-i hirâmanım yok!”