(*) Animede Mimari: Miyazaki’nin Dünyası – Fantazya
“Dünyadaki belli bir modele göre yaratmaya çalışmıyorum… benim dünyam daha büyük bir dünyanın parçası.” – Miyazaki Hayao, Yamaguchi Izumi ile bir röportajında, Eureka Özel Miyazaki sayısı
Miyazaki’nin filmlerine baktığımızda yaratılan dünyaların, gerçekçi ve fantastik öğeleri çok iyi harmanladığını görürüz. Yukarıda alıntılanan röportajdan da anlaşılacağı üzere Miyazaki yaratımlarının bizim dünyamızın da bir parçası olduğu daha büyük bir evrende varolabileceğini mümkün kılar gibidir. Bu durum da izleyicinin yaratılan bu fantazya dünyaya inanırlığını arttırır.
Miyazaki, filmlerinde çoğunlukla ya modern öncesi gerçeklik ya da modern sonrası mahşer gibi geleceğin dünyası temasını kullanılır. Eleştirmen Shimizu Yoshiyuki’nin özetlediği üzere: “Miyazaki’nin eserlerinin çoğu modern dünyanın sistematize edici yapılarının ve rasyonalize edici işlemlerinin yok edildiği ve bir düzensizlik halinin her şeyi tersyüz ettiği, Nausicaa ve Conan gibi geleceğin dünyalarında ya da modernleşme sürecinin henüz tamamlanmadığı (Laputa, Porco Rosso gibi) dünyalarda geçer. Başka bir deyişle anlatı dekoru olarak modern Japonya’dan sürekli kaçınılır. Adeta anlatılar, modernleşmeden önce ya da modernleşme yok edildikten sonra varolabilir.”
Miyazaki’nin filmlerinde ana karakterler ise shojo denilen 12-13 yaşlarındaki kızlardır. Shoujo son dönemlerde yaşadığı değişiklikler de dikkate alınarak Tamae Prindle’ın sözleri ile açıklanabilir: “Japonları büyüleyen şey, shojo’nun ergenlik ile çocukluk, güç ile güçsüzlük, farkındalık ile masumiyet ve erkek ile kadın arasındaki sığ bir adacıkta bulunmasıdır.”
Japon shojo kültüründe genelde pasif ya da hülyalı (ya da Sailor Moon’daki gibi süslü püslü) bir ultra dişilik içinde karakterize edilen klasik shojoların aksine Miyazaki’nin karakterleri oldukça kendine özgüdür. Bağımsız ve güçlü hatta erkeksi bir eda içinde önündeki engellerle cesurca yüzleşen bu shojo karakterlerin özgünlüğü Miyazaki’nin dünyalarının özgünlüğü ile paralel sayılabilir.
Susan Napier’in de dediği gibi: “Geleneksel yaklaşımları güncel bir ayrımla tersyüz ederek Miyazaki, sadece dişiliğe dair geleneksel imajı yıkmaya çalışmakla kalmayıp, aynı zamanda izleyicinin dünyayı geleneksel bir biçimde algılayışını da sarsmaya çalışır. “
Hikayeleri ele alış biçimi ve yoğun biçimde renklendirilmiş animasyonları ile Miyazaki, dünyalarında ister modern öncesi -doğanın hala bağımsız bir güç taşıdığı- ormanları ve ağaçları öne çıkarması, ister modernleşme ya da sanayileşme hatta kıyamet sonrası çoraklık ve yıkımı vurgulayan hikayelerinde olsun, “neyin yitirildiği” sorusuna dikkat çeker. Yönetmenin Porco Rosso ve Küçük Cadı Kiki gibi eserleri ise dingin mimari ve doğal güzelliğin, medeni ve uyumlu bir kent yaşamının hüküm sürdüğü hikayeleri ise “neyin olabileceği” sorusunu sordurur. Bu soruları sorarken Miyazaki mimariyi sunulan hikayenin yanında bir anlatım biçimi olarak da kullanır.
Bu bağlamda ele alındığında, Miyazaki’yi izlerken doğa ile uyumlu bir mimari ve kentleşmenin sorunsalları ile uyumun gelecekteki olabilirliği üzerine düşünmekten kendimi alamıyorum.
Kabaca 1950’lerin Japonya’sında geçen Totoro, doğanın ve kırsal kesimin, insanların hayatlarında önemli bir rol oynamasından öte, büyülü doğaüstü bir dünyaya giden köprülerin varolduğu bir dünyayı betimler. Çiftlikler, pirinç tarlaları ve Shinto mabetlerini göstermesiyle Totoro, hikayede kullanılan mimari ile oldukça “Japon”dur. Hikaye, anneleri hastanede iken köyde bulunan iki kız kardeşin özellikle de küçük kardeş Mei’nin yaşadıkları ile ilgilidir. Çocukların annelerinin hastalığına karşı hissettikleri kaygı ve korkuları aşmalarının bir hikayesidir aslında Komşum Totoro. Alice Harikalar Diyarında hikayesinde, Alice’in beyaz tavşanı keşfetmesi gibi Totoro’yu keşfeder Mei. Hikaye ilerledikçe, ablası Satsuki ve Mei, her yalnızlık hissettikleri ya da kaygılandıkları anda Totoro ortaya çıkacak ve onları bir anlamda sihirli bir dünyaya sürükleyecektir. Bu filmi için Miyazaki şunları söylemiştir: “Bu filmi yapana kadar Japonya’ya çok önem vermiyordum. Bu film sanki kendi çocuk halime Japonya’nın güzel bir ülke olduğu mesajını yollamak gibiydi. Bu sebeple kendi büyüdüğüm tarzda bir yer yaratmak istedim. Totoro yayınlandıktan sonra ise ülkenin pek çok yerinden mektuplar aldım. Herkes o köyün kendi köylerine ne kadar benzediklerini yazmıştı.”
Küçük cadı Kiki, 13 yaşına geldiğinde, geleneklerine göre evinden ayrılarak bir sene tek başına yaşamalıdır. Bu sebeple evden ayrıldığında hiç cadısı olmayan bir şehre yerleşir. Hayali, uçma yeteneğinden de faydalanarak bir kurye servisi açmaktır. Çok az filmde 13 yaşında bir kızın özgüven, öz yeterlilik, yaratıcılık ve sevgi meseleleri ile ilgilendiğine rastlanması bu filmi bu kadar özel yapan sebeplerden biridir. Şehrin mimarisi oldukça Avrupai ve Akdenizvaridir ayrıca Viktoryan tarz evlerle de karşılaşırız. Filmin pek çok sahnesinde şehir ve doğa arasındaki uyum gösterilmektedir.
En sevdiğim Miyazaki filminden biri olan Ruhların Kaçışı, kaprisli kızımız Chihiro’nun ailesi ile birlikte yeni bir eve taşınması ile başlar. Yukarıda da belirttiğim gibi normalde modern Japonya’yı işlemediğini gördüğümüz Miyazaki bu filmine ilginç bir şekilde “gerçek dünya”da başlar. Aile, babanın kestirmedir diyerek orman içi yoldan gitmesi ile Japonya’nın köpük ekonomisi zamanından kalma, terk edilmiş bir eğlence parkına gelir. Karanlık bir tüneli izleyerek içine çıktıkları bina ise eski istasyonların bekleme odası gibidir. Çapraz tonoz ve Toskan sütunlarına benzer yapı elemanlarından oluşmaktadır.
Hikayenin bir anlamda ilk eşiği bu binadan geçmeleridir. Daha sonrasında garip bir restoran sokağına gelirler. Yemeğin kokusunu alan anne ve baba kimsenin olmadığı bu sokakta dükkana girerek yemek yemeğe başlarlar. Giderek artan iştahları onları başka bir şeye çevirecektir…
Restorant sokağının mimarisinde Ghibli Stüdyoları’nın yakınında yer alan Edo-Tokyo Açık Hava Mimari Müzesi örnek alınmıştır.
Hikaye ile ilgili çok bilgi vermeden devam edersek, sokakta dolaşan Chihiro kendini çok büyük bir hamamın önünde bulur. Hamam temelde Shikoku’da bulunan Dogo Kaplıcaları baz alınarak yaratılmıştır. Hamamın sürgü kapıları ve tavan detaylarında kullanılan çiçek desenleri ise Nijo Kalesi’nde bulunan resimlerden yaratılmıştır.
Hamamın yöneticisi olan Yubaba’nın odasının girişi her ne kadar altın kaplı kaideleri ve büyük vazoları ile doğu Asya stilini andırsa da, odanın kendisi batı stiline sahiptir.
Filmin başında bencil, şımarık ve kaprisli gördüğümüz Chihiro, kahramanımsı diğer Miyazaki karaterlerinden farklıdır. Bu anlamda daha gerçekçi kılınmış olan kahraman kişimiz, olgunlaşma yolunda önündeki engelleri yavaş yavaş aşacaktır. Filmde gördüğümüz aile yapısı da, yönetmenin diğer filmlerinden farklıdır. Bu filmde aile destekleyici değildir, ayrıca materyalisttir. Filmin diğer filmlerden farkları göz önüne alındığında, yönetmenin “gerçek dünya” imgesini kullanması, aile ve ana kahraman tiplemesindeki farklılıkları, mevcut Japon aile ve toplum yapısına da yapılmış bir eleştiridir. Miyazaki yapılan bir röportajında Chihiro’nun ve filmin konusunun bir arkadaşının çocuğunu ve tavırlarını gördükten sonra aklına geldiğini belirtmiştir.
Miyazaki’nin filmlerindeki kişilerin genellikle gerçek hayatta yönetmenin tanıdığı kişilerden geldiği de bilinmektedir.
Destansı bir hikayenin ana karakteri olan Nausicaa, hem büyüleyici, hem zeki, hem de şevkatlidir. Nausicaa sayesinde, bilindik kıyamet sonrası bilimkurgusu sayılabilecek hikaye, ümit ve bağışlanma ile ilgili bir başyapıta dönüşür.
Dünyadaki son büyük savaşın ve endüstrinin çöküşünün üzerinden geçen bin yıl sonrasında dünyayı çöller, tehlikeli böcekler, zehirli bitkiler sarmakta ve bazı mantar türlerinin yaydığı zehirli gazlar atmosfere yayılarak gittikçe azalan insan ırkını tehdit etmektedir. Nausicaa ise az sayıda insanın tarımla uğraşıp böcek ve mantarlarla mücadele ederek yaşadığı Rüzgar Vadisi’nin prensesidir. Pek çok ihtiyaçlarını rüzgar gücü ile sağlayan kent, hikayenin başında oldukça sakin ve barışçıl gözükmektedir.
Mimari olarak ele aldığımızda rüzgarlı vadi kenti dar pencere ve kapı açıklıkları ile ortaçağı ya da ilk Bizans çağını andırmaktadır. Rüzgar gücü kullanımı için yapılan binaların ise dairesel formda olduğu görülmektedir.
Bu noktada mimari algımızı sadece yaratılan dünya içinde bulunan yapılardan daha geniş tutarak, yaratılan dünyayı bir mimari eser gibi incelersek karşımıza hoş şeyler çıkar.
Nausicaa’nın korkusuzca dolaştığı tehlikeli gazlar ve böceklerle dolu ormanlar dekonstrüktivist binalar gibidir. Miyazaki bu filmdeki doğayı tasarlarken, biçim ve formu alışılagelmişin dışına çıkararak düşsel bir şekilde ifade etmiş ve filmin atmosferini daha etkili kılmıştır.