Tam da 7 Haziran seçimleri sonrasında oluşan kaygan zemini, kıvrak manevraları anlamaya çalışmaktan harap ve bitap düşmüştüm ki, bir kadim dostuma, Hurşit’e rastladım Beyoğlu’nda gezerken. Yıllardır görüşememiştik, iyi bir fırsat oldu hasret gidermek için.
Hurşit’le lisede birlikte okumuştuk. Cin gibi zeki, yeni şeyler öğrenmeye son derece açık ve dünyada olup biteni yakından izlemeye çalışan biriydi. Yıllardır görüşememiş ve çalışmalarını izleyememiş olsam da, çok iyi bilirim ki Hurşit için de gerçek mürşit, fendir ilimdir. Bu yüzden kendisine büyük sevgim ve saygım vardır.
Fakat zaman hepimiz gibi onu da bir hayli değiştirmişti. Bir punduna getirip. “birader ne bu hal, elde tespih, göbeğe kadar sakal” dedim. Gülümseyerek “öyle icap etti yahu” dedi.
Daha sonra da çok büyük bir sırrı gizlercesine fısıldayarak ” biliyor musun, sonunda buldum ” diye devam etti. “Zamanda yolculuk mümkün. Ama bunu yapabilmek için evrenin bir başka boyutuna geçmen gerekiyor. İşte Stephen Hawking’in de diğer bilim insanlarının da henüz kavrayamadığı gerçek bu zaten. Evrende zamandan başka bir boyut daha var. O da iman.. İman boyutuna geçtiğinde, artık her tür yolculuk mümkün oluyor. Hem de hiçbir ekstra çaba harcamadan..”
“İşte bunlar da okunmuş üflenmiş haplar” diyerek cebinden küçük bir ilaç kutusu çıkardı ve gülümseyerek bana uzattı. “Bu haplar, iman boyutuna geçmekte zorluk yaşayanların konsantrasyonunu arttırıyor” dedi gülerek. “Belki bir ara sen de denemek istersin. Ben böyle çook farklı yerlere ve zamanlara gittim”.
Ayıp olmasın diye teşekkür edip kutuyu ceketimin cebime koyarken, bir yandan da bizim Hurşit için üzülmeye başlamıştım. Aklıma nedense “teknolojinin nimetlerinden faydalanacaksın, ama hikmetini sual etmeyeceksin, yoksa kafayı fena sıyırırsın” diyen devlet büyüğümüz geldi. İyi ki bizim Hurşit de onun gibi düşünmüyordu ve en azından kendince bir şeyler icat etmek için çaba harcamıştı…
Biraz daha hasbihal ettikten sonra, yakın zamanda görüşmeyi umarak vedalaşıp ayrıldık.
Aradan günler geçti ve hayli uzun bir zaman sonra şehirlerarası bir otobüs yolculuğuna çıktım. Yanımda üniversiteli genç bir arkadaş oturuyordu. Aslen Siirt’liymiş, üniversite öğrenimi için İstanbul’a gelmiş. Ara sıra sohbet ediyoruz, diğer zamanlarda ise gazeteleri karıştırıp kaç zamandır özlemiş olduğumu fark ettiğim otobüs yolculuğunun tadını çıkarıyorum.
Gazetelerde hiçbir konuda doğru dürüst çaba harcamasa ve hiçbir evrensel değer üretmese bile Türk olmayı büyük ayrıcalık sayan bir başka büyüğümüzün cüretli sözleri yer alıyor. Hatta bu büyüğümüz, kendisi gibi düşünmeyenlerin, kendisi gibi inanmayanların ya da koşulsuzca kutsadığı kökenden olmayanların namus ve haysiyetleriyle ilgili sözler söylemekten de hiç geri kalmıyor.
Bense anlamakta zorlanıyorum her zamanki naifliğimle. “Ayinesi iştir kişinin” diye başlayan güzel cümleler kurmuş bir kültürde, bu ve benzeri insanların aslında ne tür bir işle iştigal ettiğini ve Türk olmanın bana dünyanın diğer bütün insanları ve hatta bütün halkları üzerinde nasıl bir üstünlük sağladığını çözmeye çalışıyorum.
Pek bir tarih bilgim olmadığı için de Türklük nedir, ne zaman var olmuştur, ondan önce bu coğrafyada yaşayan insanlar neyin nesi kimin fesidir, gibi sorular fena halde kafamı kurcalıyor.
Sahi, ‘kimlerden’ olduğunu anlamak için ne yapmalı insan? Genetik ipuçlarının mı, coğrafyanın mı, o coğrafyada yaşamış insan topluluklarının mı, kurulmuş devletlerin mi, halkların mı, düşüncelerin mi, inançların mı, aidiyet bağı hissettiği şeylerin mi, acep neyin izini sürmeli?
Tam bu soruların içinde kaybolacakken, iyi ki otobüs mola verdi de, asıl önemli olan şeyin çiğ börek ve ayran keyfi olduğunu yeniden hatırladım.
Mola dönüşünde ‘nasıl da lezzetli yapıyorlar bunu, ama içine sarımsak koymasalar diğer yolcular için daha iyi olurdu sanki’ diye düşünüp hınzırca sırıtıyordum. Çünkü yanımda cebimden hiç eksik etmediğim pastillerim vardı nasıl olsa. Kimseye rahatsızlık vermeyecek olmanın rahatlığıyla çıkarıp bir tanesini hemen ağzıma attım.
Az sonra görüntü biraz bulanık bir aldı. İşte o zaman ‘hapı yuttuğumu’ fark ettim. Yani pastil diye bizim Hurşit’in verdiği haplardan birini. Önceleri biraz panik yaşamadım dersem yalan olur. Ama kısa bir süre sonra her şey yeniden eski haline gelmeye başlayınca sakinleştim.
Ortalık yeniden netleşince, yine bir otobüste olduğumu ve yanımda oturan garip giysiler içindeki yaşlı teyzeyi fark ettim. Çekinerek sordum, “nerelisin teyzem, yolculuk nereye böyle”? “Ben aslen Likyalıyım oğlum” dedi teyze, “Pamfilya’da görümcemi ziyarete gidiyorum. MÖ yedinci yüzyıldan beri orada oturuyorlar”. Teyze bugünkü Side’ye yakın bir yerlerden söz ediyordu.
İnanılmaz bir şey ama bizim Hurşit gerçekten de çözmüştü zamanda yolculuk meselesini. Sakal göbeğe uzadıkça bilgi de arşa uzanıyor olabilir miydi acaba? Kendisine olan hayranlığım ve güvenim daha da artmıştı. Artık ikinci hapı gönül rahatlığıyla yutabilirdim.
Bu kez gözümü yine bir otobüste açtım. Yanımda çok şık giyinmiş genç bir hanım vardı. Sohbet sırasında öğrendim ki Karyalıymış. Karya’nın içinden.. Eltisinin kına gecesi için Knidos’a gidiyormuş. Yani bugünkü Datça yakınlarına. Düğün MÖ onuncu yüzyılda olacakmış. Sonra da tekneyle Halikarnassos’a dönecekmiş.
Üçüncü zaman yolculuğumda bu kez yanımda Frigyalı bir amca vardı. Kendisi firik nohut ticaretiyle uğraşıyormuş. Gordion’dan, yani bugünkü Polatlı yakınlarından damızlık tohum almaya gidiyormuş. “MÖ sekizinci yüzyıl olmuş, hala tohum almak için şu eziyeti çekiyoruz” diye şikayetlenip durdu yol boyunca.
Bir başka yolculukta, kendimi MS on yedinci yüzyılda, yanımdaki Osmanlı duvar ustası ile İznik’e giderken buldum. Ayasofya’ya eklenen minare kırılmış, onu tamir etmeye gidiyormuş. “Buranın adı eskiden Nicaea imiş” dedi ve devam etti:
“Burada tarih boyunca birçok uygarlık yaşamış. Ayasofya’da ise sekizinci yüzyılda Hristiyanlar için büyük önemi olan 7. konsil toplantısı yapılmış. On dördüncü yüzyılda Orhan Gazi burayı camiye dönüştürmüş. On altıncı yüzyılda büyük büyük dedem Mimar Sinan da burada bazı düzenlemeler yapmış”.
Sıradaki yolculuğumuz Nesa’ya. Yanımda yirmili yaşlarında genç bir delikanlı var. MÖ on sekizinci yüzyıldayız. Kral Anitta tüm gençleri askere çağırmış. Hatti kralı Piyusti gücünü devam ettirmek, Anitta da Hattuşa’yı fethetmek istiyormuş. “Krallar ve onların ihtirasları için ölmek ne acı. Biliyorum, benim sonum da bu olacak. Oysa yüz yıl yaşamak ve insanlar için iyi şeyler yapmak isterdim.” derkenki yüzünü hayatım boyunca unutamayacağım.
Ve böylece memleketin farklı yerlerine ve zamanlarına yolculuklarım devam etti. Pisidya’ya, Kizzuvatna Krallığına, Urartular’ın Harput Kalesi’ne, Arzava Krallığına, Erdek yakınlarındaki Kyzikos’a, doğu Anadolu’daki Hurrilere, Karadeniz’deki Gaspalara uğradım. İzmit körfezinde Bitinya kralı 1. Nikomedes’in kurduğu Nikomedya’nın farklı zamanlarına yolculuk ettim. Diğer pek çok yer gibi, ‘gelişmenin’ ve ‘yol yapma azminin’ altında kalmadan önceki hallerini keşfettim. Hiç üşenmedim, Troya’nın tarih içindeki dokuz katmanına da ayrı ayrı uğradım.
Antik çağın en bilinen gezgini ve coğrafyacısı Strabon, bu bölgelerde dolaşmak için koca bir ömür harcamıştı. Oysa bu yolculuklar benim yalnızca birkaç saatimi aldı. Hurşit sağ olsundu var olsundu yani..
Aslında haplar bitmeden de anlamıştım. Bizler Anadoluluyuz, Trakyalıyız, Akdenizliyiz, Karadenizliyiz, Egeliyiz, Asyalıyız, Avrupalıyız, Dünyalıyız.. İnsanlığın bu coğrafyada bin yıllar boyunca biriktirdiği genetik havuz içindeki en son damlalarız. Bunca zaman içinde birbirine sıkıca sarılmış ekonomik, sosyal, kültürel, tarihsel ilişkilerle biçimlenmiş kimliğimiz, ve hiçbirimiz ötekine pek de yabancı değiliz.
Hadi ordan soytarılar dedim içimden, ayrışmalardan siyasi ve ekonomik çıkar hesapları yapanlara. Hepiniz aynısınız işte. Son derece gereksiz ve zararlısınız. Yalnızca bizim memleket için değil, bütün insanlık için.
Sonra kutuda kalan son hapı da yuttum. Bu kez yanımda genç bir İngiliz vardı. Elinde koca bir Beşiktaş bayrağı, İstanbul’a maç izlemeye gidiyormuş. “Nasıl, Gordon Milne süper bi hoca değil mi”, dedi bir ara.
“Evet” dedim. “Böyle giderse bizim takım bu sene çok rahat şampiyon olur. Hatta üç yıl şampiyonluğu kimseye bırakmayacağı gibi, son sezonda namağlup şampiyon olması da garanti”.
Çattık deliye der gibi bakan gözlerini gizleyemeden kibarca sordu:
“Ne kadar da ileri görüşlüsünüz, yoksa Türk müsünüz”?
“Evelallah Türküm” dedim. “Hem de iman gücüyle ve otobüsle zamanda yolculuk yapacak kadar”.
2 yorum
Sevgili Okan Bal,
Hani derler ya “kaleminden bal damlıyor” diye.. Dilin muhteşem.. Allah herkese bir Hurşit nasip etsin. Elbette haplarını da unutmadan !.. Ortalık Hurşit kaynıyor gibi dursa da seninkisi gibi denk gelmedi bana… Sen bu anlatımınla uykular kaçırır, çağ atlatırsın Türkiye’ye.. Bütün sorun, uyandığımızda hala tek parça mı oluruz, bin parça mı ? İşte asıl problem !.., Yani ayıptır söylemesi ; ” to be or not to be !.” .
Kalemine, yüreğine sağlık..
Toplumsal barış, daima temel değerdir.. Tesbitin çok doğru Okan kardeşim ve bunu ustaca anlatmışsın.. “NEYİ PAYLAŞAMIYORUZ ?.. Toprağı mı ? Güneşi mi ? Yoksa sadece iktidarı mı ?..” demiştim geçen yıl bir seçim öncesi.. ( http://www.erengezgin.net 03-116 Neyi Paylaşamıyoruz ?.. ) Temelin bileşenlerini ve zemin değerlerini de sıralamaya gayret etmiştim o makalede.. Elbette yine “enerji ve ekoloji”, yani yaşamın temel taşlarının ; “bilinçli sahibiyeti ve hakkaniyetle paylaşımı” üzerineydi anlatmaya çalıştıklarım..
Senin de vurguladığın “gösterişli yapıların !” günah keçisi olarak ilan ettiğim meslektaşlarıma yönelik, “GÖRÜŞLER” bölümünde yayınlanmakta olan ve tahminimi aşan okunma sayısına ulaşan “Mimarlık Nedir Allah Aşkına ?” yazısına da bir göz at istersen.. Paylaşmayı düşündüğün makalende, zekice tespitlerin ve akıcı üslubunla değineceğin başlıkları şimdiden merak ediyorum. Eminim, benim de çok önemsediğim bu konuya, yepyeni bir açılım kazandıracaktır !..