2008’den Akıllarda, Küresel Kriz ve Kentsel Dönüşüm Kaldı

Mimarlık camiasının önde gelen isimlerine, 2008'den akıllarında ne kaldığını sorduk.

Geride bıraktığımız 2008 yılının mimarlık bağlamında profilini çıkarabilmek için yıl boyunca üzerinde durulan konular hakkında bir araştırma yaptığımızda, kentsel dönüşüm, TOKİ ve su sorununun yıl boyunca çok sık gündeme gelen başlıklar olduğu, düzenlenen mimarlık ve kentsel düzenleme yarışmalarının ise hararetle tartışıldığı karşımıza çıkıyor. Son aylarda patlak veren ekonomik krizin ise, tüm gelişmeleri arka planda bırakmaya yettiğini ve 2008 dendiğinde ilk akla gelen olumsuzluklardan biri olduğunu gerek dünyada gerekse de Türkiye’de yapılan yorumlardan anlamak mümkün.

Belkıs Uluoğlu (Mimar, Öğretim Görevlisi, İstanbul Teknik Üniversitesi)

2008’i, yerkürenin krizi ve dünyanın kaynakları tükendi feryatları ile alabildiğine şaşaalı, pahalı yapıların yan yana durduğu, iç çatışması yaşayan bir yıl olarak hatırlayacağım. Pırıltılı bir ortam ve etik sorgulamaların yılı idi 2008. İstanbul’u düşündüğümde ise, 2008’i “dönüşüm projeleri” ile hatırlayacağım. Çocukluğumdan beri bildiğim, alıştığım, ritüelini özleyeceğim Salı Pazarı’nın bu yılın son günlerinde yok oluşunu hep hatırlayacağım. Haydarpaşa ile ilgili bir toplantıda dile getirilen, “Buraya Sydney Opera binası gibi bir bina yapılmalı” sözünü de özgüveni sarsılmış ve olanı göremeyen bir toplumun bir ifadesi olarak unutmayacağım.

Ertuğ Uçar (Mimar, Teğet Mimarlık)

2008, kent üzerine daha çok konuşulup tartışıldığı, kent ölçekli yarışmaların açıldığı, kentsel dönüşüm, kentsel yenileme kavramlarının yerel yönetimlerce çeşitli şekillerde yorumlandığı, bu yorumların da sertçe tartışıldığı bir yıl oldu. Öte yandan 2008’i patlamalarla hatırlayacağım. Önce finansal kriz patladı; sonra borsalar, inşaat balonları, yükselen kiralar, konutun yatırım aracı olduğu inancı… En sonunda da Gazze’de bombalar. 2009 daha sakin ve daha serin geçer umarım…

Hasan Çalışlar (Mimar, Erginoğlu & Çalışlar Mimarlık)

2008 yılı diğer yıllara gore hızlı geçen ve dönüşüm projelerinin hızlandığı bir yıl olarak aklımda kalacak. Türkiye’de ise yine akıllarda kalıcı bir mimarlık stratejisi ya da politikası ortaya konmadı. Ancak ekonomik hızlılığın yansıması kendini sektörde de gösterdi. Bu sene Pendik AVM , Kasımpaşa Tuz Ambarı Restorasyonu, Turkcell Ar-Ge ve Tarlabaşı dönüşüm projeleri ile ağırlıklı olarak uğraştık.

Hüseyin Yanar (Mimar)
Smokinleriyle Ortada Dolaşan Mimarlık

Karşı duruş müziğinin bir zamanlar dünyadaki en yürekli isimlerinden olan John Lennon’un iki parçası, eski yılı bitirip yenisine girdiğimiz şu günlerde daha da anlamlı bir şekilde yan yana geliyor. İlki Lennon’un, Vietnam Savaşı üzerine 1971’de bestelediği melodisi. Merry Christmas (Mutlu Yıllar) diyor sanatçı, arka vokalde ise Harlem çocuk korosu hep bir ağızdan War is Over (Savaş Bitti) temposunu tutuyor. Bu mutlu günde, kontrast bir ikili, savaş ile barış el sıkışıyor. İkincisi, 1975 yılında yaptığı Imagine (Hayal et) adlı parça ise tüm zamanların belki de en efsanevi melodilerinden biri. John Lennon burada ise düşlediği yeni bir dünyanın, adil bir dünyanın çizgilerini çiziyor kendine özgü müziği ve anlamlı sözleri ile.

Onları dinlediğimizde, o yıllardan bu güne geçen 35 – 40 yıl içinde aslında hiç bir şeyin değişmediği görüyoruz. Bir kısmının, dünyanın her yerinde insanlıktan uzak, sefalet içinde yaşayanların üzerine adeta basa basa zenginleştiği, gelir dağılımındaki farklılıkların her geçen gün daha da arttığı, para için giderek dünyanın kan gölüne döndüğü, etrafımızdaki doğal kaynakların hoyratça kullanıldığı, üzerinde yaşanan bu bencilliklerin dünyanın kendi varlığını ciddi şekilde tehdit ettiği tek tek, belirgin bir biçimde önümüze seriliyor. Bu panoramada, her ne anlama geliyor ise, bizim çok sevdiğimiz mimarlığın rolünün de hem çok önemli, hem de çok önemsiz olduğu da açık.

Dünya, globalizasyon masallarıyla büyük bir köye dönüştüğü, belki de buna tepki olarak her ülkenin kendi köşesine çekileceği bir ikilem içinde. Güç ekseni birçok alanda, hızla merkezlerden kenarlara akıyor. Paylaşıma, paylaşmamaya bağlı savaşlar da artıyor. Özetle, yıkıntıların arasında geçen bir 2008 ve hala bütün olanlara karşın, adeta siyah simokinleriyle hiçbir şey olmamış gibi, ağzında puro, ortada dolaşan mimarlık. Etrafımızdaki her şeyi, kentleri, orada yaşayanları, doğanın derinden gelen çığlıklarını, kuruyan toprakları, eriyen buzları çok, hem de çok dikkatle dinlemenin zamanı. Bu gürültüde mimarlık da kendini her yanı ile ciddi şekilde gözden geçirmeli.

Evet… Imagine (Hayal et) diyor John Lennon. Her satırı ayrı bir ders. Imagine, all the people in piece (Hayal et, bütün insanlar barış içinde). Imagine, all the people sharing all the world (Hayal et, bütün insanlar dünyayı eşit olarak paylaşıyorlar). 2008’den ve gelecek 2009’dan anladığım bu.

Orhan Ayyüce (Mimar)
İki Duble Sıfır Sekiz

2008 mi Dediniz?
Kendisini tanırdım. Gayrimenkulcü ebeveynleri doğumunda “Ne şirin çocuk bu yahu” demişlerdi. İşler iyi falandı. Tasarımlar hazırlanıp, binalar yapılıyor ve satılıyordu. İlanlar mimar mühendis arıyordu, Dubai’de palmiyeler gittikçe büyürken, kuşlar da olimpiyat önceleri altın yumurtalarının üstünde kuluçkadaydılar. Öğrenciler, “Renderlarım sayesinde bende bir yıldız mimar olacağım, Ordos’ta bin metrekarelik evimle hocamın yanında ben de varım” diyorlardı.

Oysa 2008 bu durumlara çok bozuluyordu, kafasındaki “sürdülebilirlik” akımı için süratle bir yıldırım harekat hazırlıyordu. Derken fırtınasını patlattı. Ortalık darmadağın oldu. Yaldızlı yumurtalar, palmiyeler, şirketler ve mimarları, topyekün kötü yakalandılar, starlar galaksinin kenarlarına doğru yollandılar. “Kent dönüşüm rant bölüşüm” projeleri alabora oldular. Kasırga fena vurdu.

Korkusuz cengaver 2008 şimdi sizlere ömür. Ama şair Dylan Thomas’ı dinledi ve sessizce gitmedi. Çocuğu 2009 tam bir aktivist, enerji dolu. Yoktan var etmek durumunda, öyle istiyor. Zaten en yararlı işler de bu ortamlarda oluyor.

Mahmut Şenol (Yazar)
Kopukları Tanıdığımız Bir Yıl Oldu!

Eski Yunan’da, sokaklarda aylak dolaşıp, çok gezinip orada burada gevezelik ettiklerinden olsa gerek, kendilerine filozof adı verilen insanları, böyle davranarak ortalığı karıştırmasınlar diye okullara, sınıflara “hoca” diye sokmuşlardır.

Filozofinin akademiye sofistik girişi, birçoklarına bakılırsa aslında bu yolla olmuştur. Bunun sonradan bir yararı da görüldü elbette, felsefe böylece kuruldu, gelişti.

Bir süre önce, ülkeme geri dönmenin rehavetiyle aylaklık keyfi çatarken, özel bir üniversitenin konuk hocası olmak talihiyle kendimi bir tür felsefe sınıfında ders verirken buldum, 2008 böyle geçti.

İşte bu sınıfta, dünya gündemini bir İspanyol filozofunun uzunca makalesi penceresinden değerlendirmeye kalkıştığımda ansızın korkuyla ve ürpererek ayrımına vardığım bir gerçeği, yıl sonu değerlendirme yazısı olarak Arkitera’da paylaşmak istiyorum.

Bu belki de duyduğum kaygıya bağlı olarak yok olan umutlarımı -bir olasılıkla- geri kazanmama yardımcı olacaktır.

Geçtiğimiz yıl, 2008’in tümü, kitlelerin kabalık, saldırı, acımasızlık ve cehaletle buluştuğu bir zafer yılı oldu. Jose Ortega ý Gasset’in “kitle insanı” diye tanımladığı yeni dönem barbarlığının bu insanını biz sokaklarımızda kopuk olarak görmeye başladık. Eskiden kopuk denildiğinde akla gelen zavallı, sarsak, kabadayı, ilkel insan tipini artık hemen her yerde, her modern biçimde görüyoruz…

Elbette, hiç kuşku yok ki, herkes Türkçemizde yer bulan kopuk sözcüğünü biliyordur; yine de üzerinden kalem geçirmekte ne sakınca var…

Kopuk, eski İstanbul argosunda, baş edilemez, yola gelmez, söz dinlemez hasılı ıslah kabul etmez insanlar için, hatta kalabalıklar için kullanılırdı.

Ferit Develioğlu’nun “Türk Argo Sözlüğü” ise daha alçak gönüllü bir açıklama, tanım getiriyor ve diyor ki, “Kopuk, işsiz güçsüz gezen, serseri herif” tir… Hatta örnek veriyor: “Kopuğun biridir, boş ver!”

Nitekim öyle demez miyiz, kopuk gibi olanlara…

Kopuğun tatlı gözükenine hayta denir ya, o da başka bir hikâyedir!

Ortega’nın Kitlelerin İsyanı başlıklı makalesinden oluşan kitabına bir el atmaya görün, karşınızda dünyanın bütün kopuklarını bulursunuz. Kopuk, aslında dikkatle bakarsanız, her yerde karşınıza çıkar, salt Don Gasset’in felsefi anlatısında değil…

Onları sık sık TV ekranlarında, hatta ana haber bültenlerinde bile görürsünüz.

Manavda çürük domatesi araya sıkıştıran esnafın bu hilesine karşı uyanık olmak tedbiriyle, tezgâhtaki mandalinayı çaktırmadan parmağıyla deşeleyip alelacele tadına bakan ev hanımının o anda çekilen bu fotoğrafı kitle insanının en masumâne bir görüntüsünden başka nedir ki? Biz bu fotoğraf karesinden başlayarak dalga dalga tüm toplum kesimlerine yayılan bir insan yoksunluğunun resim albümüne lafı taşıyoruz.

Onların salt bir araya gelmiş olmakla demokratik hak elde edildiğini sandığı, bu yüzden tarih tiyatrosunda mağduriyet kostümünü hemen giymeye başladıklarını da bu albümün korkunç fotoğraflarında görüyoruz.

Atina sokaklarında, geçtiğimiz Kasım ayı boyunca sürmüş olaylarda, tarihin en eski yapıtlarının bulunduğu Ulusal Müze’yi ateşe verecek kadar insanlığın mirasına düşmanlık kesbetmiş kitlelerin, salt bir arada olmanın buna yeterli sayılacağına duyduğu inanç, bir tür yeni linç anlayışından başkası değildi.

Linç öteden beri azgın kitlelerin kendinde devleti, yargıyı, hatta karar verme yetkisini bulduğu sürü biçimi1 eylemdi ve bir insana yönelikti; 2008 bize kanıtladı ki, linç artık başka biçimlerde aramızda kol gezmektedir.

Linç, ayrıca siyasal boyutlarıyla aramızdaydı. Yine linç 2008’in savaş çığlıklarıyla Gazze’de dolaşan Azrail’i oldu, onu Mumbai otel baskınında, artık sayısını unuttuğumuz bombalı saldırılarla Bağdat’ta, cadı kadınlara ölüm avavesiyle Hindistan’da, Kongo’da soykırımda, Darfur’da katliamlarda, daha nice yerlerde gördük.

Linç sürülerinin başında olanlara da kopuk denilse, yanlış olmaz…

Bizde kopuk tabiri, eski İstanbullular için bazı semtlere, mahallelere yakıştırılıyordu; gerçi bir tür haksızlık, önyargı, bir parça elitizm yapılıyordu… Bir bakıma sosyal ayrımcılık olsa da ne yazık ki tarihsel gerçeklere bakarsak, eski insanlarımız, n’aparsınız, işte böyleydiler. İstanbul’u, yani Dersaâdet’i, Asitâne’yi, bu inci güzelliğindeki kentimizi mahalle mahalle kopuk populasyonuna göre damgalıyorlardı:

Karagümrük, Tophane, Köprüaltı, Yedikule, Surdibi kopukları gibi…

İşte, 2008 yılı hem ülkemizde hem de dünyada kopukluğun artık bir hayat biçimi olarak kitleler tarafından toplumsal görgü, yaşayış, alışkanlık, yönetim tarzı, hatta ne yazık ki sanat ve kültüre kadar sokularak kabul edildiği bir yıl oldu.

Ne acıdır ki bu yeni biçemli karanlık bir Ortaçağ’a ait ve tarih sahnesinde görülmeye başlamış yeni barbarların uzaktan gelen tamtam sesleri kulaklarımızı rahatsız etmiyor…

Ne kadar utanç vericidir ki bütün bu olanları, felsefe ve akıl bir yanda dururken, hâlâ sosyal bilimlerin dar sokaklarda gezinen açıklayıcı ve tanımlayıcı alt kollarıyla anlayıp kavramaya çalışıyor, büyük insanlık! Oysa, insanlığın denizlere çıkan yollara ihtiyacı vardı.

2008’de açık ufuklara bakılan denizlerin kıyısından epeyi uzaklara düştük. İyi niyet dileklerinin içi boş ve anlamsız sözlerinden biri olacak ama, umalım ki, 2009 tekrar, yosun ve iyot kokulu serin deniz sularının üzerinden sonsuz açıklıkları seyredebildiğimiz bir yıl olsun.

Kopuklar denizlere çıkan yollarımızı tıkamazsa, bu neden olmasın!

Etiketler

Bir yanıt yazın