Zamanın Ruhu: Doğaya Dönüş

Ferrarisini satan bilge vardı hani, işte o şimdilerde Ege’ye yerleşmiş, özel güvenlikli villasında güneşin doğuşunu selamlıyor.

Ferrarisini satan bilge şimdilerde Ege’ye yerleşmiş, arka bahcesinde organik tarım yapmakta… Deniz kıyısına vuran göçmenleri görünce çok duygulanmış yeni kitabına başlamış: Villasını satan bilge (dolar olarak).

“Kelimeler anlamları sadece taşımaz, onlara şekil verir, onları yoğururlar. Kelimenin kaynağındaki unutulmuş üçüncü beşinci anlam, bazen onun carî harcıâlem kullanımının sakladığı bir sırrı ele verebilir.”1 der Tanıl Bora.

Bazı kelimeler zamanla daha çok görünür duyulur olurlar; ancak bu kelimeler dilimize dolandıkça içlerinde saklı diğer anlamlar giderek daha da muğlaklaşır. Kelimeler hakim zihniyeti anlatır, zamanın ruhunu yansıtırlar.

“Doğa” bu devrin yükselen kelimelerinden. Doğa kelimesinin etrafına bir anlam öbegi halinde organik, çevreci, ekolojik, yeşil, bitkisel, köy, kır, yöresel, yerel gibi diger kelimeler dolanıyor. Merkezinde doğa olan bu kavramların gündemimiz haline gelmesinin en önemli nedeni yaşadığımız kitlesel çevre sorunlarıdır herhalde.

Basın yayın organlarında, evde, işte, üniversitede, zengininden fakirine, iktidarından muhalefetine herkesten duyuyoruz ve tabii ki mimarlık camiasında da dilimize pelesenk olmuş durumda bu kavramlar. Doğal yaşamalıyız, doğal beslenmeliyiz, en doğal kalabilmiş tatil yörelerimiz hangileri, doğayı mahvettik, onu artık korumalıyız, domatesin de hiç tadı kalmadı, sen hakiki eti bizim memlekette yiyeceksin bir kere hayvan bayırda gezecek, çayır yiyecek… Doğal yaşam için Kaz Dağları’na kaçan çift var mesela. Onlar gibi olamıyorsak da en azından Bodrum’a kaçmalıyız, o da olmadı yavaş şehir (cittaslow)’lerde yaşamalıyız.

Bir de serbest gezen tavuk meselemiz vardır. Bunun tam bir pazarlama taktiği olduğu, tavukların kısa bir süre azcık daha büyük bir kafeste volta attıkları gerçeği umrumuzda olmaz, çünkü kekikle beslendiklerine inanmak isteriz. Paketindeki pastoral manzara da eski kahvehanelerimizin nostaljik duvar resimlerini andırır. Gurbetteki köylünün memleket hasreti…

Köy yoğurdu vardır bir de. Orhan Pamuk, Kafamda Bir Tuhaflık romanının bir bölümünde piyasaya çıkan fabrika yapımı yoğurdun İstanbullular arasında populerlik kazandığı anlatıyordu. Sokak satılıcılığı ile geçimini sağlarken bir yandan da İstanbul’un dönüşümüne şahitlik eden Mevlut, manda yoğurdu satıcılığında direnememişti. Toplumlar çok hızlı dönüşüyor gerçekten de.

Bir gün TV’den köy sütü diye bir şey duyduğum an bu doğallık mavrasının artık toplumsal bir fetişe dönüştüğüne ikna olduğum andı. Köy yoğurdu hadi bir yere kadar ama köy sütü nedir yahu diyerek TV’ye baktığımda gezi programı yapan kadının ekranda kocaman bir tasın içinde, inekten yeni sağılmış çiğ sütü (milyonlarca bakteri ile) lıkır lıkır içtiğini, ardından köylü teyzelerin lastik ayakkabıları ile ezerek çıkardıkları üzüm şırasını –suyu değil şırası çünkü kulağa daha doğal geliyor- içtiğini şaşkınlıkla izlemiştim. Kadın ayakkabısından şampanya misali, köylü teyze ayakkabısından üzüm şırası… Şehirli ayakkabısının doğal deriden yapılması ile, köylü ayakkabısının “kara lastik”ten yapılması da ayrı bir ironidir, bağcık detayı önemli.

Peki bunun mimarlıkla ne ilgisi var diyeceksiniz. Doğallık kavramı üzerinden mimarlık camiasında da yürütülen tartışmalarda benzer bir fetişizm seziyorum. Doğa ile uyumlu mimarlık, doğal malzeme, toprak ve tabii ki yerellik. Kentsel tarım, ekolojik yaşam ve doğal malzemeler. Günümüzde çareyi topraktan, kerpiçten, saman balyasından ev yapmakta arayan görüşler de vardır, üniversiteler fonlar ayırırlar, seminerler toplantılar yapılır…

Sadece muhalif çevrelerin değil iktidarın bile dilinde şimdilerde millet bahçeleri ve yatay mimari. Doğa’nın esasen şehirden daha iyi bir yer olduğu, doğal malzeme kullanmanın, endüstriyel malzemelere nazaran daha ekolojik olduğu gibi bir ön kabul ve reçete düşünce hayatımıza yerleşmiş gibi. “Her yer betonlaştı”, “betona hayır” isyanı adeta bir şeytan taşlama ayinine dönüşmüş durumda. Zihinlerimizde yarattığımız beton şeytan heykelini mümin kararlılığı ile taşlıyoruz. “Doğamızı katledip üzerine beton döktüler” bakış açısının hedef saptırdığını, özünde gayet muhafazakar bir dil olduğunu ve gerçekten tartışmamız gereken esas meselelerin “üzerine beton dökmek” anlamına gelebileceğini düşüyorum.

Doğa Ne Anlama Gelir?

Nişanyan Türkçe Etimoljik Sözlüğe göre “doğa”, Uygurca “toğ” demektir ve anlam evrimi muhtemelen “yükselmek” > “gün doğmak” > “yavru doğmak” şeklindedir. Çok ilginç biçimde doğalın İngilizcesi “nature”un da kökü “doğurmak”tan gelir. Doğal’ın işaret ettigi anlam, doğduğu gibi, dünyaya geldiği ilk ve naif haliyle oluyor böylece. Peki doğaya dönüş ne demektir? Gerçekten doğumu temsil eden şeye dönme istediğimiz, onun tarafından sarıp sarmalanmak isteğimiz, ondan kopmak istememe arzumuz ne anlama gelmektedir? Doğaya dönüş arzumuzun, ana rahmine dönüş arzumuz ile ilgisi olabilir mi? Doğa anaya karşı hissedilen Oidepus kompleksi?

Doğa / Polis

Polis ve Doğa kavramlarını biraz açmak gerekirse, İskender Savaşır’ın Eumenides Tragedyası’nı anlattığı bir söyleşisinde Yunan Mitolojisinde “Polis” in kurulmasını mümkün kılan bu tragedyayı şu sözlerle anlatıyordu:

“İnsan doğanın oluş haline karşı, bir tez olarak ortaya çikar, kendini bir tez olarak ortaya koyan varlıktır. İnsan doğa yasasına göre değil kendi yasasına göre yaşar.”2

“Bilimsel bir dünya görüşü üzerine yükselen, akılcı bir toplum tasarruvu ile, kendisini daha ziyade doğal terimler ile ifade eden, kendisini doğanın bir parçası olması vasfıyla insanı çağıran, doğayı da anne olarak çağıran, mitolojik düşünce ayrımı.”

“Toplum olarak var olmak aslında doğanın dışına düşmek, doğanın dışında bir şey yapmak, hatta doğaya karşı bir şey yapmaktır.”3

Doğaya Karşı Bir Şey Yapmak / Tarım Toplumu

MÖ 8 binli yıllara tarım yapmayı öğrenerek bereketli hilaldeki çorak toprakları, su ile buluşturduk, ekinlerin ekim ve hasat zamanını hesaplayarak beslenme konusunda doğa güçlerine karşı bağımlılığımızı büyük ölçüde aştık. Kötü tohumları ayırıp, daha verimlilerini bile geliştirmeye başladık. Artık hayatta kalmak icin doğa ananın bize verdikleri ile yetinmiyor, teknolojimiz ile daha fazlasını üretebiliyorduk. Bu artı değer, yerleşik hayata geçişi, toplumsal sınıfların ve zanaatların oluşmasını sağladı. Artık düşünmek için daha çok boş zamanımız vardı, bu sayede yaratıcılık, bilgi ve teknoloji artmaya başladı.

   

Peki günümüzde yağmur ormanlarında yaşayan kabilelerin teknolojileri neden bir kaç keskin taş aletten öteye gidememiştir? Ortadoğunun tarım toplumuna geçişini katastrofik bir olaya, 12500 yıl önce başlayan ve 1000 yıl süren küresel soğuma dönemine bağlanır. Dünya aniden daha soğuk ve daha kurak bir yer haline gelmiş, bereketli hilalde avcı toplayıcı olarak yaşayan topluluklar yaşanan kıtlığı, arpa ve bugdayı ekmeyi keşfederek aşmış ve hayatta kalabilmişlerdi. Yağmur ormanlarında yaşayan topluluklar ise böylesi bir felaketle karşılaşmamış, emek yoğun avcılık ve toplayıcılık işlerine devam etmişlerdi. Yani doğa ana onları terk etmemişti – bir başka ifadeyle özgür bırakmamıştı- doğa ananın yetersizliğini yaşamamışlardı.

Bu noktada tekrar İskender Savaşır’a dönersek:

“Oidipus kompleksi annenin yetersizliğinin idraki ile başlar, bunu idrak etmediğimiz sürece büyümeye ikna edilemeyiz.”4

Yaratıcılık ve teknoloji, gerçekten de doğanın yasalarına ve kendi özüne isyan edebilen insanların ürünüdür.

Aydınlanma Çağı ve Sanayi Devrimi

Aydınlanma çağı diğer bir deyişle akıl çağı insanlığı metafizikten ve teolojiden, doğa güçlerine tabi olmaktan kurtarmış, pozitivizme yol açmıştı. Descartes’a göre Ortaçağdaki “doğanın keşfi” rönesans ile “doğanın fethi”ne dönüşmüştü. İnsan dışındaki tüm canlılar bir makinenin parçalarından ibaretti. Hayvanların acı çekmesi olsa olsa bir makine dişlilerin bozulması olarak bile yorumlanabilirdi. Bu düşünceler üzerinden 350 yıl geçti; batı, akılcılığın da, hümanizmin de, pozitivizmin de kendi içinde eleştirisini yaptı.

İlerlemeci tarih anlayışını da eleştirelim ama günümüzde rasyonalizmin mitolojik dünya görüşüne karşı zaferini biraz fazla mı küçümsüyoruz? Doğaya dönelim derken, Polis’in kazanımlarını, rasyonalitenin insanlığa sağladığı refahı biraz fazla mı göz ardı ediyoruz? Bu bakış açısı kendi içinde irrasyonelite barındırmıyor mu?

İlkel Kulube ve Doğaya Dönüş Romantizmi


Yaşadığımız çevre felaketlerinin daha küçük ölçeklisi 18. Yuzyıl Avrupası’nda da yaşanmıştı. Sanayi devrimi ile artan şehirli nufus, artan kömür tüketimi, insanlığın o döneme kadar görmediği bir kirliliğe sebep olmuştu.

Marc-Antoine, Laugier Primitive Hut isimli makalesinde, insanin temel ihtiyacının güneşten ve fırtınalardan koruyacak bir saçak ve barınak olduğunu, mimarlığın temelinde bu basit fikrin bulunduğunu anlatıyordu. Fikrileri hala mimarları etkiliyor.

18. Yüzyil romantizminin “Doğaya dönüş” olarak tanımlanabilcek bir motivasyonu vardı. Romantizm akımı, insan aklını değil hisleri önceleyen bir dünya görüşü ile doğa ile uyum içinde yaşamayı vurguluyordu. Günümüzdeki doğaya dönüş serzenişine bu tarihsel perspektifle bakınca yeni bir romantizm olduğunu iddia etmek yanlış olmaz sanıyorum.

Doğaya dönüş akımı ile, peyzaj ve bahçe tasarımlarında insan yapımı çeşmelerin yerini, daha doğal görünen göletler alıyordu. Doğa bir bakıma artık yaban hayatın ve köylülüğün sembolü değil, aristokratların pictoresque (resmedilmeye değer) peyzaj anlayışının sembolü idi. Daha sonra “bahçe şehir”ler de kurulacaktı.

  

İçinde romantizm ve irrasyonalite barındıran bu doğaya dönüş arzusunun, kitlesel problemlere bir çare olma ihtimali var mıdır? Hiç sanmıyorum, olsa olsa bu talep Slavoj Zizek’in bahsettigi gibi “Sürdürülebilirlik adacıkları yaratmak için global çevreyi kirletme.”5 ile sonuçlanır.

Antroposene Hoşgeldiniz

Slavoj Zizek, doğaya dönüş meselesini Antroposene Hoşgeldiniz kitabında etraflıca ele almıştı. İnsanlar günümüzde 7 milyarı aşan nufus ile artık doğa kuvvetlerinden birisine dönüşmüştür. Zizek, doğaya dönüş meselesini yeni bir mit olarak ele alır. Doğayı mahvettik, suçluyuz ona geri dönüp ondan af dilemeliyiz düşüncesini eleştirir. Doğa aslında volkanik patlamaları, depremleri, tahmin edilemezliği ile kaosun hakim olduğu bir yerdir. “Eğer Tabiat, bizim anamızsa, kana susamış solgun bir ana olmalı bu.”6

Sürdürülebilirlik kavramı ve şehirler ile ilgili şöyle bir tespiti vardır aynı kitapta:

“Yakından bakıldığında görülecektir ki, “sürdürülebilirlik”, her zaman, kendi dengesinin maliyetini çevresine zorla ödeten sinirli bir sürecin adıdır. Zengin ve çevre bilinci yüksek bir yöneticinin, bir yanı orman, bir yanı göl, izole yeşil bir vadiye konuşlanmış, güneş enerjisiyle ısınan, atıklarını gübreye çeviren, pencereleri güneş istikametine açılan, sürdürülebilir evini düşünelim, bir an – böyle bir evin maliyeti (sadece finansal maliyeti değil, çevresel maliyeti de) onu büyük çoğunluk için ulaşılmaz kılacaktır.

Samimi bir çevreci için, optimal habitat, milyonların dipdibe yaşadığı büyük şehirlerdir: Böyle bir şehir çokca atık, hava ve su kirliliği yaratsa da buradaki kişi başına kirlilik, kırsalda yaşayan, çağdaş ve çevre bilinci yüksek bir ailenin neden olduğundan çok daha düşüktür.”7

Bu tespitin ne kadar doğru olduğunu, ODTÜ Şehir Bölge Planlama Bölümü’nden Prof. Dr. Osman Balaban’ın TV de katıldığı bir tartışma programında verdiği Atlanta ve Barselona örneğinden açık biçimde anlayabiliriz. Barselona, aynı sayıda nufusu Atlanta’ya kıyasla yaklaşık 10’da 1 kadar bir alanda yoğunlaştırmıştır. Bu yüzden de daha “verimli”dir. Atlanta daha “yeşil” görünmesine rağmen sadece ulaşım için kişi başına yıllık 7 ton olan karbondioksit salınımı ile çerveye Barselona’nın neredeyse 7 katı daha çok zarar vermektedir.

  

Küresel ısınma, su kaynaklarının tükenmesi, 10 milyara çıkacak insan nufusunun barınma problemi, işsiz ve susuz gıdasız kalacak milyonların göçü gibi pek cok sorunla yüzleşmek zorundayız. Hem de on yıllar ile ifade edilen çok çok kısa süreler içinde. Yakın gelecekte 3 milyon göçmeni değil, 30 milyon Ortadoğuluyu barındırmak zorunda kalmamız hiç uzak bir ihtimal değil. Bu sorunları nostalji ve romantizm ile, yeni bir sahicilik jargonu ile mi çözeceğiz? Yoksa rasyonalite ve bilimsel metodlar ile mi?

Zizek’in şu uyarılarını da unutmamak gerekir:

“Öyleyse kaçınmamız gereken bir çifte tuzakla karşı karşıyayız: Bir yanda, çevre felaketlerini bilim ve teknoloji yoluyla çözülebilir bir probleme indirgeyerek ekolojiyi “ideolojik olmaktan çıkarma” [de-ideologize] eğilimi; diğer yanda da, ideolojiyi New Age mitolojisi usulü “tinselleştirme” eğilimi.”8

Kapitalizmin sonsuz uyarlanabilirliği üzerine:

“…akut bir çevre krizi durumunda uyarlanırlık, ekolojiyi kolayca kapitalist bir yatırım ve rekabet sahasına çevirmektedir”9

Asyanın uzak bir köyünde tarım yapan insanlar ile, İstanbulda bir rezidans inşaatında çalışan insanlar arasında cok büyük fark var mıdır? Her iki topluluk da, esasen doğaya karşı bir şey yapmıyor mu? Doğal mı değil mi gibi bir tartışma yerine, aslında binlerce yıldır değişmeyen şeyi, bu insanların işçi olmasını ve neden hep bellerinin bükük olduğunu tartışmak daha önemlidir. Şehirler yatay mı dikey mi olmalı tartışması bardağın yarısı dolu/yarısı boş tartışmasına benzer. Önemli olan bardağın içindeki Neoliberalizmi görmektir.

  

Teknoloji inanılmaz bir hızla gelişiyor. Toprağa ve güneşe ihtiyaç duymadan, LED aydınlatmalar ile daha verimli biçimde yetiştirilen tarım ürünleri marketlerde yerini aldı bile. Yapay et çalışmaları cok hızlı ilerliyor. 3 boyutlu yazıcılar ve robotlar ile daha hızlı ve ucuz konut üretimi mükmün hale geliyor.

Böyle bir dönemde, yani insanligin toprak ile bağı tam anlamıyla kopmak üzereyken, mimarlık tekrardan doğaya dönüşü mü tartışmalı? Yeni bir otantisite arayışına mi girmeli; yoksa meşruiyetini doğadan tam anlamıyla koparak, kendi dilinde, otonomisinde mi aramalı?

İskender Savaşır’ın söyleşisini şu sözlerle bitiriyordu:

“Toplumu doğal bir fenomen olarak görmenin gideceği yerler var, mitolojik bir dünya…Diğer yandan kendi varlığını yalnızca akli olarak tanımlanabilirlik sınırları içinde kavramak ve doğal bütün dayanaklardan yoksun olarak, kendimizi doğa dışı bir varlık olarak düşünmeye başlama eğilimi var, bunun varacağı yerin ne olduğunu biliyoruz. Nihilizm ve Terör.”10

“Galiba bir 3. bir imkan yaratmamız gerekiyor, Aslında bir cevabı var, daha güzel oyun oynamamız lazım. Doğanın sahiciliğinin karşısına bir başka sahicilik olarak kendi bencilliğimizi dikmektense, doğayla oynanacak başka bir oyun.” “Hiç birşeyi bu kadar, ne bilimin ne mitolojinin vaaz ettiği kadar ciddiye almamak.” “Uzlaşmak değil, oyun…çünkü oyun daha eğlencelidir. Çünkü uzlaşmak kendi içinde yine bazı hakikat iddialarını gizli bırakır, geçicidir, feragat ister, uzlaşmak tehlikeli bir zemindir.”11

İnsanın doğa ile ilişkisini kuran mimarlar yapılarını tasarlarken böyle bir oyun oynayabilir mi? Bunun güzel bir oyun olması için oyun oynadığımızın farkında olmak, oyunun kurallarının da iyi tasarlanmış olması gerekir. Mesele illa ki ağaç değildir ama Bosco Verticale oyunu fena oynamamıştır.

Bu oyundan bizim “diyar”ın mimarlarının anladığı ise genelde photoshopta bina yeşillendirmekten ibarettir. Aslında bilirler kapitalizmin partisidir bu, ağaçları copy paste yaparken, biri yetmez ikincisi olsun, iki yetmez üçüncüsü olsun derler, hepsi de biraz da bile bile gelir eğlenceye. Yeşilimi ver kafam güzel olsun. Piyasaya haber verin, ekolojiyi geri verin, sunmam için bana renderı verin.

Referanslar:
1. Tanıl Bora, Zamanın Kelimeleri, İletişim Yayınlar 2018, s. 8
2. İskender Savaşır, Üvey Olmak https://www.youtube.com/watch?v=tN-z3FXhnak
3. İskender Savaşır, Üvey Olmak
4. İskender Savaşır, Üvey Olmak
5. Slavoj Zizek, Antroposen’e Hoşgeldiniz. Encore 2012, s. 11
6.  Slavoj Zizek, s. 12
7.  Slavoj Zizek, s. 12
8. Slavoj Zizek, s. 15
9. Slavoj Zizek, s. 15
10. İskender Savaşır, Üvey Olmak
11. İskender Savaşır, Üvey Olmak

Etiketler

Bir yanıt yazın